30 Temmuz 2011
MASAMIN üstünde küçük kâğıtlara yazılmış bir sürü not var. Her biri işlenmek için sıra bekleyen ve çoğu işlenmeden gündemden düşecek ekonomik konular. Herhangi bir konuyu köşeme taşımadan önce, kendime o konuda söyleyebilecek farklı bir sözüm olup olmadığını sorarım. Eğer yoksa, konu ne kadar güncel veya önemli olursa olsun, onu ele almam. Ancak farklı bir bakış açısı getireceğimi sandığım mevzulara girerim. Bir de “yanlış olduğu halde doğru kabul edilen” bayat konular vardır. Normalde bunlara ilişmem. Ama birileri bunu gündeme taşıdı mı dayanamam, her şeyi bırakır onu ele alırım. Bugün hiç istemediğim halde böyle bayat bir mevzua gireceğim.
2009 KRİZİ TEĞET GEÇMEMİŞTİR
Milli geliri bir daire şeklinde bir pasta olarak düşünelim. Dairenin alanına da 100 diyelim. Kriz de dairenin dışından gelip geçen bir doğru olsun. Eğer bu doğru, çemberi yalayarak geçmişse, buna “teğet” denir. Eğer bu doğru, bir yerden çemberi delip dairenin içine girmiş ve sonra dışarı çıkmışsa buna, doğru daireyi kesti denir. Doğru daireyi kesmişse, dairede iki parça oluşur. Biri kirişin üstünde, diğeri altında kalan bölümdür. Üstte kalan parça daireden kopmuş ayrı bir parçadır. Yani dairenin alanı “küçülmüştür”. 2009’da aynen böyle olmuştur. Milli gelir pastası % 4.7 küçülmüştür. Yani kriz denilen doğru, daireyi kesmiştir. Eğer kriz teğet geçmiş olsaydı, 2009 yılının milli geliri, 2008 yılınınkine eşit olurdu. Devletin resmi hesaplarına göre 2009 yılının milli geliri 2008 yılına eşit değildir. Mademki geometri deyimleri kullanılıyor, o zaman çemberi “delip geçen” doğruya teğet dememek gerekir.
Eğer bu teğet geçti söylemini zikredenler, netice itibariyle 2010 yılında milli gelir % 8,9 artarak 2009’daki kaybı telafi ettiği gibi, 2008’in de üstüne çıkmıştır, işte biz “teğet geçti” derken bunu kastediyoruz diyorlarsa, o zaman 2001 krizi de Türkiye’yi teğet geçmiştir. Çünkü yapılan hesaplara göre 2001’de milli gelirimiz % 5.7 azalmış ama 2002 yılında daha AKP iktidara gelmeden, o gariban koalisyon hükümeti henüz işbaşında iken % 6.2 büyümüştür. Yani 2002 yılında, 2001’in kayıpları telafi edildiği gibi 2000 yılının milli gelir büyüklüğünün de üstüne çıkılmıştır. Çıkılmasa da teğet kavramı açısından önemli değildir. Neticede “milli gelir düşüşü durmuştur”. Üstelik 2001 krizi öncesinde yani 2000 yılında milli gelir % 6.8 artmıştı. Hâlbuki 2009 krizinden önce gelen 2008 yılında milli gerimiz sadece % 0.7 artmıştı. Yani son krizden sonraki toparlanma baz etkisiyle nispeten hızlı olmuştur. Teğet geçti diyenlerin tanımı doğru kabul edilirse, er veya geç her kriz teğet geçmiştir ve yenileri de teğet geçecektir.
2009 KRİZİ İYİ YÖNETİLMEMİŞTİR
Bırakın teğet geçmeyi, 2009 krizi iyi de yönetilmemiştir. Anlaşılabilir bir ruh haletiyle, IMF’den borç alınmayacak denmiş ve bu inatla hiç de gurur kırıcı olmayan bir “ticaret finansman kolaylığı” anlaşması dahi yapılmamıştır. Neticede 2009’un ilk çeyreğinde milli gelir % 13,8 düşmüştür. Bu yüzden 2009 da işsizlik % 3 artmıştır. Teğet geçmek bu mudur?
Son Söz: Kanaat, kanıt ister.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2011
HÜKÜMET “cari açığı” düşürmeyi stratejik hedef olarak ilan ettikten sonra, döviz fiyatlarının artması kaçınılmazdı. Nitekim bu oldu. Paritenin etkisiyle yılbaşından bu yana TL kabaca, Euro’ya karşı yüzde 20, dolara karşı yüzde 10 devalüe oldu. Buna “TL, ortalama yüzde 15 değer kaybetti” diyebiliriz. Bu devalüasyon, pek tabii, cari açığı kapamaya yetmeyecektir. Döviz fiyatlarının daha da artması gerekir. Ama son günlerde döviz fiyatlarında yaşanan hızlı tırmanış bir süre sonra yavaşlayacak ve muhtemelen bir geri gidiş olacaktır. Çünkü bu yükseliş, yetkililerin konuşmalarından etkilenen finans profesyonellerin spekülatif hareketleriyle ortaya çıkmıştır. Ancak eğilim, döviz fiyatlarının orta vadede daha da artması yönündedir. 50 dolar cent artı 50 Euro cent eşittir 2.40 TL düzeyi, benim hesaplarıma göre “denge kuru” gibi durmaktadır. 2011 yılında ulaşılacak bu düzey, 2012 yılında da yüzde 4 kadar artarsa, cari açığımız iki yıl sonra milli gelirimizin yüzde 3’ü seviyesine inebilir. Bu oranda bir cari açık da sürdürülebilir.
CARİ AÇIK KADER DEĞİLDİR
Doğada hiçbir şey sebepsiz değildir. Her oluşumun zahiri ve hakiki sebepleri vardır. Çoğu zaman sebeple, araz birbirine karışır. Mesela Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Dr. Turhan Tuncer’in açıkladığı tabloya göre, 2011 yılının ilk beş ayında tarım ürünleri dış ticaretinde 2.5 milyar dolar açık verilmesi, cari açığın sebeplerinden biri değil, sadece bir tezahürdür. Yani tarım ürünlerinde dış ticaret açığı verildiği için cari açık artmamıştır. Cari açığı yaratan kök sebep, tarım ürünleri dış ticaretinde böyle bir sonuç doğurmuştur. Benzeri bir hesap, medar-ı iftiharımız otomotiv sektörünün de dış ticaret açığı verdiğini ortaya koymaktadır. Bu açıkları toplayarak, işte cari açık bunlar yüzünden olmuştur demek yanlıştır. Daha da önemlisi, TL’nin değer kaybetmesine izin verilmeden her sektörün MR’ını çekip o sektöre mahsus önlemler alarak dış ticaret açığını kapatacağız demek tam anlamıyla batağa saplanmaktır.
KÖK SEBEP
Cari açığın kök sebebi, döviz fiyatlarının düşük olmasıdır. Bunun dışında söylenen: yok efendim, ulusal tasarruf oranımız düşüktür veya maalesef enerjide dışa bağımlıyız, petrol faturamız çok yüksek gibi sebepler sıralamak “gerçekle yüzleşmemek için” için mazeret yaratma gayretleridir. Döviz fiyatlarının düşük olmasının pek çok faydası vardır. Bu faydaları özellikle son 8 yılda fiilen gördük. Bunların başında da enflasyonun tek haneye düşürülmesi gelir. Eğer ülke ekonomisini yönetenlerin zihin yapılarını doğru okumuşsam (ki öyle olduğunu sanıyorum) cari açığı kapama uğruna döviz fiyatlarının alıp başını gitmesine izin vermeyeceklerdir. Döviz fiyatlarının, alıp başını gitmesine izin vermemek uğruna, Başbakanın direktifine uyarak, yüksek faiz politikası da uygulamayacaklardır. O zaman geriye ekonomiyi soğutarak yani milli gelir artış hızını düşürerek cari açığı, önce mutlak değer sonra da oransal olarak düşürme planı kalmaktadır. Bu planın da başarı şansı yüksek değildir.
Son Söz: Cari açığın, dönüp dolaşıp geleceği yer devalüasyondur.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2011
KRİZ teğet geçti “out”; kriz her an kapıyı çalabilir “in” oldu. Sırtında yumurta küfesi olmayan modern çağın kâhinleri iktisatçılar, sözlerinin ciddiye alınması için yerli yersiz krizden bahseder. Bu normaldir denebilir. Pekiyi, sırtında yumurta küfesi olan Başbakan Yardımcısı veya AKP Genel Başkan Yardımcısı gibi yetkili ve etkili kişilerin “kriz kapıda, aman ha! Tutumlu olun, az para harcayın” demesi normal mi? Yani sık rastlanan bir davranış mıdır? Tabii ki, hayır. Öyleyse ortada gerçekten bir iktisadi kriz ihtimali var. Hatta bazılarına göre bu kaçınılmaz bir oluşum.
İKTİSADİ KRİZ NEDİR
Artık hepimiz ezberledik, kriz “milli gelirin düşmesi” yani fakirleşmek demektir. Kişi, bordrolu olarak çalışıyorsa, işini kaybetmesi; dükkân veya iş sahibi ise, cirosunun düşmesi ve hatta işyerini kapatması onun için kriz demektir. Kısaca kriz, çoğunluğun, gördüğünden aza razı olma mecburiyetinde kalmasıdır. Ancak bu tanımlar krizin görünür sonuçlarıdır ama kendisi değildir. Kriz aslında bir düzeltmedir. Kriz çıkması için, bir şeylerin uzunca bir süredir bozuk gidiyor olması ve bunları düzeltecek önlemlerin alınmamış olması gerekir. Üstelik kriz, kendi kendini azdıran bir sarmaldır. Yani krizi doğuran sebep veya sebepler ortadan kalksa bile, kriz bitmez. Bir süre daha devam eder hatta derinleşebilir. Çünkü kriz çıkınca, kişi veya kurumların kendilerini korumak için alacağı önlemler çoğu kez krizi azdırır. Mesela yatırımların ertelenmesi ve tüketim harcamaların kısılması, milli geliri düşürür.
Diyelim bir tepenin üstünde kocaman bir kaya var. Birkaç kişi, kendileri için daha avantajlı bir konuma gelmesi için ellerinde küskülerle kayayı dibini oyuyorlar. Derken kayanın dengesi bozuluyor ve yamaç aşağı yuvarlanmaya başlıyor. Aynı kişiler ellerindeki küskülerle kayanın önüne geçip onu durduramazlar. Kaya, üzerindeki enerji bitinceye kadar arazinin topografyasına bağlı olarak yuvarlanmaya devam edecektir. Pek tabii kayanın yuvarlanmasını yavaşlatmak hatta durdurmak için bir şeyler yapılabilir. Daha da önemlisi kayanın yuvarlanmasının yaratacağı hasarı azaltıcı önlemler alınabilir. Ama biliyoruz ki bunların etkili olması hem zordur hem de sonuç alınması zamana vabestedir.
İKTİSADİ KRİZİN ÇÖZÜMÜ...
İktisadi krizlerin “kök sebebi” kişilerin gelirlerini, milli gelirden hızlı büyütme kurnazlıklarıdır. Milli gelir artışı zaten bir ortalamadır. Yani bazılarımızın yıllık gelir artışı, milli gelir artışından yüksek, bazılarınızın ki düşük olur. Ancak ortalamanın üstünde gelir veya servet artışı sağlayanların sayısı ortalamanın altında kalanların sayısını aşıyorsa, ekonomide bir veya birkaç balon oluşuyor demektir. Bunların başında da “varlık fiyatları balonu” ile “dış borçlanma balonu” gelir. Her iki balon da sürdürülebilir değildir. Mutlaka sonunda patlar. Kriz sonunda kâğıtlar yeniden dağıtılır. Yeni bir gelir ve servet bölüşümü ortaya çıkar. Kişiler ve kurumlar bu yeniden dağılıma direndikçe kriz derinleşerek sürer gider.
Son Söz: Krizden önce, bina ile borç çok olur.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2011
İKİ hafta önce “The Economist” dergisinde yukarıdaki başlıkla bir makale yayımlanmıştı.
Bu makalede “Gelişmekte Olan Ülkelerde Ekonomilerin Isındığı” ve bazılarının “çok ısındığı” anlatılıyordu. Derginin geliştirdiği bir ölçümleme endeksine göre çok ısınan ülkelerden biri de Türkiye idi. Pek tabii makaleyi hazırlayanların anlatmak istedikleri temel bir iddia vardı. Benim anladığım yazarlar, ulusal ekonomiler ısınırken, o ülkede yaşayanlar, bundan yararlanır yani keyif alır. Ama günün sonunda bu ısınma bir “soğuma krizi” ile sonuçlanır. O zaman da ısınma sırasında gevşeyip rahavete kapılanlar, sonunda buz keserler diyordu.
ISINMA NASIL ÖLÇÜLMÜŞ
Sözünü ettiğm makalenin yazarları 6 göstergeli bir ısınma ölçüm yöntemi geliştirmişler. Bunlar sırasıyla:
Enflasyon artışı.
Cari büyüme hızının, 10 yıllık ortalamadan yüksekliği.
İşsizlik oranının düşmesi.
Kredi hacminin, milli gelir artışından yüksek artması.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2011
YILLARDAN beri, cari açık bir gün başa bela olur diye yazdım durdum. Üstelik istihdam dostu sürdürülebilir yüksek büyüme hızına engeldir dedim. Bu arada 2002 yılında milli gelirin binde 3’ü olan cari açık, 2011 yılında şimdiden yüzde 8’e çıktı. Hatırlatayım: 2002 yılında milli gelir % 6,2 artmıştı. Ama 2001 krizinden yeni çıkılmıştı denebilir. 2000 yılında da % 6,8 büyümüş ve milli gelirin %3,7’si kadar cari açık verilmişti. Kısaca nereden bakılırsa bakılsın, hangi yılla kıyaslanırsa kıyaslansın, Türk ekonomisi yapısal bir dönüşüm geçirmiş ve “cari açık bağımlısı” olmuştur. Cari açık vermeden, büyüyemez haldedir. Ancak aklıma bir soru takıldı: Acaba cari açık, gerçekten benim dert ettiğim kadar kötü bir şey midir?
VERMİŞ DE NE OLMUŞ?
Ne olmuş? Milli gelirimiz, 2011’in muhtemel büyümesini de katarsak, son 9 yılda % 57 artmış. Ucuz döviz ve ucuz Çin malları sayesinde sanayi ürünlerinin fiyatı göreli olarak düşmüştür. Halkın tüketim kalıbı daha yüksek kaliteli mallara doğru değişmiştir. Alp dağlarında kayak yapmak, Uludağ’a gitmekten ucuz hale gelmiştir. Biraz abartarak söylersek, orta halli vatandaşlar yeni marinalar yapılmasına rağmen, yatlarını bağlayacak yer bulmakta zorlanmaktadır. Milyarder ve milyoner sayılarındaki artışta dünya birincisi olmuşuzdur. Kısaca, halkın refah seviyesi en muhaliflerin bile inkâr edemeyeceği kadar yükselmiştir.
NEREDEN ÇIKTI BU CARİ AÇIĞI DÜŞÜRME HEVESİ
Kısaca her şey çok iyi gitmiştir. Her şey bu kadar iyi gitmişse, bunda cari açık vermenin payı yoktur denebilir mi? Denemez herhalde. Buna rağmen “önemli olan bütçe açığının ve kamu borcunun düşürülmesidir” deyip, tüm önlemleri bu amaca odaklayan Ekonomi Çarı Babacan ve Merkez Bankası’nın tepe yönetiminde, bir cari açığı küçültme “eylemi” veya en azından “söylemi” gözlemler olduk. Hatta Başbakan, sırf bu iş için bir bakan görevlendirdi. O zaman bana da “cari açı iyidir” diye yazmak düşüyor. Serde eleştirel olmak var ya, çoğunluk ne derse, ben tersini söylemeliyim.
HEPSİ ŞAKA, BU CİDDİ
“Finanse edilebildiği sürece cari açık sorun değildir” tezini yıllarca savunanlar şöyle düşündüler herhalde. Vadiler olmasa, dağlar da olmazdı. Cari fazla verenler olmasa, cari açık verenler de olmayacaktı. Ekonomimize cari açık verdiren “küresel sermaye hareketleridir”. Cari açığımızı düşürecek dinamikler de aynı sistemden kaynaklanacaktır. Cari açığı düşürmek için alınacak makro ve mikro önlemler, yani “serbest piyasaya devlet müdahalesi”, sorunu daha da karmaşık hale getirebilir. İyisi mi çözümü serbest piyasa sistemine bırakalım. Sıkışırsak, özel sektör borçlarını ödeyemiyor deriz. Zaten bu küresel ortamda, kimin eli, kimin cebinde belli değildir. Dolayısıyla acze düşen borçlunun imdadına, onun alacaklıları yetişmektedir. Yardım gelmezse, krize gireriz. Kriz de cari açığı düşürür. 2001’de 2009’da krize girdik de ne oldu? Bir yıl sonra füze gibi çıkmadık mı krizlerden. Yine de çıkarız.
Yediğimiz içtiğimiz de yanımıza kâr kalır.
Son Söz: Kriz, teğet geçmez.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2011
ALTERNATİF tıp olur da alternatif ekonomi olmaz mı? Bal gibi olur. Geleneksel tabipler, iyileştirmek için hastasına ya “acı hap” yutturur ya da ameliyat edip onun “canını acıtır”. Buna da “kanıta dayalı tababet” (Evidence Based Medicine) derler. Alternatif tıp hekimleri ise, acı ilaç içirmeden, cerrahi müdahaleyle can acıtmadan hastalarını iyileştirdiklerini söylüyorlar. Bu hekimler hastalıkların vücudunu ovarak ve okşayarak, belli yerlerine ince iğneler batırarak veya şifalı otların suyunu içirerek tedavi ediyorlar. Onlar da bizim de kanıtlarımız var diyerek iyileşen hastaların tanıklıklarını gösteriyorlar. Ancak bilimin esası olan “sebep-sonuç” ilişkilerini açıklamada yetersiz kalıyorlar.
KANITA DAYALI İKTİSAT
İktisatta da benzeri bir tartışma var. “Kanıta dayalı iktisadın” yerine “sonuca dayalı iktisat” tezleri ileri sürülüyor. Nedensellik ispatlanamayınca “vallaha, netice ortada; biz yaptık oldu” deyip örnek vak’a anlatıyorlar. Başarı hikâyesindeki açıklama yeteri kadar bilimsel bulunmazsa, “bu bir mucizedir” ters bir şey olursa da “şanssızlık” deyip işin içinden çıkıyorlar. Mesela Türkiye’de yaşanan “alternatif iktisat” mucizelerin en büyüğü 2003-2007 yılları arasında yüksek faiz politikası uygulanırken, hem enflasyonun düşürmesi hem de yüzde 7 gibi yüksek bir büyümenin gerçekleşmesidir. Kanıta dayalı iktisat, enflasyonu düşürmek için uygulanan yüksek faiz politikasının, büyümeyi yavaşlatacağını söyler. Eğer aksi olmuşsa, demek ki, enflasyonu düşüren yüksek TL faizi değil, yüksek TL faiziyle sağlanan bol döviz girişi ve bu sayede ucuzlayan dövizdir. Büyümeyi sağlayan da TL cinsinden hesaplanınca, sıfırın altına düşen dövizli kredi faizidir. Bu politikanın da adı “örtülü kur çapası” ödünü de “yüksek cari açıktır” der. Nitekim şimdi sıra geldi bedeli ödemeye yani “cari açığın düşürülmesine”.
SAYIN ZAFER ÇAĞLAYAN CARİ AÇIK KAPAMA BAKANI MIDIR?
Eğer bu ülkede, bir kişiye ekonomi bakanı denecekse, o da Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan’dır. Çoğu ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bir “ekonomi” (iktisat) bakanı yoktur. Ama her ülkede iktisadi faaliyeti eşgüdümleyen bir bakan veya başbakan yardımcısı vardır. Bu kişi çoğu kez Maliye veya Hazine Bakanı diye adlandırılır. Ortada ekonominin tümünden sorumlu koskoca bir Başbakan Yardımcısı Babacan dururken, niye eski Sanayi ve Ticaret Bakanına “Ekonomi Bakanı” dendi diye düşündüm. Yapılan açıklamalardan çıkardığım sonuç, Çağlayan’a cari açığı kapama görevi verildiğidir.
POLİTİKA AÇMAZI
Bu hükümet hem cari açığı düşürmeyi istiyor, hem de bunun gereği olan TL’nin değer kaybetmesine (devalüasyonun kibarcası) izin vermek istemiyor. Çünkü değerli TL, enflasyon canavarının boynuna takılmış bir tasmadır. Bu tasma çözülürse, canavar tekrar azabilir diye düşünülüyor. Enflasyon azarsa, bu güne kadar elde edilen kazanımlar da büyük çapta kaybolabilir endişesi var. O zaman uygulanacak yeni ekonomi politikasının amacı ve kısıtları şöyle formüle ediliyor. “TL’nin fazlaca değer kaybetmesine izin vermeden, biraz büyümeden fedakârlık ederek, cari açığı yönetilebilir seviyeye, mesela milli gelirin %3’ü düzeyine indirmek”. Cari açık, döviz talebinin, döviz arzından fazla olması halidir. Geleneksel iktisada göre bu sonuç, esas olarak bir “döviz fiyatı sorunudur”. Acı ilaç gereklidir. Alternatif tıbba yani iktisada göre, acı hapı yutmaya gerek yoktur. İthalatı azaltan ve ihracatı arttıran bir dizi mikro önlemler almak yeter. İşte bu görev şimdi “ekonomi bakanı” olan Çağlayan’a verilmiştir. Haydi hayırlısı! Dayan Çağlayan, arkandayız.
Son Söz: Fiyatın işlevine inanmayan, ekonomiye inanmıyor demektir.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2011
TÜRKİYE’de cumhuriyet, 1923’te bir devrimle; demokrasi ise 1950’de başta Amerikalılar olmak üzere Batılı büyük devletlerin telkiniyle kurulmuştur.
1923 ile 1950 yılları arasında iki dönem vardır. Birincisi, 1923’ten 1938’e kadar süren Atatürk, ikincisi de 1938’den 1950’ye kadar süren İnönü dönemidir. 1946’da yeterince serbest olmayan bir siyasi ortamda yapılan ilk çok partili genel seçimleri CHP kazandı. Ama bu, sözde seçimdi. Gerçek anlamda ilk çok partili serbest seçim 1950’de yapılmıştır. 1923 ile 1950 arasında CHP değil, önce “ebedi şef” Atatürk sonra da “milli şef” İnönü iktidardadır. Unutulmasın bu dönemde Avrupa’da bile Hitler, Musolini, Franko, Salazar gibi diktatörler görev yapmıştır. Dünya, bugünkü demokratik yönetim tarzından çok uzaktaydı. Öyle veya böyle, şefler dönemine “CHP’nin iktidar olduğu yıllar” demek yanlıştır. Şefler döneminden sonra da CHP iktidar partisi olamamıştır. Kısaca CHP’nin bir parti olarak, tek başına icraatından sorumlu olduğu herhangi bir dönem yoktur.
ECEVİT’İN RÜZGÂRI DA BATIDAN ESMİŞTİR
1970’lerde Avrupa’dan ve Rusya’dan esen kuvvetli “sol” rüzgârlarla, bir aralık CHP oylarını arttırmıştır. Buna rağmen CHP’li Ecevit, ancak Necmettin Erbakan’ın desteği ile 1974’de demokratik yolla başbakan olabilmiştir. O Necmettin Erbakan ki, bugünkü AKP’nin hocası ve kurucu babasıdır. Kısaca CHP 1923’den beri iktidar değildir. Görünür bir istikbalde de iktidara gelemez. Bu ülkede, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi’nin dünya görüşünün devamı olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temsil ettiği “dindar-liberal” ideolojiye alternatif olan “laik-devletçi” fikriyatın “pazar payı” düşüktür. CHP’nin, AKP’den daha çok oy almasını ümit etmek, Sultanbeyli’de açılacak bir Suşi lokantasının, kebapçıdan fazla müşteri toplayacağını beklemeye benzer. Demokraside, çoğunluk iktidar, azınlık muhalefet olur.
MEŞRU MUHALEFETSİZ DEMOKRASİ OLMAZ
Milletimizin, demokrasi içinde CHP’ye uygun gördüğü rol muhalefettir. Ülkenin selameti ve demokratik sistemin sağlıklı işlemesi için, meclis içinde çalışacak meşru bir muhalefet, güçlü bir iktidar kadar gereklidir. Bu, iktidarı da meşru kılar. Seçim sonuçlarına göre, politika pazarında “pazar payı” düşük olan CHP, iktidara gelmek için AKP mukallitliği yapmaya yeltenmeden veya demokrasi dışı çözümleri aklından geçiriyormuş gibi bir intiba vermeden, muhalefet görevini “kendi gibi” yapmalıdır. CHP’nin “yemin boykotu” yersizdir. Devrimci bir mirasa sahip çıkması gereken CHP’ye yaraşan, “kendine eza ederek” karşısındakini zalim pozisyonuna düşürüp taviz koparmak değil, mücadele etmektir. Hele, hele karşısındaki, rakibini ezmeği kendine oyun tarzı olarak seçmişse bu hiç olmaz.
Son Söz: İktidar, muhalefetten de sorumludur.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2011
HAZİRAN ayında Tüketici Fiyatları Türkiye genelinde % 1,43 geriledi. Her yıl bu aylarda yaş meyve sebzenin bollaşması sonucu, bir enflasyon gerilemesi yaşanır.
Bu yıl da aynı olayın tekrar etmesi normaldir. “Normal” istatistik dilinde “en sık rastlanan” demektir. Üstelik Mayıs ayında enflasyon umulandan yüksek çıkmıştı. Ekonomide beklenmeyen yükselmelerden sonra beklenmeyen inişlerin yaşanması işin doğasında vardır. Dolayısıyla haziran ayında enflasyonda bir düşüş bekleniyordu. Ama eksi % 1,43 kadar büyük bir geriye gidiş beklenmiyordu. Bu sayede yıllık tüketici enflasyonu % 6,5 düzeyinin altına indi. Ancak üretici fiyatlarıyla enflasyon hâlâ % 10’un üstünde seyrediyor. Sonbahara doğru enflasyonda yani tüketici fiyatlarında tekrar bir artış gözlenmesi de “normal” olacaktır. Bu hem mevsimsel hareketlerden hem de ÜFE ile TÜFE arasındaki farkın kapanmasın dolayı gerçekleşecektir.
ENFLASYON, PATLICAN BİBER FİYATLARI DEĞİLDİR
Ne zaman enflasyonda bir düşme veya yükselme gözlense, hemen ortaya “zerzevat fiyatları sayesinde veya yüzünden” açıklaması konur. Bu kez de yine öyle oldu. Pek tabii galat olarak kendisine enflasyon denilen “Tüketici Fiyat Endeksi” piyasada belli ürünlerin fiyatları izlenerek ölçülüyor. Bu ürün sepetinin içinde gıda maddelerinin önemli bir payı var. Dolayısıyla patlıcan, biber, domates fiyatları şu veya bu sebeple düşünce veya artınca endeks de yükselip alçalıyor. Ancak TÜFE endeksi, enflasyonun kendisi değil bir yansımasıdır. Ayrıca önemli olan aylık hareketler değil, yıllık oranın izlediği patikadır. Zerzevat fiyatları artınca enflasyon yükselmez. Enflasyon artınca zerzevat fiyatları “kalıcı” olarak yükselir.
ENFLASYON HER ZAMAN PARASAL BİR OLAY DA DEĞİLDİR
Günümüzün parasalcı iktisatçıları ustaları Friedman’ın özdeğişlerini “nas” yani “değişmez doğru” kabul ederler. Friedman’ın “enflasyonun her zaman parasal bir olay olduğu” mealinde bir sözü vardır. Doğrudur; ama enflasyonun her zaman parasal bir olay olarak ortaya çıkması bir sebep değil, sonuçtur. Friedman’ın sözüne dayanarak, bir ülkede enflasyonun zapturapt altına alınma sorumluluğu, paranın patronu olan merkez bankasına aittir denir. İşte bu doğru değildir. Şüphe yok ki, merkez bankaları uyguladıkları para politikasıyla enflasyonun seyrini yadsınamayacak şekilde etkilerler. Ama onların kullandıkları aletlerinde işe yaramadığı haller vardır. O zaman merkez bankası, enflasyonun gerçek sorumlusu hükümete “mektup” yazar.
Yazının Devamını Oku