27 Ağustos 2011
KOÇ Üniversitesi’nin bu yılki mezuniyet töreninin konuk konuşmacısı Dr. Victor K. Fung adında bir Çinli idi. Fung, tam anlamıyla modern bir “Süpermen”. Yarım asrı geçen ömrüne rağmen otuz yaşlarında duruyordu. Daha doğrusu durduğu yerde duramıyor, etrafına bir şeyler anlatmak için mütemadiyen konuşuyordu. Victor Fung, aslen Hong Kong’lu. Amerika’nın iki itibarlı üniversitesini bitirmiş. Önce M.I.T.’de elektrik mühendisliği okuyup, mastır almış sonra Harvard Üniversitesi’nden İşletme Ekonomisi doktorasını tamamlamış. Mezun olduktan sonra Harvard Üniversitesi’nde kalıp 5 yıl hocalık yapmış. Sonra memleketine geri dönüp iş hayatına atılmış. Çok büyük bir işadamı olmuş. Ama bilim ve fikir adamlığını bırakmamış. Kendisiyle sohbet ederken bir şeyi müşahede ettim. Dr. Fung, sorulan sorular ne kadar hınzırca veya önyargılı hatta saçma bile olsa, hepsini dikkatle dinliyor. Sorunun içindeki özü buluyor ve ona en ciddi şekilde cevap veriyordu. Kendisine hınzır soru yöneltenlerden biri de bendim: “Dr. Fung, Çin ne zaman komünist olacak?” dedim.
ÇİN ZATEN KOMÜNİST
Benim sorumun amacı, Çin’in siyasi olarak komünist, iktisadi olarak da kapitalist olmasının yarattığı (eğer varsa) çelişkileri öğrenmek ve Çin’in bunları nasıl bağdaştırdığını anlamaktı. Ben bunun cevabını bulamamıştım. Eninde sonunda, ya Çin’in iktisadi sistemi de komünistleşir ya da siyasi sistemi liberalleşir diye düşünüyordum. Aynı soruyu “Çin, ne zaman çok partili demokrasiye geçer” diye de sorabilirdim. Benim sorum üzerine Fung, bir lahza durdu ve “Çin zaten komünist” dedi. Arkasından Çin’in siyasi sistemini anlatmaya başladı.
ÇİN’DE ELİTİST YÖNETİM VAR
Dr. Fung, Çin’de yönetim “elitisttir”; Çin’de sadece en yetenekli insanların, üst yönetim kademesine yükselebildiği bir sistem vardır dedi. Komünist Çin’de “elit”in ne anlama geldiğini de şöyle anlattı. Çin Komünist Partisi’nin 70 milyon üyesi varmış. Her yıl, ülkenin en kuzeyinden en güneyine, en doğusundan, en batısına kadar her yörede kurulu, iyi veya kötü tüm üniversitelerinden en yüksek not ortalamasıyla mezun olanların % 3’ü komünist partisine giriyormuş. Bu suretle, Komünist Partisi ülke çapında “temsili” bir yapıya kavuşuyormuş. Her yıl, yeni gençler Komünist Partisi’ne girdiğinden, kadrolar sürekli gençleşiyor ve yenileniyormuş. Dr. Fung, Çin’i gerçekten yönetenlerin sayısı işte bu seçme (elit) insanlar arasından çıkıyor. Tepe yöneticilerin sayısı da 10’u geçmez dedi. Sonra ilave etti. Eğer bu 10 kişi, 70 milyonun arasından uzun yıllar boyunca süren bir süzgeçlemeden sonra tepeye çıkmışsa, inanın bu kişiler hem çok zeki, hem de çok akıllıdır diye ilave etti.
ÇİN’DE KONFÜÇYÜS GEÇERLİDİR
Dr. Fung: Çinlinin dünya görüşü, Konfüçyus öğretisidir deyince ben, “Konfüçyus öğretisi nedir?” diye sordum. O da “Uyumdur; duruma uymak ve şartlara göre davranmaktır” dedi. Sohbete katılanlardan Koç’un eski yöneticilerinden Hasan Subaşı, ama bu şartlara göre davranmak ilkesi, “amaç, aracı meşru kılar” ve “devlet, fertten önce gelir” anlayışını hâkim kılmaz mı? Halbuki Batı’da, araç da amaç kadar önemlidir, birey toplumdan önce gelir diye karşı bir görüş ortaya koydu. Dr. Fung, “haklı” olabilirsiniz, ama Çin budur işte dedi.
Son Söz: Hak tektir; ama kul onu bilmez.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2011
GEÇEN hafta gazetelerde siz de okumuşsunuzdur. İktisat büyüklerinden Dünya Bankası Başkanı Robert B. Zoellick konuşmuş ve “Dünya, çok ciddi bir iktisadi kriz dönemine giriyor” demiş. Dünya Bankası Başkanı gibi dört okka unvanı olan bir kişinin dediklerini önemsememek mümkün değildir. Çünkü bu muhterem zat, dünyanın iktisadi krize girmemesi veya krizden çabuk çıkması için önlem alma sorumluluğunu taşıyan kişilerden biridir. Merakla beyanatını son satırına kadar hatmettim. Ama bu krizle ilgili olarak, kendilerinin yani Dünya Bankası’nın ne yapacağına dair bir bilgi alamadım. Zoellick, “Canım ben alt tarafı bir banka müdürüyüm. Önlemleri devlet adamları alır. Benim elimden bir şey gelmez” diyebilir. O zaman da devlet adamlarına alınması gerekli ve alınabilir önlemlerden bir seçenekler demeti sunmalı değil mi? Hayır onu da yapmıyor. İktisatçılara mahsus, kederli ve endişeli bir tonda konuşup hepimizi uyarıyor: Dikkat, kötü bir döneme giriyoruz! Sağ ol abi.
İŞ BAŞA DÜŞTÜ
Bu elim ve vahim durum karşısında, kendime “Ege! Çizmelerini giy, krizi anlatmak ve çaresini söylemek sana düştü” dedim. Allah utandırmasın.
1- Kriz, mal ve hizmet fiyatları ile mülk fiyatlarının birbirine paralele olarak artmamasından doğan bir “nominal (zahiri, görüntüde) dengesizlik” halidir. Özetle, varlık fiyatları enflasyonu, tüketici fiyat enflasyonunu, büyük oranda aşarsa kriz ortamı oluşur. Ortam bu hale gelince, bir bahane olur ve kriz çıkar. Buradaki anahtar sözcük “nominal”dir. Kriz düzetmesi de nominal olur. Yoksa ekonomiler her zaman “reel olarak” dengededir. Çünkü hiçbir şey, üretilmeden tüketilemez. Hiçbir borç, bir başkası tasarruf etmeden alınamaz.
2- Krizin ikinci sebebi, uluslar arası finansal dengesizliklerdir. Yani bazı ülkeler sürekli cari açık verir ve ufukta bunu kapatacaklarına dair bir emare gözükmezse, bir gün gelir, onların açıklarını finanse eden “alacaklı ülkeler” hadi artık borcunu öde diyebilir. O zaman el atıyla sefaya çıkmış olanlar, aniden yaya kalıp cefa çekmeye başlarlar.
3- Kriz çıkmasında fazlaca bir etkisi olmamakla birlikte krizlerin sonlandırılmasında sorun olan şey “kamu açıkları” ile “kamu borcunun” milli gelire oranın yüksek olmasıdır.
KRİZ NASIL BÜYÜR NASIL KÜÇÜLÜR
Bir hekim olan babam, en kötüsü “şeker hastasının verem olmasıdır” derdi. Beslense, şekeri artıyor, perhiz yapsa vücudunun direnci azalıyor. İktisadi krizler de böyledir. Hangi önlemi alırsanız alın bir yerde terslik oluşur. Tedavi, bilim olduğu kadar bir sanattır da. Krizleri, iktisadi buhrana dönüştüren politika “faizleri yükseltip, kemerleri sıkmakdır”. Kemerler sıkılınca, harcama azalır, milli gelir düşer, işsizlik artar. Daha beteri deflasyon sarmalı başlayabilir. Tuhaftır ama, aslında nominal bir dengesizlik olan krizlerin çaresi “düşük faiz ve enflasyon”dur. Tüketici fiyatlarının artması, yani şu bizim ağzından alev çıkan “enflasyon canavarı” bu durumda işe yarar. Enflasyon, kamunun, şirketlerin ve kişilerin nominal borçlarını reel olarak düşürür, üstelik varlık fiyatlarındaki şişkinliği “reel olarak” indirir. Milli geliri ve milli serveti yeniden dağıtır. Nominal dengesizlikleri, nominal olarak dengeye getirir.
Son Söz: Hiçbir önlem, kategorik olarak yanlış değildir.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2011
İNSAN gençken, dünya kendisiyle birlikte kuruldu zanneder. İşin kötüsü aklına gelen her fikri ilk kendisi düşündü sanır.
Yaşayıp, yaşlandıkça; bilgisi ve görgüsü arttıkça, güneşin altında söylenmedik söz olmadığını idrak eder. Ben şimdi o aşamadayım. Bir şey söyleyecek olsam, acaba bunu benden önce kaç kişi, hem de benden daha iyi ifade etti diye düşünüyorum.
DEVLET NİÇİN BABADIR
Selçuklular’dan başlarsak, yaklaşık 1000 yıldır, Türk denilen bir kavim “devlet kurabildiği ve yaşatabildiği” için bu coğrafyaya iyi kötü hükmediyor. Biliyor ki; devletini kaybettiği anda borusu ötmeyecektir. Türkler, anayurtlarını terk edip, Yunanca “Güneşin Doğduğu Yer” anlamına gelen Anadolu adındaki bu topraklara geldiğinde, buralar özelleştirilecek 2B arazisi değildi. Binlerce yıldır pek çok kavimin anayurduydu. Yerleşik kavimlerle melezleşip devlet kuran Türkler için Anadolu, bir anayurt değil “babayurt”tur. Onun için devlete, baba derler ve Allah devlete zeval vermesin diye dua ederler.
ANAYASAYA EVET DEDİM
1961 Anayasası oylanırken Arçelik’te personel müdürüydüm. Eskisi niye kötüydü, yenisi niçin iyi olacaktı bilmiyordum. Anayasa tartışmalarının iç yüzünü bilmediğim için, konuşulanlar bana havanda su dövmek gibi geliyordu. Hiçbir şey anlamadan, anayasa taslağının tek satırını okumadan, şu iş bitsin de Milli Birlik Komitesi dağılsın diye, 1961 anayasasına evet dedim.
GİTTİ ESKİ PUT GELDİ YENİ PUT
Son dönemde yapılan anayasa tartışmalarının özünü bu kez kavrar gibiyim. Yeni anayasa, “ülkede hangi dünya görüşü egemendir” sorusunun, fiilen değişmiş cevabını yasal zemine oturtacaktır. “Devrimle kurulmuş cumhuriyet” ile “karşı (d)evrimle oluşmuş demokrasi”nin yaptığı bilek güreşi sonucunda oluşan yeni “değerler” belirlenecektir. Sivillerin yaptığı anayasa söyleminden murat budur. “T.C.” yani birinci cumhuriyet iki sütun üzerine inşa edilmiş idi. Sütunlardan biri laiklik, diğeri tek uluslu bir devlet olmaktı. Eski anayasa ve kurumları, bunları savunurdu. Yenisi, bu sütunları kullanmayacaktır. Sonuçta yeni anayasayla “laiklik” ve “ulus devlet” putları kırılacaktır. Bunların yerine başka putlar konacak ve yeni putların muhafızlarının yasal güçleri ve parasal imkânları arttırılacaktır.
İNSAN ODAKLI ANAYASA
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2011
YAKLAŞIK dokuz yıldır AKP veya onun önderi Recep Tayyip Erdoğan iktidardadır. Erdoğan’ın kabaca 30 yıl iktidarda kalacağını varsayabiliriz. Buna göre, Erdoğan döneminin üçte biri geride kalmış oluyor. Bu döneme iktisadi olarak “kazanç yılları” denebilir. Kenan Evren–Turgut Özal ikilisinin damgasını vurduğu 1980-1990 arası da Türk ekonomisi için böyle nitelendirilmişti. Buna mukabil, her ne kadar Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller gibi başbakanlar görev yaptıysa da esasında, Demirel, Erbakan ve Ecevit’in damgasını vurduğu 1990-2000 arası “kayıp yıllar” olarak iktisat tarihinde yerini almıştır. Şimdi işimiz, önümüzdeki ilk on yılın “kayıp” mı “kazanç” dönemleri mi olacağını kestirmeye geldi. Bugün bunu deneyeceğim.
AKP’NİN İKTİSADİ KALKINMA POLİTİKASI
İlk on yılın ekonomik politikasını şöyle özetlenebilir. Ekonomiye bir sıçrama vermek için sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Sermaye birikiminin bilinen yolu, üretim yoluyla milli geliri arttırıp, “işten artmaz, dişten artar” diyerek, milli gelirden daha fazla tasarruf etmektir. Ondan sonra da bu tasarrufları, yatırıma dönüştürerek, milli geliri daha hızlı arttıracak yapısal dönüşüm sağlanır. Yapısal dönüşümden iki şeyi kastediyorum. Birincisi ülkenin fiziki alt yapısını geliştirmek yani, iletişim, ulaşım ve enerji yatırımlarını tamamlamaktır. İkincisi, sanayi, tarım ve hizmetler sektörlerinde, çalışan başına daha fazla donanım, yazılım ve eğitim yatırımı yaparak emeğin verimliliğini yükseltmektir. AKP, diğer siyasi partiler gibi, bu yapısal değişimi gerçekleştirmek istiyordu. Ama halka “önce üretim, sonra yatırım” şeklinde özetlenebilecek uzun ve meşakkatli yolu yürütmek istemiyordu. Onların politikası önce finansal kaynak yaratmak, sonra bu kaynakla yapısal dönüşüm için gerekli yatırım harcamalarını yapmaktı. Bunun için yeni bir “kaynak yaratma modeli” gerekiyordu. Nitekim AKP, daha iktidara geldiği ilk günlerde 2-B arsa satışı ile 25 milyar dolar kaynak yaratırım demişti. Ben de “değil 25, 2.5 milyar dolar toplansın, Taksim Meydanı’nda horoz gibi öterim” diye kendimce iddiaya girmiştim. Tek Allahın doları yaratılamadı. Ben de horoz gibi ötmedim.
PARA İÇERİ, EKONOMİ YUKARI
AKP’nin iktisadi kalkınma için kaynak yaratma modelinin ilkeleri şöyle sıralanabilir:
1. Dış borçtan korkma, ama borçlanmayı kamu değil özel sektöre yaptır.
2. Özel sektörün yabancı para ile alt ve üst yapı yatırımları yapmasını sağla.
3. İmtiyaz yarat, gelecek yıllara ait kamu gelirlerini peşin fiyatına kırdır.
4. Başta arazi ve arsalar olmak üzere kamu varlıklarını sat. Nakit sermaye yarat.
5. Faizi yükselt, gelen sıcak para ile “cari açığı”, dolaylı vergileriyle “bütçe açığını” kapat.
6. Böylece, bütçe açığının ve kamu borcunun milli gelire oranını düşür. Döviz rezervlerini arttırarak, sıcak para akışının aksamaması için güvenilir bir ortam yarat.
İKİNCİ ON YIL
Küresel finansal iklim sayesinde ilk on yıl bu şekilde geçti. Ancak ortaya büyük bir cari açık sorunu çıktı. Bu da izlenen yolun ödünüydü. Günü gelince onun da çaresi düşünülecekti. Şimdi o gün “küresel kriz” ile birlikte geldi. Erdoğan’ın ikinci on yılında, ekonomi politikası, birinci on yılı gibi olmayacaktır. Bu dönem, “kayıp yıllar” olmasa bile “yavaş yıllar” olabilir.
Son Söz: Siyasi duruş, iktisadi başarıdan önemlidir; kısa vadede.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2011
ZENGİNLER tabii... Hadi biraz yumuşatalım bu ifadeyi de, başta zenginler olmak üzere, cin olmadan adam çarpmaya çalışan “zengin olma heveslisi” orta halliler diyelim. Dalgalanma denilen şey; döviz, faiz, altın, emlak ve emtia fiyatlarının bir inip bir çıkmasıdır. En önemli gösterge ise hisse senetleri borsasındaki fiyat hareketleridir. Bu satırları okuyan herkese soruyorum: Son 15 gün içinde hiç döviz, altın veya hisse senedi alıp sattınız mı? Eğer bu işlemlerden hiç birini, aklınızdan geçse bile yapmadıysanız, sizin bu piyasa dalgalanmalarında bir dahliniz yoktur. Eğer yaptıysanız, siz de bu dalgalanmaya kendi çapınızda katkıda bulunmuşsunuzdur. Pek tabii zengin gibi zenginler yani “kapalı kontak, üç nesil” gidebilecek kadar serveti olanlar, eğer pozisyon değiştirmişlerse bu dalgalanmanın sebebi olmuşlardır. Peki! Bu dalgalanmadan şu aralık en çok şikâyet edenler kimlerdir? Yine aynı kişilerdir. Çünkü onlar, ya pozisyon değiştirdikleri ya da değiştirmedikleri için “kârdan zarar” ederler.
NE ZAMAN KRİZE DÖNÜŞÜR
Kriz, milli gelir düşmesi ve/veya işsizliğin artması demektir. Bir türlü gündemden düşmeyen “teğet” söyleminin bilimsel ölçüsü budur. Öyle, sana göre “deldi geçti” bana göre “teğet geçti” muhabbeti olmaz. Milli gelir düşmüş, işsizlik oranı artmışsa, kriz teğet geçmemiştir. Geçen sefer Türkiye’ye teğet geçmeyen krizin, bu sefer teğet geçme ihtimali vardır. Çünkü krizin çıktığı zengin ülkeler, geçen krize göre daha hazırlıklıdır. Gerek ABD gerek AB krizin en az hasarla atlatılabilmesi için ekonomik sisteme para şırınga edecekler. Bu suretle servetlerinin değeri düştüğü için fakirleştim düşüncesine kapılıp, harcamalarını kesen orta halli ailelerin sebep olduğu “talebi düşüşü” parasal genişlemeyle telafi edilmeye çalışılacaktır. Ancak, ABD’de ve AB’de gitgide yayılan bir “kemer sıkma” söylemine şahit oluyoruz. Bütçe açığının ve kamu borcunun milli gelire oranını düşürmek için eğer kamu harcamalarında kesintiye gidilirse, o zaman bu kriz 2009’u aratacak derinliğe ulaşır.
ALTIN YÜKSELİYORSA EKONOMİ ÇÖKÜYOR
Ekonominin işlemesi insanların gelecek hakkında ne kadar iyimser olduklarına bağlıdır. Özellikle girişimci işadamları bedbinliğe kapılır ve yatırımlarını keserse, boşta kalan para “altın”a gider. Altın, makro ekonomi açısından en kötü yatırımdır. Yer altından altın çıkarmak veya çıkmış altını satın alıp bunu küpe basmak (altın sertifikası sanal küptür) topluma hiç faydası olmayan bir davranıştır. Altın ne yenir, ne içilir. Ne merhemdir yaraya sürülür; ne de otomobildir insanı uçar götürür. Altın almanın en masum gerekçesi servetini koruma güdüsüdür. Masum olmayan amaç ise, hiçbir katma değer yaratmadan durduk yerde zengin olup, başkalarının yarattığı katma değerlere yorulmadan el koymaktır. Eğer insanlar bugün tüm dünyada olduğu gibi altına hücum ediyorsa, katma değer yaratılması azalıyor demektir. Bunun Türkçesi de ekonomi çöküyordur.
Son Söz: Sallama piyasayı, düşürürsün borsayı.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2011
‘FİNANSAL Küreselleşme’ bu kadar yaygın ve derin hale gelmeden önce bile, büyük ülkelerin birinde ortaya çıkan bir iktisadi kriz “Uluslararası Ticaret” yoluyla tüm dünyaya yayılırdı. Bunun en güzel örneği 1929’da ABD’de patlamış olan “Büyük Buhran”dır. Krizin bulaşıcılığı konusunda iki kural daha vardır. Birinci kural şudur: büyük ülkenin krizi, küçük ülkeye bulaşır; küçük ülkenin krizi, büyük ülkeye bulaşmaz. İkinci kural: kriz, bünyesi güçlü ülkede hafif, bünyesi zayıf ülkede ağır tahribat yaratır. Bir ülkenin bünyesinin güçlü veya zayıf olmasının ölçüsü “bütçe açığı” ile “cari açığı” veya fazlasıdır. Krizin şiddet ölçüsü de “milli gelir düşüşü” ve “işsizlik oranın artması”dır. Bu kriterlere göre krizlerin bir ülkeye teğet mi yoksa “delip de geçtiği mi” anlaşılır. Türk ekonomisi milli gelirinin yüzde 9’una varan “yapısal” cari açığı ve “konjonktürel” düşük bütçe açığı ile ile “zayıf bünyeli” tanımına girer. Bu yüzden notu düşüktür. Bunu eloğlu görmektedir.
ABD’NİN NOTU NİYE DÜŞÜRÜLDÜ
ABD’de anayasal olarak, Başkan’ın harcama yetkisi, Meclis tarafından denetlenir. Bu denetleme aletlerinden biri de “kamu borçlanması”na sınır getirilmiş olmasıdır. Üstelik kamu borçlanması halka vergi salma ile doğrudan ilintili bir süreçtir. Dolayısıyla parlamental sistemle yönetilen ülkelerde “vergiyi meclis koyar” ilkesi uyarınca, bu sınırlama yerinde bir kuraldır. Yanlışlık, kuralın varlığında değil, son güne kadar Amerikan Meclisi ile Amerikan Başkanı’nın laubali bir şekilde alınacak kararı savsaklamasıdır. Bu son derece gayri ciddi bir tutum olmuştur. Parasını Amerikan devlet kağıtlarına bağlamış kişi ve kurumlarla adeta alay edilmiştir. Bu tablo Amerika’ya yakışmamıştır. Bir daha olmasın diye notu düşürülmüştür. Yoksa, bilimsel olarak hiç bir kıymeti harbiyesi olmayan bir oran yüzünden ABD’nin kendi parasıyla çıkardığı kağıtları ödeyememesi gibi risk mevcut değildi. Not düşürmesi teknik olarak yanlıştır. Ama ibret bir olay olarak tarihe geçmiştir.
TÜRK EKONOMİSİNİN HALİ
Türk ekonomisinin yumuşak karnı “cari açık”tır. Yani Türk Lirası aşırı değerlidir. Bu gerçeği kabul etmeden söylenecek her şey yanlıştır. Gerçekçi kur, cari açığı sıfırlayan kurdur. Türkiye’de hâlen 1930’lardan kalma “Türk Parasının Değerini Koruma” zihniyeti devam etmektedir. Çünkü bu sayede siyasi iktidarlar, halka alın teriyle kazanmadığı bir yaşam düzeyini sunabilmektedir. Sorun, uzun vadede “en yüksek kalkınma hızını ve en düşük işsizlik oranını” değerli Türk Lirası’nın sağlayamayacak olmasındadır.
DOLAR NE OLUR
Son bir hafta içinde döviz fiyatlarında gözlemlenen hızlı yükseliş, nispeten kısa bir süre sonra yerini düşüşe bırakacaktır. Ancak benim anladığım kadarıyla, ekonomi yönetiminde ilk fırsatta “ucuz döviz” belasından kurtulma fikri ağırlık kazanmıştır. Seçimlere daha dört yıl varken hükümetin, kaçınılmaz olarak bazı hasarlar yaratacak olan “kur düzeltme” işlemine bugünden başlaması doğru olacaktır.
Son Söz: Acı ilacı içmeyen, acı sonuca katlanır.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2011
İSTANBULLU gazeteci Yorgo Kırbaki, Atina’da yaşıyor. Gazetemizde pazar günleri “Suyun Öte Yanından” adlı köşesinde, bize Yunanistan’da olup bitenleri duru bir bakışla aktarıyor. Geçenlerde “Ticari Taksi Ayaklanması” başlıklı müthiş bir haber-yorum yazmıştı. “Ticari taksi” tabiri pek tabii yanlıştır. Taksi, ticari otomobildir. Ama Yorgo Bey, Polis Radyosu Türkçesine sadık kalmıştır. Yazıyı kesip, saklamıştım. Bugün, Yorgo Bey’in Yunanistan gözlemlerinden kalkarak sizlere “ekonomik mahlûk” (homo ekonomikus) diye adlandırılan bencil bireyin, tedavi kabul etmez bir illetinden, “rant avcılığından” söz edeceğim. Önce Yorgo Bey’in yazısının girişini aktarayım: “Yunanistan’da taksiler, havaalanlarına, limanlara geliş-gidişleri tıkadılar. Hastalar ve yaralılar hastanelere, turistler otellerine, insanlar işlerine gidemedi. Tatlı zamanlarda çok şımaran taksi esnafının şimdi grev yapmasının nedeni kriz paketiyle birlikte verilecek yeni ruhsatlar.”
Anlaşıldı değil mi? Sebep, rant kapılarının daralmasıdır.
TAKSİ PLAKASI SINIRI İKTİSADİ
Dünyanın tüm büyük şehrinde taksi sayısı sınırlandırılmıştır. Bunun gerekçesi iktisadın meşhur “azalan verim kanunudur”. Bir şehirde taksi sayısı sınırlandırılmasa, o şehrin sokakları taksiden geçilmez hale gelir. Şehirlerde kıt kaynak “yol”dur. Bol kaynak araçtır. Yollar kalabalıklaştıkça, araçların ortalama hızı düşer. Ortalama seyir hızı düştükçe, başta otobüsler olmak üzere her taşıt aracının ve pek tabii taksilerin sefer sayısı azalır, verimi düşer. Hız düşünce yolculuk süreleri uzar. İnsanlar işe gidip gelmek için günlük faydalı zamanlarının önemli bir kısmını, yürümeyen araçların içinde geçirir. Kilometre/yolcu başına akaryakıt sarfiyatı artar. Kısaca şehir ekonomisinin randımanı düşer. Tüm bu nedenlerle taksi sayısının kısıtlı olması, iktisaden doğrudur.
SINIRLI İZİN RANT YARATIR
İktisaden doğru olsa da kamu yönetiminin, arz üzerine getirdiği her kısıtlama “rant” yaratır. Rant, “kira” demektir. Ama bu bağlamda rant, “milli gelir arttırmayan, bireysel gelir” anlamına gelir. Kira geliri olması için ortada bir “üretim aracı” olması gerekir. Üretim araçları katma değer yaratır. Bu sebeple kira, haklı bir gelir türüdür. En bilinen mülkiyet belgesi, tapudur. Bunlara ilaveten bir de “sınaî mülkiyetler” vardır. Bunlar da katma değer yaratır. Ancak toplum yararı için kamu tarafından yaratılan taksi plakası sınırlaması veya imar katsayısı gibi “arz kısıtlamaları” katma değer yaratmaz, yani milli geliri arttırmaz. Yolcuları araba taşır, plaka değil. Arabanın kirası haklı, plakanın kirası haksız kazançtır. Kısıtlama fayda yaratmaz, toplumsal zarar oluşmasını engeller. Rant yaratan mülkiyetin el değiştirmesiyle kazanılan servet de haksızdır. Bu yüzden, en çok suiistimal ve mafya özentisi örgütlenmeler de “rant yaratan” sanal kapitalin oluşmasında ve korunmasında ortaya çıkar.
MÜŞTERİ ESİRDİR
Belediye, plaka sayısını sınırlayarak, taksicilere “esir müşteri” yaratmış olur. Onun için kendi yarattıkları esir müşterileri koruyacak önlemleri de almak mecburiyetindedir. Bu gerekçeyle taksi tarifeleri “piyasada oluşmaz” belediyeler tarafından tespit edilir. Buna da taksiciler itiraz edemez. Ayaklanan taksicileri yola getirmek için, plaka sayısını arttırtmak “amaca ters düşen” bir uygulamadır. Eğer plaka pahalıysa, taksi tarifesi de yüksek demektir.
Son Söz: Yavuz rant avcısı, belediyeyi bastırır.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2011
BİLİYORSUNUZ bir kısmımız her gün ekonomi haberleriyle kalkıyor, ekonomi haberleriyle yatıyor. Ekonomi haberi denen de “neyin fiyatı düştü, neyin fiyatı arttı” muhabbeti. Kendine göre spekülatif kazanç peşinde koşan insanlar da, her Allahın günü, keşke satsaydım şimdi daha ucuza alırdım veya keşke alsaydım şimdi pahalıya satardım diye ömürlerini törpüleyip duruyor. Bu haberleri verenlere “indi-çıktı ekonomicileri” deniyor. Bu tür haberlerin tüketicileri olduğu sürece, üreticileri de bunları piyasa sürmekten hiç bıkmayacaktır. Eee, ne de olsa ekmek parası kazanmak gerekir. Son tahlilde hepimiz birer “satıcı” değil miyiz?
TASARRUF EDEREK ZENGİN OLUNAMAZ
İndi?çıktı ekonomicilerinin ve müşterilerinin bayıldığı şey, kriz hikâyeleridir. Çünkü her kriz, kendi zenginini yaratır. Krizi önceden gören ve ona pozisyon alan, kısa zamanda çok kazanç sağlar. Zaten; beş, beş biriktirerek zengin olunamayacağını herkes bilir. Kısa zamanda köşeyi dönmek isteyen fakirin gözü arsada, orta halli hallinin gözü borsadadır. Zenginin gözü ise hem borsada hem arsadadır. İkisinde de izler ve sonunda mutlaka parsayı kapar.
ABD UÇURUMUN EŞİĞİNDEN DÖNDÜ
Son günlerin en çok satan kriz masalı, Amerikan Federal Devleti’nin hemen hiçbir ülkede olmayan, “borç tavanına” ulaşmasıydı. Tavan yükseltilmezse ABD, “sıfırı tükettim” diyecek, memur maaşlarını, müteahhit alacaklarını ve tahvilleri ödeyemeyecekti. İşin aslı ise, son 8 yılda 4 trilyon dolar savaş harcaması yapan bir ülkenin yeni başkanı Obama’nın zenginlerden daha fazla vergi almak istemesi, zenginlerin hamisi muhalefetin, “vergi alma sosyal harcama kıs”, yani vergiyi düşük gelirlilerden al dayatmasıydı. Bundan kriz çıkmayacağını herkes biliyordu. Ama kriz çıkmayacağını söylemek kimsenin işine gelmiyordu. Ne demişler: Ben ekonomi haberine haber demem, eğer içinde kriz lafı geçmiyorsa. Amerikan devleti, dolar bulamadığı için batmazdı. Aslında hiçbir devlet, ulusal parası kalmadığı için batmaz. Çünkü devletlerin en büyük özelliği para basma yeteneklerinin olmasıdır. Ama döviz bulamazsa batar. Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya’nın durumu bunun ikisinin arasında bir yerdedir.
ABD-TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI
AB üyesi olup Euro sistemine dâhil olan ülkeler için Euro, hem ulusal para birimidir hem de yabancı sert paradır yani dövizdir. Onun için ne batabiliyorlar ne de çıkabiliyorlar.
ABD’de “başkan” hem cumhurbaşkanıdır hem de başbakandır. Ülkeyi dilediği gibi yönetir. Ama harcamalarını meclis denetler. Esasen icraat demek, para harcamak demektir. Amerika’da icraat yurt dışında savaşmak demektir. Onun için Amerikan başkanları sürekli yeni savaşlar çıkarır. Amerikan halkı da “Yavu! bu başkan ulusal çıkarlarımızı çok iyi savunuyor, dünyaya demokrasi götürüyor” der. Ama savaş pahalı olduğu için ara sıra “iç borç krizi çıkar” çıkar. Türkiye’de ise icraat inşaat demektir. Onun Türkiye’de başbakanlar sürekli inşaat projeleri geliştirirler. Halk da inşaatların yükseldiğini gördükçe “Yavu! bu iktidar da çok iyi çalışıyor” der. Para bitince de ara sıra “dış borç krizi” çıkar.
Son Söz: Borçlu devlet batmaz, benzi solar.
Yazının Devamını Oku