21 Eylül 2011
BEN sıkıldım artık.
Her Allahın günü, ABD veya AB Merkez Bankası veya IMF başkanı gibi finansal dünyanın yüksek rütbeli bir veya birkaç yetkilisi konuşuyor. Yetmiyor Nobel ödüllü ağır sıklet iktisatçılar öngörülerini açıklıyorlar: “Dikkat! ikinci çöküntü yoldadır; ihtimal yüzde 50’ye çıktı” gibisinden bilimsel laflar ediyorlar. İşin ilginç tarafı Amerikan yetkileri, Avrupa Birliği’ni “üyelerine söyle kamu borçlarını düşürsünler; yakında Yunanistan Avrupa’nın ‘Lehman Brothers’ı olacak, arkası çorap söküğü gibi gelecek” diye uyarıyor. Avrupalılar da Amerika’ya “bu kadar dolar basma, kamu borçlarını patlatma, yoksa bu iş karakolda biter” diyorlar. Dikkat edilmezse konuşmalarda sanki bir saçmalama varmış gibi duruyor.
HER SAÇMA İFADEDE MESAJ
O kadar akıllı adam hiç saçmalar mı? İnsanlar açık ve seçik ifadeler kullanmıyorsa, ya
1. Söyleyeceklerinin doğruluğundan emin değildir, ya
2. Sözlerinin ileride aleyhlerine kullanılmasından korkmaktadırlar, ya da
3.Yükü/suçu karşı tarafa yıkmaya çalışıyorlardır.
Ben sizin için yetkili ve etkili ağızlardan çıkan sözleri bir küpe doldurdum. İki hafta ayazda beklettim. Önce tülbentten süzdüm sonra ve çift imbikten geçirdim. İşte işin hulâsası:
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2011
BU içerikte şimdiye kadar birkaç yazı kaleme aldım. On defa daha aynı konuyu işlesem, yine de okurlarıma karşı vazifemi yapmış olamam. Çünkü ben ne kadar okurlara “aman tufaya gelmeyin, okuduğunuz, duyduğunuz, seyrettiğiniz şeylerin yüzde doksanı “haber değil, bunlar reklam veya siyasi propagandadır” desem de faydası yoktur. Çünkü siyasetin ve ticaretin emrine girmiş, son derce yetenekli iletişim uzmanları, medya üzerinden her Allah’ın günü insanların beynini yıkamakla meşgul. Şeytanın aklına bile gelmeyen öyle oyunlar tezgâhlıyor öyle vesileler yaratılıyor, öyle iç ve dış geziler düzenleniyor ve bunlar öyle güzel ters yüz edip, topluma yutturuyorlar ki, bırakın okurları bir yana, yılların kurt geçinen gazetecileri bile bunu yutuyor. Ya da yuttu gözüküp, o da kendi ideolojisinin veya siyasi tercihinin propagandasını (isterseniz reklamı diyelim) yapıyor.
OSLO GÖRÜŞMELERİNİ BASINA KİM SERVİS ETTİ
Büyük olasılıkla, akılsız bellediği her millete ders vermeye meraklı, eski öğretmen ve eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari tarafından kotarılan “T.C.-P.K.K.” Oslo müzakereleri tam zamanında basına servis edildi. Tam zamanında diyorum, çünkü bir süredir Türk kamuoyunu tatmin için “şahin dili” kullanmaya başlayan hükümet, bunu yaptığına feci pişman olmuştu. “Canım; şahiniz dediysek, taviz vermeyiz demedik” deyip şiddet tırmanışını durdurmak için geçmişte yapılan “Oslo Müzakereleri” kamuoyunun takdirlerine sunuldu. Benim siyasi konulara girmeye pek merakım yoktur. Çünkü bu sahada benden çok daha birikimli ve hevesli yeteri sayıda gazete yazarı var. Ancak, insanın gözünün içine baka, baka öyle düzmece oyunlar sergileniyor ki, adeta dayanamıyorum.
EKONOMİ YÖNETİMİ, BEKLENTİ YÖNETİMİDİR
Zannedilmesin ki, “belli politikaları uygulamaya koymadan önce kamuoyu oluşturmak” sadece siyasetçilerin işidir. Hayır değildir. Mesela mikro ekonominin bir parçası olan pazarlamada “fikri satmadan, malı satamazsın” (First; sell the idea, then the product.) diye bir ilke vardır. Bunun bir diğer adı da “tüketiciyi eğitmek” dir. Makro ekonomide de özellikle enflasyonu kontrol altında tutabilmek için öncelikle “beklentileri yönetmek” gerekir. Merkez Bankası’nın uyguladığı para veya Maliye Bakanlığı’nın uygulayacağı vergi politikalarının, ulusal ekonomiyi istenilen istikamete yönlendirebilmesi için, öncelikle halkın ve iş adamlarının beklentilerinin yönetilmesi yani belli bir biçimde oluşturulması gerekir. Buna “beyin yıkama” veya “zihin şartlandırma” da denebilir. Bu sebeple maliye bakanları, ekonomi yöneticileri ve merkez bankası başkanları fırsat buldukça konuşur.
BAŞARI İÇİN HER YOL MUBAH DEĞİLDİR
Ahlaki davranış, uzun vadede, en büyük kütleye en çok faydayı sağlayacak eylemler şeklinde tanımlanabilir. Bu amaca hizmet ettiği sürece, her yol mubahtır denilebilir mi? Hayır denemez. Nasıl çürük tuğlalarla, sağlam bina yapılamazsa, yalan ve dolana dayanan fikir ve eylemlerle de ahlakın amaçladığı “en yüksek fayda” da elde edilemez.
Son Söz: Bir tek satır haber ver; n’olur içinde propaganda olmasın.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2011
TÜRKİYE dahil tüm ülkelerin ekonomi yönetimleri, “Avrupa’nın ödeyeceği bedel”in belli olmasını bekliyor.
Çünkü belli oldu ki; Avrupa’daki gelişmeler gelişmiş ya da gelişmekte olan hatta fakir ülkelerin bile yol haritasını etkileyecek Avrupa’nın ödeyeceği bedel konusunda ise inisiyatif sadece Avrupalı ülke liderlerinin alacağı kararlara bağlı olmaktan çıktı. Eğer küresel kriz çıktığında Avrupa liderleri sağlıklı bir yönetim yapsalardı belki bu noktaya gelinmeyecekti. Ancak artık inisiyatif ve alınacak kararlar sadece kendilerine bağlı değil.
GECİKTİKÇE ÖDENECEK BEDEL ARTIYOR
Özellikle ABD yönetimi alınacak kararlarda ciddi söz sahibi oldu. Ortaya çıkan tablo şu; ABD yönetimi, küresel kriz nedeniyle yaklaşık 2 trilyon dolarlık bir bedel ödediklerini, Avrupa’nın hiç bedel ödemediğini, bu bedeli ödemezse, kendisi dahil dünyada yeniden büyüme trendine geçilemeyeceği görüşünü savunuyor. Sadece ABD yönetimi değil, Avrupa yönetimleri üzerinde de çok etkili uluslararası dev küresel şirketler de böyle düşünüyor. İşte bu nedenle bir süredir Avrupa liderlerinin, istemeye istemeye, radikal kararlar vermek zorunda kalacağını söylüyorum.
Bence geciktikçe Avrupa’nın ödeyeceği bedel de yükseliyor. IMF’in bu konudaki son açıklamaları da geciktikçe faturanın büyüdüğünü gösteren birer kanıt gibi. Daha 2-3 hafta önce IMF’e dayandırılarak Avrupa bankalarının sermaye açığının 200 milyar euro olduğu haberleri vardı. Geçen gün IMF Başkanı Lagarde, bu rakamın kendi tahminlerini yansıtmadığını söyledi. Böyle bir hesap yok demedi, hesap bu kadar değil demeye çalıştı...
Son günlerde ABD kaynaklı kulis haberleri, Avrupa bankalarının ödeyeceği faturanın 700 milyar Euro’ya çıktığı görüşlerini yansıtmaya başladı.
DÜZE ÇIKMAK İÇİN ATILACAK ADIMLAR
Bu arada Avrupa’nın yeniden düze çıkmak için atacağı adımlar konusunda henüz uzlaşma yok ama yavaş yavaş yaklaşılıyor. Belli oldu ki; Almanya Yunanistan’ın Euro bölgesi dışına çıkarılmasını istemiyor, bu kararın tüm bölgeyi bitireceği görüşünde. Zaten ABD’nin de Lehman’ın batışının 3’üncü yılında, bankacılık sektöründe bir konsolidasyona daha sıcak baktığı, bu nedenle Avrupa bankalarına dönük kısıtlamalara giriştiğini de biliyoruz.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2011
TUHAF bir durum var. Başta ABD ve AB olmak üzere ülkelerin çoğu, milli gelirlerini arttıramamaktan şikâyet ederken, biz beklentilerin üstünde bir büyüme hızına ulaştık diye hedefi tutturamamış hale düşüyoruz. Büyümeyi düşüremediğimiz için adeta “mazeret” beyan ediyoruz. Ekonomi Çarı Babacan, daha geçen hafta, “seneye inşallah % 5’in altında büyürüz” diye tahmin veya temennisini açıklamıştı. Pek tabii bu çelişkinin bir açıklaması var. Yoksa ekonominin bir numaralı hedefi olan “büyüme” yüksek çıktı diye kimse üzülmez. Üstelik büyüme ile birlikte, işsizlik de azalıyor. Hem de “bordrolu” olarak çalışanların sayısı, bordrosuz olarak çalışanlardan daha hızlı artıyor. Demek ki; işler iyi gidiyor.
CARİ AÇIK KAYGILANDIRIYOR
Peki, sıkıntının kaynağı nerede? Bunun kaynağı bir türlü azalmayan cari açıktır. Bunu hepimiz biliyoruz. Her ne kadar son ayın cari açığı bir miktar gerileme gösterdi ise de, Türk ekonomisinin 2011 yılında milli gelirinin % 10 kadar cari açık vereceği anlaşılıyor. Bu oranla Türkiye, müflis Yunanistan’ın bile önünde dünya birincisidir. Bu sebepten dolayı, büyüme hızında dünya ikincisi olmanın tadını çıkaramıyoruz. Çünkü biliyoruz ki; bu yüksek büyüme oranına ulaşmamızı sağlayan da “düşürülmesi hedeflenen” cari açıktır.
KRİZ, DENKSİZLİKTEN ÇIKAR
Dünyada, birincisi 2009’da yaşanan çöküntünün ikincisi yolda mıdır tartışmaları ekonomi gündeminin birinci sırasında bulunuyor. Krizler daima denksizlikten (veya dengesizlikten) çıkar. Ekonomilerde üzerinde en çok durulan iki denklik vardır. Birincisi “kamu kesimi gelir gider denkliği” ikincisi de “ülkenin döviz gelir gider denkliği” veya bilinen adıyla “cari işlemler dengesi” dir. Eğer bir ülkede her iki denge de “açık” veriyorsa, o ülke ciddi şekilde hastadır denir. Mesela Yunanistan’ın durumu budur. Bunlardan biri bozuksa, ülke ekonomisi yine hastadır ama durum vahim değildir. Mesela Japonya’nın cari işlem fazlası vardır ama kamu kesimi dengesi bozuktur. Bilinen adıyla bütçe açığı, Japonya’nın milli gelirinin % 8,3’üne ulaşmıştır. Bir zamanlar bu denksizliklere “ikiz açık” denirdi. Yani, sanki bunların ikisi mutlaka birlikte oluşur diye düşünülmüştü. Sonra anlaşıldı ki; bunlar ikiz filan değilmiş. İkiz olan, kamu kesiminin değil, ülkenin tasarruf açığı ile cari açığı imiş. Bu da zaten bir totolojidir. Yani aynı gerçeğin, sanki bir sebep-sonuç ilişkisini gösteriyormuş gibi farklı kelimelerle söylenmesidir.
TÜRK LİRASI GELECEK YIL DEĞERLENECEK
Merkez Bankası Başkanımız, “Türk Lirası gelecek yıl değerlenecek” öngörüsünde bulunmuş. Çünkü “biz, başka ülkeler gibi para basmıyoruz” demiş. TL gelecek yıl değerlenebilir. Bu öngörüyü bugünden yanlış bulmak mümkün değildir. Ancak iki husus var. Birincisi; cari açık veren ülkeye döviz girer, bunun sonucunda dolanımdaki ulusal para miktarı artar. Bu da bir nevi para basmaktır. İkincisi, TL değerlenecekse, faraza cari açık büzülen ekonomiyle mutlak olarak düşse bile “oransal olarak” nasıl azalacaktır?
Son Söz: Ne yârdan, ne serden vazgeçemeyen, ikisini de kaybedebilir.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2011
MUTLAK olarak hiç kimse savaştan yana değildir.
Dolayısıyla bazılarının sürekli barıştan yana olduklarını söylemeleri, gerçekten neyin peşinde veya neyin yanında olduklarını gizlemelerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla düpedüz yalancılıktır. Ne çim sahada futbol oynayan polisleri uzun menzilli tüfeklerle “şehit eden” teröristler, ne de onları bir gün “ölü ele geçiren” güvenlik güçleri, savaştan yanadır. Onlar da barıştan yanadır. Ama savaşmaktadırlar. Çünkü belli bir toplumsal amaca hizmet için görev yapmaktadırlar. O insanları veya uğrunda savaşılacak toplumsal amacı belirleyen önderlerini savaştan yana manyaklar olarak göstermek haksızlık ve insafsızlıktır. Halkı bilgilendirmek veya sergiledikleri tavırla, kamuoyunu belli yönde oluşturma gücüne sahip olan gazetecilerin, yazarların, sanatçıların, sporcuların, din veya bilim adamlarının, “siyasi tercihlerini” açıkça ortaya koymaları ahlaki bir vecibedir. Bunu yapmayıp, herkese sempatik olmak, kimseyi karşısına almamak ve hiçbir eleştiriye muhatap olmamak gibi “çok konforlu” bir köşe minderinde oturmaya çalışanlar ya fikir züppesidir ya da ödlek sahtekârdır.
RAKİBE BAŞARI DİLENMEZ
İster sportif, ister siyasi, ister askeri, ister iktisadi mücadeleye giren her kişi, kurum veya devlet, karşısındakine acıyarak davasını savunamaz. Hele hele rakibine başarı dileyemez. Bu bir intihar olur. Her savaş acılarla doludur. Her savaş pistir, kirlidir, hilelidir, desiselidir. Savaşmanın altın kuralı rakibin kafasını karıştırmak ve onu aldatmaktır. Ancak böyle yapılırsa, en az maliyetle, en görkemli zaferler elde edilir. Kurnazlık olmasa, küçük bir kuvvetle, büyük bir kuvveti alt edilemez. Harbin ekonomisi bunu emreder. Basketbolda rakibe “feyk atmak” futbolda “kıvırtmak” veya “çalım atmak” veya kaleciyi “ters köşeye yatırtmak” birer aldatmadır. Seyirciler de en çok, başarılı aldatmaları alkışlar. Bunların hepsi savaş teknikleridir. Bu kandırmaların dik âlâsına tarihi kanla yazılan harplerde rastlanır. Komutanın makbulü, bir savaşı ne pahasına olursa olsun değil, en az zayiatla kazanandır.
KADDAFİ Mİ, MUHALİFLER Mİ BARIŞÇI
Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi hükümdarı (şimdiye kadar çoktan kıdemli olması gereken) Albay Kaddafi, 42 yıldır sarayında sulh içinde oturuyordu. Libya halkı da “petrol ne verdiyse” barış içinde geçinip gidiyordu. Demokrasi yoktu tabii. Ama o kadar kusur Dubai’de de bulunur. Derken Libya’ya bir gün “Arap Baharı” geldi. ABD ve AB’nin ve özellikle Fransa’nın uyguladığı teşvik tedbirleri sayesinde ortaya aniden “savaşçı” muhalifler çıktı. Tabii öncelikle Kaddafi’nin yakın çevresi, “kazanacak ata oyna” ilkesine göre vicdanlarının veya cüzdanlarının sesini dinleyip görevlerinden istifa ederek, karşı tarafa geçtiler. Kaddafi’nin defteri kısa zamanda dürüldü ve işi bitti. Şimdi barıştan yana olanlara soruyorum. Libya’da iç savaşı kim çıkardı? Muhalifler mi, Kaddafi mi? Daima barıştan yana Türkiye, önce biraz orta sahada top çevirip sonunda niçin savaşı çıkaran muhalifleri destekledi? Yoksa biz “savaş kötüdür, ama savaştan kötü şeyler de vardır” diyen İngilizlerden veya “adam öldürmek değil, haksız yere adam öldürmek büyük günahtır” diyenlerden miyiz?
SON SÖZ: Savaş, berabere bitmez.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2011
ÇİN hakkında, Çin’e gitmeden önce çok şey duymuş ve okumuştum. Çin’i ilk defa gördüm ama daha önceki haliyle kıyaslama yapmaya yetecek kadar, istatistiklere dayanan bilgim vardı. Zaten turistleri gezdiren rehberler de, söze 5000 yıl öncesinden başlasalar da, özellikle son 30 yıl içinde ülkelerinin kalkınma yolunda kat etiği mesafeyi övünerek anlatıyorlar. Dünyada mevcut 200’e yakın ülke, birincisi “gelişmişler ligi”, ikincisi “az gelişmişler ligi”, üçüncüsü de “gelişmemişler ligi” adlı üç kümede toplanabilir.
Bu kümelere giren ülkelerin son 250 yıl içinde karşılaştırmalı bir “gelişmişlik çizelgesi” hazırlansa görülecektir ki; lig atlayan çok az ülke vardır. Daha sağlıklı istatistiklere dayanmak istenirse, 100 yıl, 50 yıl ve 1 yıl önceki diye üç liste hazırlanabilir. Görülecektir ki; sadece Pasifik Okyanusu bölgesinde yer alan Japonya, Kore, Çin ve saz arkadaşları lig değiştirmiştir. Lig atlayan bu ülkelerin hepsinin izledikleri iktisadi politikanın “ortak” paydası “düşük değerli ulusal para ile ihracata ağırlık” vermek olmuştur. Bu politikayı izlemeyenler kumda oynamıştır.
ÇİN’İN KALKINMASI NE ZAMAN DURACAK
Gelişmiş ülkeler ligine terfi eden ilk Pasifik ülkesi, Japonya’dır. Japonya’da milli gelir artış hızı son 10 yıldır adeta durmuştur. Çin ise, gelişme yolunda dörtnala ilerlemektedir. Kimse yanlış bir düşünceye kapılmasın. Çin’in gelişmesi sadece “milli gelir” artışı değildir. Zaten toprakların altından petrol fışkırmadıkça, hiçbir ülke topyekûn gelişmeden ciddi şekilde milli gelirini arttıramaz. Üstelik petrol zengini ülkelerin sadece milli gelir artışıyla yetinmediklerini, ellerine geçen imkânla toplumsal kalkınmaya da önem verdiklerine tanık oluyoruz. Çin’i gezerken benim aklıma takılan soru “Çin’de duraklama ne zaman başlayacak?” oldu. Çünkü hiçbir büyüme bu şekilde devam edemez. Ne doğal, ne beşeri kaynaklar buna izin verir. Üstelik her büyüme modelinin itici dinamikleri, azalan verim kanununa göre bir kerteye eriştikten sonra çaptan düşer, verimsizleşir, hatta ters çalışabilir. Mutlaka “değişim” gerekir.
KURTULUŞ SAVAŞI RUHU, TOPLUMUN KENDİNİ AŞMASINA HİZMET EDER
Birçok defa yabancı uluslar tarafından yönetilen Çin, en son Japonya’nın sömürgesiymiş. II. Dünya Savaşı’nda Japonya, Amerika’ya yenilince, Çinliler de bu işgalcilerden kurtulmuş. 1940-50 yılları modasına uyarak komünist olmuşlar. Komünizmin Rusya’da çöktüğünü görünce, onlar da hidayete erip, “kapitalist” olmuşlar. Ancak daha uzun yıllar “kurtuluş savaşı” ruhunu muhafaza etmişler. Tencerede pişirip, kapağında yemişler, milli gelirlerinin % 40’ını tasarruf edip, yatırıma dönüştürmüşler. Ancak şimdilerde orada da bir “tüketim furyası” başlamış. İç pazarı otomobil ve inşaat sektörleri çeker hale gelmiş. Ahali “emlak zengini” olmanın peşine düşmüş. A. Şahenk’in dediği gibi zengin olmak istiyorsan “arsayı ve borsayı” bileceksin.
ŞİKE BOŞANMA
Şangay’daki güzel rehberimize, babası 10 yıl önce, 25 bin dolara bir stüdyo apartman dairesi almış. Şimdi 125 bin dolar ediyormuş. Kızımız bir avukatla evlenmiş. Bir çocukları olmuş. Kocası da iki daire edinmiş. Etti, üç. Şimdi dördüncüyü almayı planlıyorlarmış ama mevzuat izin vermiyormuş. Çareyi yalancıktan boşanıp, bizim hanım kızın üstüne bir daire almakta bulmuşlar. Aman dikkat et, erkek kısmın ipini çözmeye gelmez. Giderse, dönmeyebilir dedim.
Son Söz: Hilede sınır yoktur, hüllede çare tükenmez.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2011
...EVET, nihayet Çin’i ben de gördüm. Çinlileri tebrik ederim. Muhteşem bir iş başarmışlar.
Bayramdan önce Çin’de 11 günlük bir geziye katıldım. Üç büyük şehirde, Pekin’de, Şanghay’da ve Şien’de kaldık. Yangtze nehri üzerinde üç gün, üç gece kocaman bir gemiyle derin vadiler ve uçzuz bucaksız ormanlar arasında dolaştık. Onlarca orta ve küçük yerleşim alanını güverteden seyrettik veya kısaca ziyaret ettik. İnşaası için 1 milyon 300 kişinin yer değiştirmek zorunda kaldığı, Çinlilerin övünç kaynağı dünyanın en büyük hidro elektrik santralını gördük.
ÇİN’DE HAYAT
Çin henüz bir yabancı turist diyarı değil. Turistik yerler bile Çinlilerle dolu. İstisnasız hepsi iyi giyimli, temiz ve semiz insanlar. Bırakın sıska olmayı bir yana, böyle yemeğe devam ederlerse, yakında şişmanlık Çin’de de sorun olmaya başlar. Büyük şehirlerde lüks arabadan geçilmiyor desem abartmış olmam. Yollar ve trafik işaretleri dört dörtlük. Trafik terbiyesi de fena değil. Henüz Batılı insanlar kadar üçüncü şahısların haklarına saygılı değiller. Ama bizdeki gibi bencil, şirret davranmıyorlar. Tedbirsiz ve terbiyesiz araç sürmeyi de “usta şoförlük” olarak bellememişler. Kentlerde sokak köpeği veya kedisi yok. Park ve bahçe bakımları çok iyi.
KOMÜNİST PARTİ ELİYLE KAPİTALİST KALKINMA DENEYİ
“Uçan Fil Dumbo” gibi bir hikâye. Uçuyorsa fil değildir, fil ise uçmuyordur değil mi? Hayır hem fil, hem uçuyor. Çin’de bu zıtlıktan nasıl bu kadar başarılı bir kalkınma sentezi çıktığı anlaşılmaz gibi duruyor. Ama tam aksine Çin başarısının sebebi bu zıtlık. Yani eğer Çin, 1978’den sonra devletçi ekonomisini kapitalist sisteme dönüştürürken, tek partili komünist yönetimden de vazgeçip, çok partili liberal siyasi yapıyı da kurmaya kalksaydı eminim bu gelişmişlik düzeyine gelemezdi.
TOPRAK MÜLKİYETİ
Çin’in, insanı en fazla etkileyen yönü bayındırlık yani imar faaliyeti. Ekonomideki ağırlık, sanayiden hizmete dönüştükçe, “hizmet üretim merkezi” olan kentler de dönüştürülüyor. Çok iyi İngilizce konuşan üniversite mezunu 7 rehberimiz oldu. Hepsi söz birliği etmişçesine gayrimenkul fiyatlarındaki hızlı artıştan bahsetti. Kat mülkiyetinin “70 yıllık faydalanma hakkı” şeklinde yasalaştığını söylediler. Bankalar, uzun vadeli düşük faizli kredi veriyormuş. Millet, “bugün al, yarın daha pahalıya satarsın” havasına girmiş bile. Kazancı iyi olanlar birden fazla konut sahibi olup kira geliri elde edebiliyor. Düşük gelirliler halen, banyo, mutfak ve hela gibi ıslak mekânları “ortaklaşa” kullanılan binalarda yaşıyorlar. İlk fırsatta bu binalardan çıkıp, kredi ile aldıkları küçük dairelere taşınıyorlarmış. Atadan dededen kalmış, arsası da dahil mesken veya işyeri sahiplerinin arsaları “kentsel dönüşüm” çerçevesinde istimlak ediliyor ve kendilerine para veya yeni ve daha güzel yerler veriliyormuş.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2011
DİKKAT ederseniz iktisadi tartışmalarda sıkça muhasebe deyimleri ve ölçümleri kullanılıyor. Mesela “milli-gelir”, “kamu-borcu”, “krediler-toplamı”, “yatırım-harcaması” ya da “nakit-gelir”, “tahakkuk-eden-alacak” gibi kavramların hepsi muhasebe disiplinine aittir. Böyle olunca da bu kavramların içeriği, ölçme yöntemi ve kayda alınmasında muhasebe ilkelerine uymak gerekir. Aksi takdirde ne söyleyen, ne söylediğinin farkındadır ne de dinleyen bunlardan işe yarar bir anlam çıkartabilir. Geçenlerde köşedaşım Prof. Şükrü Kızılot, “özel sektörün dış borçlarının” Hazine ve Merkez Bankası tarafından farklı tanımlandığını ve dolayısıyla farklı ölçüldüğünü ve farklı olarak kayda alındığını örnekleriyle anlattı.
KİMİN HESABI TUTULUYOR
Muhasebenin birinci ilkesi “ayrı kişilik” (separate entity) esasıdır. Borcu, alacağı, geliri ve gideri hesaplanan “tüzel veya özel” kişinin, kurumun veya kuruluşun kimliği ve kimliğin kapamı belli olmalıdır. Özel sektörde genellikle şirket sahibi ile şirketin “aynı kişi” olduğu yanlışına düşülür. Çoğu kez patronlar da şirketin kasasını kendi cepleri sanırlar. Ellerini daldırıp, daldırıp içinden para çeker. Sonra da muhasebecisine, bunu usulüne göre kayda al der. Hâlbuki “gerçek kişi” olan sahip veya hissedar, tüzel kişi olan şirkete göre “elin oğlu” dur.
DEVLET ÜLKE DEĞİLDİR
Makro ekonomi hesaplarında yapılan en büyük yanlışlık ise “devlet” ile “ülke”yi aynı kişilik olarak anlamaktır. Mesela kamu borcu “alacaklısı özel kişiler olan kamusal borç” demektir. Kamu borcu, devletin borcudur. Ama ülkenin borcu veya milletin borcu değildir. Çünkü kamu borçlarının alacaklıları arasında o ülkenin vatandaşları yani millet çoğunluktadır. Kişinin kendi kendine borcu olamayacağına göre, kamu kesimi borcu milletin borcu değildir. Hele IMF’nin yaptığı gibi en borçlu ülkeler diye bir liste yapıp, bunun ön sırasına, dünyanın başka ülkelerinden en fazla alacağı olan iki ülkeyi, Almaya ile Japonya’yı oturtmak zırvalamaktır.
ÜLKENİN İÇ VE DIŞ BORCU TOPLANAMAZ
Toplanamaz, çünkü iç borç denince “kamu borcu” anlaşılır. Yani, en geniş tanımıyla devlet denilen kurumun borçları ifade edilir. Bunun bir kısmı içe, bir kısmı dışa olabilir. Günümüzde dışa en fazla borcu olanlar ise, özel sektördeki kişi ve kurumlardır. Ama bunların dışarıdan alacakları da vardır. Yani kamu dışı sektörün net dış borçları bile belli değildir. Kaldı ki; yukarıda söylendiği üzere “ülke” ile “devlet” ayrı kişiliklerdir. Muhasebe ise “tek bir kişi”nin hesabını tutar. Muhasebenin mantığı ve matematiği budur. Halkın borcu, ülkenin borcu da değildir. Çünkü ülke ile halk (yani bireyler) aynı değil, ayrı kişilerdir. Ülke, halkın tümünü verilen ad da değildir. Ülke, halkından ayrı bir varlıktır. Çünkü o halkın için de hem borçlular hem de alacaklılar vardır. Kimse kendine borçlu olmayacağı için, halkın borcu ancak o halkın başka halklara olan borçlarına denebilir. Eğer bir ülke halkının, başka ülke halklarına borcu yoksa (kısaca o ülkenin birikimli cari işlem açığı yoksa) halkın borcu, halkın alacağına eşittir ve sonuç daima sıfırdır. Son günlerde sıkça tekrarlanan, ülkelerin borçtan batacakları tezleri anlamsızdır. Sorun, küresel ve ulusal gelirlerin ve servetlerin yeniden dağılımıdır.
Son Söz: Dikkat et, seni muhasebe ile aldatmasınlar.
Yazının Devamını Oku