Sadece küresel ekonomideki değişimden kaynaklanacak ağırlığı mevcut dengelerin taşıyıp taşımayacağını tartışırken, Merkez Bankası yönetimi başta olmak üzere, ekonomi yönetiminin aldığı kararlarla
bu yükün arttığını gözledik. Bu da yetmedi, kartopu gibi büyüdüğünü gözlediğimiz yolsuzluk ve rüşvet operasyonu, dün de bakan istifaları ve bir bakanın “Başbakanın istifasını istemesi” ile çok daha büyük bir boyut kazandı.
Tüm bunlar doğal olarak piyasada keskin hareketlere neden oluyor.
Peki, mevcut yönetim giderek ağırlaşan bu krizi yönetecek güçte görülüyor mu derseniz, kesinlikle yönetilebilir olmaktan giderek uzaklaşıldığını artık herkes görmeye başladı. İşin kötüsü hava gün geçtikçe ağırlaşmaya devam ediyor.
Tüm bunlar yaşanırken Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın yaptığı açıklamalar ise varolan küresel ve iç sorunların pek de farkında olunmadığı izlenimini veriyor. Başkan Erdem Başçı hâlâ, yılın son günlerinde ve Ocak ayında toplam 6 milyar dolar satacağını, böylece kurları dengeye getireceğini söylüyor. Hem de bunları klasik para politikası aracı olan faizi kullanmaya gerek duymadan yapacağını iddia ediyor...
Şunu baştan söyleyelim ki; Türkiye’nin mevcut döviz rezervlerinin yaşanan bu ağırlığı taşıması imkansız. Yaşanan bu gerilim, biran önce doğru ekonomik politikalara dönülmediği takdirde, bırakın ayda 3 milyar dolar satmayı, 30 milyar dolar satılsa bile dengeleri korumaya yetmeyecek gibi gözüküyor.
Daha önce de söyledik, tekrarlamakta fayda var; yaşanan siyasi gerilim küresel ekonomideki büyük değişim ve bunun yönetilemeyeceği bir ortamın üzerine geldi. O nedenle ekonomideki bozulmayı bu kadar ağır yaşıyoruz. Eğer daha önceden önlem alınıp, zaten beklenen bu küresel değişime karşı daha hazırlıklı olunsaydı, doğru parasal politikalara dönüp piyasaların önünü görebilmesi sağlansaydı, belki de bu kadar ağır yaşamamız gerekmeyecekti. Yanlış politikalarda ısrar edilmesi ise ileriye dönük yükün taşınabileceği, yönetilebileceği konusunda hiç bir umut vermiyor.
Dün Halk Bankası tarafından yapılan açıklamada söylendiği gibi; her şeyden önce tutuklamanın Bankanın işlemlerine veya hükmi şahsiyetine yani bankanın kendisine ait olmadığını görmek gerekir.
Halk Bankası için konuşurken bankanın halka açık bir şirket olduğunu, ayrıca bankaların güven müesseseleri olduğunu ve güvensizliğin sektöre yayılma tehlikesi bulunduğunu hesaba katmak gerekir. Bir başka deyişle Halk Bankası için yapılan spekülasyonların faturası tüm sektöre yani halka çıkar.
Bankacılar bir haftadır süren spekülasyonun hem bankayı hem de sektörü tedirgin ettiğini, rakamların da bozulmaya başladığını söylüyorlar.
Bunu hem bankayı karalayan, hem de “Halkbank’ı dış güçler yemek istiyor, yedirmeyiz” söyleminde bulunanlar iyi görmeli.
Her şeyden önce Halk Bankası’nın büyüklüğü, hükümetin olayı abartmak için kullandığı kadar yüksek de değil, bu hükümet döneminde o kadar büyümüş de değil. 2002 yıl sonunda aktif büyüklüğü toplam sektörün yüzde 8.19’u kadardı. 2013 Eylül sonu itibariyle ise aktif büyüklüğündeki payı yüzde 8.25 düzeyinde. Yani hem abartıldığı kadar devasa bir banka değil, hem de payı büyümüş değil.
Buna rağmen bankalar hakkında çıkarılan spekülasyonlar, tüm sektöre yayıldığı için, kısa sürede geneli etkiler, daha önce de gördük. Unutmamak gereken şu ki; siyasi olarak malzeme kullanırsanız tüm bankaları tehlikeye atmış olursunuz.
Halkbank’ın yıkılması için ABD’de tezgah hazırlandığı ya da operasyonda bankanın gizli bilgilerinin ortalığa saçıldığı iddiaları da doğru olamaz. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da sırların dökülmediğini söyledi. Unutmayalım Halk Bankası halka açık şirket olduğu için neredeyse tüm hesapları zaten şeffaf. Bağımsız denetimden de geçiyor dolayısıyla abartıldığı kadar sır zaten mümkün değil. Kaldı ki; İran ambargosu çıktıktan sonra ABD’li yetkililerin denetimleri konusunda hem eski hem mevcut genel müdürle sık sık sohbet ettiğimde “Kurallara sıkı sıkıya uyduklarını, aksi takdirde müeeyide uygulanmasının faturasının hem bankaya hem ülkeye çok ağır olacağını, kurulan mekanizma ile ABD’ nin neredeyse tüm hesaplar gördüğünü” bizzat dinledim. Yani ABD’nin bitirmek istediği de, sırların birilerinin eline geçtiği iddiaları da doğru değil.
1-ARTAN SİYASİ GERİLİM
2-AMERİKA İLE PROBLEMLER
3-FED’İN YENİ PARA POLİTİKASI
HEM küresel gelişmeler hem de içeride yaşanan siyasi çatışmaların, Türkiye ekonomisi için yarattığı tehdit giderek büyüyor. Bu nedenle geçtiğimiz hafta iç piyasalar, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla çok daha büyük ölçüde bozulma yaşadı. Hükümetin siyasi çatışma havasını büyüten, içeride muhalefete, dışarıda müttefik ülkelere rest çeken tavır içine girdiği gözlenirken, bu durumun ekonomik dengeler için çok büyük bir tehlike oluşturduğu gözleniyor. Hükümet, Gezi olaylarından sonra oluşan çatışma havasının piyasalara ağır fatura çıkardığını biliyordu ve o dönemde de siyasi olaylar küresel piyasalarda değişen havayla birleşmiş ve bu durum faturayı büyütmüştü. Yine benzer biçimde hem küresel gelişmelerin hem de siyasi çatışmaların eşanlı büyüdüğü bir döneme girdik. Ancak bu kez hem siyasi çatışma hem de küresel değişim çok daha ağır. Dolayısıyla ekonomik sonuçlarının da daha ağır olabileceği açık. Geçen hafta başlayan yeni siyasi çatışmanın Başbakan Erdoğan tarafından yine “uluslararası güçler” denilerek dışarıya bağlanmak istemesi, faturanın daha da büyümesine yol açabilir. Dün yaptığı konuşmalarda Başbakan ABD Büyükelçisi ile ilgili bazı gazetelerde çıkan, yalanlanan, Türkiye’ye dönük bazı iddialarının gerçek olduğunu varsayarak hareket etti. Başbakanın konuşmasını Hükümet yakınlığı ile bilinen 3 gazetede imzasız yayımlanan haberlerin üzerine inşa edip, büyükelçinin yalanlamasını hiç dikkate almaması belli ki bilinçli idi. Bu tablonun özellikle ABD’de büyük tepki çekeceği, büyük ihtimalle ABD’den “büyükelçiyi gönderme” iması taşıyan bu sözlere tepki geleceği tahmin ediliyor. Gelen tepkinin sadece diplomasi ile sınırlı kalmayacağı ise artık kesin gibi… Burada kritik olan nokta Türkiye ekonomisinin büyük ölçüde dışa bağımlı yapısının devam ediyor olması. Yani Batı ile çatışma havasının Türkiye’de yatırımı olan yabancıların kararlarına etki etmesi kaçınılmaz görülüyor. Bir başka deyişle, yabancıların bu siyasi çatışma havasının artması ve Türkiye’nin yalnızlaşması yönündeki algıya bakarak, yatırımlarını Türkiye’den çekme kararı alma tehlikesi bulunuyor. Türkiye ekonomisindeki dengelerin bu durumdan zarar görmesi kaçınılmaz olur.
GÖZLER YABANCIDA
Aslında faturanın büyümesinden söz etmek daha uygun olacak. Çünkü geçen hafta ABD Merkez Bankası FED’in tahvil alım programını yılbaşından itibaren azaltmaya başlama kararı almasının, zaten diğer tüm gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye ekonomisini de olumsuz etkilemesi zaten kaçınılmazdı. Ancak küresel likiditenin artık kısılacak olması nedeniyle Türkiye’den çekilmesi beklenen yabancı sermayenin çekilme miktarı ve hızı, Batı ile çatışma algısının yayılması halinde, çok daha yoğun olabilir. Yani yabancı sermaye yüklü miktarda para çekişine karar verirse işte o zaman piyasalardaki bozulmanın boyutu çok daha yüksek olabilir.
Halkbank %16.7 düştü
Operasyonun göbeğinde yer alan Halkbank 4 günde yüzde 16,7 değer kaybetti. Bankanın piyasa değeri yaklaşık 3.3 milyar lira eridi. Operasyondan payını alan konut sektörü de borsada düşüşten payını fazlasıyla aldı. Gayrimenkul yatırım ortaklığı endeksi 4 günde yüzde 14,2 değer kaybetti. Soruşturma kapsamında başta genel müdürü olmak üzere iki yönetim kurulu üyesi emniyete bilgi veren Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı hisseleri de geçen haftayı yüzde 18,8 düşüşle kapattı.
Bir yandan yolsuzlukların nereye kadar uzandığı tartışılırken, öte yandan ekonominin bundan nasıl etkileneceği de piyasada yoğun biçimde tartışılıyor. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki; yolsuzluk ve rüşvet operasyonu bazı hisse senetlerine ilişkin hareket yaratabilir ama tek başına ekonomiyi bozamaz. Ekonomiyi bozacak olan ekonomi yönetiminin alacağı yanlış kararlardır ki; başta Merkez Bankası olmak üzere ekonomi yönetiminin yanlışları, hükümetin etkisinde uygulanan politikaların makro dengeleri bozacağı konusundaki kaygı zaten açık. Yani eğer ekonomide büyük olumsuz hareketler görülürse bunun nedeni operasyon değil kötü yönetimdir.
İkinci nokta ise artık günlük piyasa hareketlerini bir yana bırakıp, Türkiye’nin ekonomik sistemini, çağdaş bir sistem için gereken kararların alınıp alınmadığını, ekonomi yönetiminde ideolojik yaklaşımları, çağdaş bir ekonomik sistemin gerektirdiği şeffaf, yolsuzluk ve rüşvetten uzak, kurumsal bir yapı oluşturulmasının zamanının artık gelip geçmediğini tartışmak gerekiyor.
Bu haftaki operasyonların gösterdiği büyük gerçeklerden biri, mevcut ekonomik sistemin yolsuzluk ve rüşvet ürettiği gerçeğidir. Kamu mali kontrol yasasının bir türlü işlemeyişi, Sayıştay başta olmak üzere kamunun denetimden kaçırılması, ihale yasasında yapılan değişikliklerle içinin boşaltılması, bağımsız kurumlara yapılan atamalar ve bu kurumların tümüyle hükümete bağlı çalışılır hale getirilmesi, uluslararası yükümlülüklere uyumdan kaçınma hatta AB hedefinden uzaklaşma konularını, işte bu yolsuzluk üreten sistem açısından tartışmak gerek.
Operasyonların bu Hükümetin ekonomideki canlılıkta en büyük silahları olan imar yolsuzlukları, AVM-rezidans ve altyapı yatırımlarında yoğunlaşması, altın ticaretiyle ilgili büyük yolsuzlukların ortaya çıkması, hem yaratılmaya çalışılan ekonomik düzeni, kurumsal yapının neden oluşturulmayıp bozulduğunu ve yapısal tedbirlerin neden zamanında yerine getirilmediğini de göstermiyor mu?
Örneğin altın işinde uzun zamandır kulislerde o kadar çok söylenti dolaşıyordu ki; delil ve belge bulamadığımız, teyit ettiremeyip dile getiremediğimiz bu söylentilerin, aslında gerçek olabileceği de son delillerle ortaya çıkmaya başladı.
İŞADAMLARI, BÜROKRATLAR…Her şeyden önce ekonomik bir kurumda başkan yardımcısı iken altın ticareti ile ilgili mekanizmayı kuran ve bu nedenle takdir görüp İstanbul’da piyasayla ilgili bir kurumun başına getirilen kişiden söz ediliyordu. İran’a uluslararası alanda konulan ambargonun aşılması için mekanizmalar oluşturduğu konuşulurdu.
Demir-çelik ve cam sanayi başta olmak üzere, sanayiye verilen elektriğin kesilmesi, hem boşta kalan işgücü hem de zamanında yetiştirilemeyen siparişler nedeniyle sektörlerde zararlara yol açıyor.
Demir-çelik Üreticileri Derneği Genel Sekreteri Veysel Yayan, kesintilerin sadece bu yıla özgü olmadığını, her yıl kış aylarında doğalgaz sıkıntısı baş gösterdiğinde, ilk zarara uğrayan kesimin kendileri olduğunu söyledi. Geçen haftanın son günlerinde ve hafta sonunda yine elektrik kesintileri yapıldığını hatırlatan Yayan, dün itibariyle kesintilerde biraz yumuşama olduğunu ama kısıntıların devam etmesini beklediklerini söyledi.
Konuyla ilgili görüşlerini belirten bir Cam Fabrikası üst düzey yetkilisi, kendi sanayilerinin bu kesintilerden etkilenmeye başladığını, habersiz ve devamlı olan kesintilerin verimliliği düşürdüğü gibi üretimi de ciddi anlamda sekteye uğrattığını söyledi. Bu kesintilerin makinalara da zarar verdiğini kaydeden aynı yetkili, “Olası zammın ardından da zaten karşılaştırmalı olarak diğer ülkelere göre yüksek olan enerji maliyetlerimiz daha da yükselecek, fiyat artıramayacağımız için kârlılık azalacak” dedi.
Aynı yetkili acil olarak elektrik sorunu çözülmediği takdirde, büyüme oranlarında da ciddi revizyonlara gidilmesi gerekeceğini ifade etti.
Demir-çelik sanayinin elektrik kısıntıları ile ilgili derdi ise daha büyük. “Bizi yedek santral gibi kullanıyorlar” diyen Genel Sekreter Veysel Yayan, her yıl olduğu gibi yine doğalgaz yetmeyince kendilerine “üretimi durdurun” denildiğini söyledi. Ne zaman haber verildiğini sorduğumuzda ise, “Gece arayıp sabah durdurun diyebiliyorlar, yani çok kısa süre önce haber verip durdurun dedikleri için tüm programlarımız aksıyor” şeklinde konuştu.
Bunun nedeninin, sıkıntı olduğunda devreye girecek “bir türlü yapılamayan doğalgaz depoları” olduğunu, yıllardır konuşulduğu halde yapılamadığını kaydeden Yayan, “Bizim mağduriyetimiz unutuluyor. Bizler belli bir elektrik satın alma garantisi veriyoruz, bize elektrik veren şirketler de satış garantisi veriyor, kim yükümlülüğünü yerine getirmezse cezası var ama bunların hiç birine bakılmıyor” şeklinde konuştu.
Kendilerinin bu tür durumlarda elektrik almayı durdurmayı isteyen yani gönüllü olacak tesislerin sorulmasını, zamanında elektrik alamayanın zararını telafi edecek teşvik mekanizmaları oluşturulması gerektiğini söylediklerini, bunun için çalışma da yaptıklarını ama yönetime kabul ettiremediklerini de kaydetti.
Elektrik kesintileri konusunda hükümet sorunu küçültmeye çalışıyor ama görünen açık; kesintilerin nedeni kötü yönetim. Hem şimdiye kadar plansızlık nedeniyle arz-talep dengesinde gerekli altyapı sağlanamadı, hem konjonktürel sıkıntıların yönetimi yapılamadı, belli ki kış ayları böyle geçecek. En büyük hata doğalgaza dayalı elektrik üretiminin çok artmış olması. Uzun zamandır hep söyledikleri ama ihmal ettikleri alternatif kaynaklar devreye sokamadılar. Elektrik talebindeki artışı karşılamak için en kolay ve çabuk yol olan doğalgaza dayalı elektrik santrallerinin artırılması tercih edildi. Bununla da yetinilmedi; gerekli doğalgaz garantiye alınmadan, ısınma ihtiyacı için de Türkiye’nin her yanına hatlar çekildi, doğalgazlı ısınma yaygınlaştırıldı.
DOĞALGAZ OY GETİRİYOR
Doğalgazın hesapsız biçimde her tarafa yayılmasının nedeni politikacıların oy kaygısı. Çünkü doğalgaz temiz bir ürün ve her şeyden önce gittiği illerde hava temizliği açısından kısa sürede bariz iyileşme sağlıyor. Bunun yanısıra fiyatı siyasiler belirlediği için, sübvansiyon uygulanıyor ve o nedenle ucuz ısınma sağlıyor. Kısacası; yeterince kaynağı sağlamadan, Hükümet daha fazla oy almak uğruna sanayi ve ısınmada da doğalgaz talebini artırdı. Elektrik üretiminde de doğalgaz bazlı sitem kurup, her şeyi sağlamadığı kaynağa bağlı hale getirdi.
KATAR’DAN 4-5 GEMİHem de doğalgazda bağımlı olduğumu tek bir ülke yani Rusya’nın tekeline rağmen bunu yaptı. İran’dan da gaz alıyoruz ama kısıtlı, son barış havasıyla belki artacak ama devede kulak... İran yetersiz imkanları nedeniyle fazla gaz çıkaramıyor, kış ayları çetin geçtiğinde kendi ihtiyacı da arttığı için zaten bize verdiği gazı kısıyor. Azerbaycan gazı devreye girecek ama daha çok Türkiye’deki Azerbaycan’lı şirketlerin ihtiyacına gidecek. Çok az bir kısım bize kalacak, yapılan TANAP anlaşması da zaten bu gazın Avrupa’ya gidişi için hazırlandı. Hükümetin, 2004’te elinde Azer-baycan’dan ucuz gaz imkanı vardı ama kaçırdı. Geriye Katar gibi sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) satan bir ülke kalıyor. Geçen hafta Başbakan, Katar Emiri’nin ayağına kadar gidip LNG istedi, 4-5 gemi gelecek dendi ama gelmedi. Niye daha önce istenmedi, anlaşılabilir gibi değil.
Enerji Bakanı Taner Yıldız, durumu ‘kriz’ olarak değerlendirmemek gerektiğini söylüyor. Bence kriz var hem de bunun adı tam anlamıyla bir yönetim krizi...
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, Gaziantep Sanayi Odası’nda konuştu, ekonomideki son gelişmeleri değerlendirdi. Özet olarak söyleyeyim; Başçı’ya göre ekonomide her şey güllük gülistanlık. Başçı cari işlemler açığının bundan sonra düşeceğini, büyümenin devam edeceğini, enflasyonun da son LPG ve akaryakıt zamlarına rağmen düşeceğini söylüyor. Yetinmiyor; kurların artmasının düşmesinden daha düşük ihtimal olduğunu söylüyor. Bununla da yetinmiyor, faiz oranlarının değiştirilmesine gerek olmadığının da tekrar altını çiziyor.
Halbuki piyasalarda Başçı’nın konuşmasından para politikasına ilişkin daha somut açıklama beklentisi vardı. Bir bankacı hafta sonunda konuştuğumuzda, “Başçı’nın yüzde 4.5’luk faiz oranını artık kullanmayacağını, yüzde 6.75 ile 7.5 olan oranlardan artık işlem yapılacağını söylemesini bekliyoruz” diyordu. Bunun üzerine faiz koridorunun fiili olarak 1 puana indirileceğini, dolayısıyla piyasalardaki belirsizliğin azabileceğini, böyle olursa faizin yanısıra kurlarda da belirli bir istikrar sağlanabileceğini konuşmuştuk.
Ama Merkez Bankası Başkanı Başçı’nın açıklamalarında piyasaların beklediği önlem yine yoktu, yine her şeyin çok güzel olacağını duymakla yetindiler. Acaba gelecek hafta satacağı 100 milyon dolardan mı medet umuyor, yoksa rezervin cari açığın tümünü karşılayacak düzeyde olduğu gibi bir söylemin gerçekten de yeterli olacağını mı sanıyor, anlamıyorum. Herhalde rezervin bankaların dışarıdan borç alıp da, mecburen kendisine verdiği karşılıklar neticesi bu rakama ulaşıldığını, buna rağmen rezervin uluslararası standartlara göre yeterli olmadığını kimsenin bilmediğini ve görmediğini mi sanıyor, bilinmez…
Merkez Bankası’nın itibarı Hükümetten bağımsız olup, gerçekleri söylemesiyle sağlanır. Hükümetin dediğine kayıtsız şartsız bağlı kalan Merkez Bankası yönetimleri, siyasetçi gibi pembe tablolar çizerlerse güven kaybederler. Bunun önemi şurada ki; zaten çıpasız kalan bir ekonomide dengeleri koruması gereken kurumlar politikacı gibi davranırsa, o zaman dengeler bozulmaya başladığında piyasaya güven verecek kurum kalmaz, panik ve fatura büyür.
SAYIŞTAY DENETİMİNİN ÖNEMİ
2014 Yılı Bütçe Yasa Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başladı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sayıştay denetiminin demokrasi ile ilgisini açık biçimde anlattı ve elindeki raporları göstererek, kamu kurumlarının yani icraatı yapanların TBMM’den, yapılan yanlışları kaçırdığını gösterdi.
Bence çok haklı bir itiraz. Çünkü devletin kurumları hangi parayı nereye harcadıklarının denetiminden kaçarlarsa, bu halkın parasını nereye harcadığını açıklamaktan kaçınıp, keyfi harcamalar yapıyor demektir. Yani demokrasinin en temel kurallarından biri olan seçilen milletvekilinin halkın parasına sahip çıkamaması, ayrı olması gereken erklerin birbiriyle aynılaşması demektir.
3 oturum halinde sabahtan başlayıp akşam yemeğiyle sonlanan çalışmanın tümünde bizzat bulunup not tutan Kılıçdaroğlu, AB’nin geleceği, ABD’nin ticaret anlaşmaları ve küreselleşmenin getireceği yeni dinamikler ile Avrupa ve Türkiye’de bu yeni dinamikler içerisinde sosyal demokrat politika önerilerini dikkatle dinledi. Toplantının bitiminde kendisinin siyasete girdiğinden bu yana en verimli günlerinden birini geçirdiğini söylemesi bence samimi bir itiraftı.
Bu çalışmanın başlıca mimarı olan eski Devlet Bakanı Kemal Derviş ise tam anlamıyla formundaydı. Tüm oturumları, hiçbir dakikasında kopmadan, her konuşma sonrası yorumlar yapıp, ardından söz vereceği kişiyi dikkatle seçip konunun devamı ve detaylandırılmasını sağlayarak yönetti ve kısa sürede çok verimli toplantı yapılmasını sağladı. Başkan Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, dünya çapında“çok iyi bir sosyal demokrat” olduğunu da gösterdi.
Ben de toplantının katılımcıları arasındaydım. Chatham House kuralları geçerli olduğu için kimin ne söylediğini aktaramasam da genel havayı paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce sadece Türkiye için değil özellikle Avrupa sosyal demokrat politikaları için çözüm üretme çabası açıkça seziliyordu. Javier Solana, Pascal Lamy gibi AB’nin önemli fikir ve eylem adamlarının toplantıda bulunması, küreselleşme ve Avrupa’nın geleceği konusundaki tartışmaların, bundan sonraki senaryoların detaylı biçimde masaya yatırılmasını sağladı. Kısa kısa görüşlerin açıklandığı, sağlıklı bir tartışma ortamı yaratıldı.
“Dünya Ekonomisi, İstihdam, Ticaret ve Büyüme” başlıklı ilk oturumda Pascal Lamy ve CHP Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın sunumları üzerine tartışmalar yapıldı. Önümüzdeki on yılda dünya ekonomisinde neler olabileceği, ticaretle büyüme arasındaki bağlantılar, büyük ölçüde çokuluslu şirketler tarafından yönetilen değer zincirleriyle bütünleşmenin yarar ve sakıncaları, sanayide çeşitlendirmeye etkisi konuşuldu. Aynı başlık altında FED’in beklenen tahvil alım programında değişiklikten gelişmekte olan ülkelerin ve Türkiye’nin nasıl etkileneceği, Türkiye gibi orta gelir düzeyindeki bir ülkenin sanayi politikalarının nasıl olması gerektiği, ABD-AB serbest ticaret müzakerelerinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceği ve bu konuda yapılması gerekenler tartışıldı.
SOSYAL YARDIMLAR SADAKA OLMAKTAN ÇIKARILMALI
“Avrupa’nın Geleceği” başlıklı oturumun başlangıcında Javier Solana, Eski Yunanistan Eğitim Bakanı Anna Diamantopoulo ve CHP Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu birer sunum yaptılar. Detaylı bir biçimde Euro Alanı’nın birçok ülkesini etkileyen kriz, kısa ve orta vadede olabilecekler, Avrupa Parlamentosu Mayıs 2014 seçimlerine ilişkin beklentiler, İngiltere’nin yapacağı seçim ve AB’nin geleceği, Türkiye’nin İngiltere ve İsveç modelinde olduğu gibi Euro alanı dışında kalıp AB’ye bütünleşip bütünleşemeyeceği, Türkiye’nin Avrupa’ya yapacağı katkı, Almanya’daki geniş koalisyon içinde sosyal demokratların yer almasının önemi üzerinde duruldu.