19 Ekim 2011
NEW York, Hollandalı göçmenler tarafından kurulduğu için adı eskiden New Amsterdam imiş.
Manhattan adasının Güney ucuna yerleşen göçmenler, kendilerini yerlilerden ve kasabaya girmesini istemedikleri insanlardan korumak için mahallelerinin etrafına bir duvar, yani sur inşa etmişler. Surun içe bakan tarafına da Sur Sokağı “Wall Street” demişler. Bundan 220 yıl önce bu sokakta “değerli kâğıt” işlemleri başlanmış ve burası bizim Tahtakale’ye benzemiş. Hollandalılar, Amsterdam’ı Avrupa’nın finansman merkezlerinden biri haline getirmiş bir milletti. Bu bilgi birikiminden yararlanarak Amerika’da kurdukları New Amsterdam’ı da Amerika’nın “Finans Merkezi” yapmışlar. İşte bugünlerde, pek de halk olmayan eylemcilerin “bankaları kurtarmayın, halkı kurtarın” diye nümayiş yapıkları Wall Street adlı cadde budur. Aslında kurtarılan Wall Street değil, halkın tasarruflarıdır.
MİLLİ GELİR VE SERVETİN DAĞILIMI
Toplum hayatında ortaya çıkan bütün itiş kakışlar, döner dolaşır sonunda “milli gelirin yeniden dağılımı” talebine dönüşür. Hocam Sadun Aren ekonomide 20 kadar temel soru alanı vardır; bunların başında da milli gelir dağılımı meselesi gelir derdi. Milli gelir dağılımın nesnel değişiyle “eşitlikçi” olmamasının sebebi de milli servetin eşitlikçi dağılmamış olmasıdır. Servetin kaynağı her zaman haklı kazançlar değildir. Hatta çoğunlukla ranttır. Rantın kaynağı da devletle kurulan ahbap çavuş ilişkileridir. Bu devletin tanımının içine, belediyeler, kamu bankaları, maliye ve merkez bankası da girer. Rant, milli geliri çoğaltan herhangi bir katma değer yaratmadan elde edilen kişisel gelir veya servet demektir.
SİYASİ İKTİDAR GEÇİCİ İKTİSADİ KALICI
Bu sebeple, iktidara gelenler öncelikle, rant yaratan mevkilere kendilerini veya yakınlarını oturturlar. Siyasi iktidar bir gün sona erer, ama menkul ve gayrimenkul servete bağlanan iktisadi iktidar ebediyen sürer. İktisadi iktidarın sürekliliği Amerika için de doğrudur. Bu gerçek, iktidara Cumhuriyetçilerin veya Demokratların gelmesiyle değişmez. Nitekim devletin banka kurtarmasına karşı çıkma şeklinde başlayan nümayişlerin sözcüleri sonunda baklayı ağızdan çıkarmış ve “milli servetin yeniden dağılımını” talep etmiştir.
KAMU BORCUNDA ALACAKLI AZINLIK BORÇLUSU ÇOĞUNLUK
Bir ülkenin cari açıkları hesaba katılmazsa, kamu borcunun hem alacaklısı, hem de borçlusu, o ülkenin halkıdır. Ama halk, tek değildir. Hemen her ülkede az sayıda aile, ulusal tasarrufun çoğunu yapar. Dolayısıyla devlet tahvillerinin büyük bir kısmına sahiptir. Kabaca, nüfusun yüzde 10’u mevduatın yüzde 90’ına sahiptir dense yanlış olmaz. Kamu borcu ve/veya cari açık artıyorsa; devlet, yerli ve yabancı tasarruf sahiplerinden ödünç alıp, fakirler için harcıyor denebilir. Bedava eğitim, bedava sağlık hizmeti, kısa sürede emeklilik, yeşil kart, zararına çalışan şehir içi ve şehirlerarası yolcu taşımacılığı v.s. Bu yöntem sürdürülemez olunca, kamu borcunu azaltmak için, öncelikle reel bütçe açığını kapamak gerekir. Bu da yukarıda sıralanan sosyal transferleri imkânsız kılar. Yani “olandan al - olmayana ver” muhabbeti bozulur. Hele, hele hem cari açığı düşürme hem de kamu borcunu azaltma aynı sırada yapılmak istenirse, devlet bütçesi bu kez “fakirden al-zengine ver” emme basma pompasına dönüşür.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2011
“BİZE plan değil pilav lazım” 1960’lı yıllardan kalma bir takılmadır.
1960’lı yıllarda tüm dünyada “kapitalist olmayan bir yolla hızlı kalkınma” arayışı vardı. Bunun da ancak, ulusal ekonominin merkezden planlanmasıyla gerçekleşebileceğine inanılıyordu. Merkezi planlama, sosyalist düşüncenin bir ürünüydü ve CHP tarafından benimsenmişti. Bugünkü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin aile büyüklerinden Adalet Partisi, hem CHP hem de sol kokan iktisadi planlama fikrine soğuk bakmıştır. CHP “plan, ille de plan” diye bastırınca, Adalet Partisi saflarından “bize plan değil pilav lazım” şeklinde alaylı bir itiraz yükselmişti. “Orta Vadeli Program” bana bunu çağrıştırdı.
AKP PLANLI EKONOMİ Mİ SAVUNUYOR?
Hayır, savunmuyor; ama “cari açık” milli gelirin yüzde 10’u gibi sürdürülemez bir düzeye ulaştığı için, bu çok tehlikeli gidişe, programlı bir şekilde dur demek istiyor. Kuşku yok, iş başına gelmeden önce AKP’nin önder kadrosunun zihninde bir iktisadi politika tercihi vardı. AKP’nin iktisadi politikası, Turgut Özal’ın 3 maddede topladığı 1980 modeli parasalcı ekonomik yol haritasıydı. Bunlar sırasıyla:
A) Stabilizasyon (mali istikrar): Enflasyonu indirmek, bütçe açığı ve kamu borcunun GSMH’ya oranını düşürerek kamu finansmanını sağlıklı bir yapıya kavuşturma,
B) Özelleştirme: İktisadi hayatta devleti malik ve müteşebbis rolünden sıyırma. Mevcut kamu işletmelerini özel sektöre devretme ve yeni yatırımları da özel sektöre yaptırma, hatta kamu hizmetlerini imtiyaz yoluyla kısmen özelleştirme,
C) Serbestleştirme: İthalat ve ihracat üzerinde herhangi bir kısıtlama uygulamama. Daha da önemlisi, sıcak, ılık veya soğuk sermaye giriş ve çıkışlarına ülke kapılarını ardına kadar açma, bu hareketleri teşvik etme.
ORTA VADELİ PROGRAMLAR NİÇİN TUTMADI
Türkiye için 2008’de başlayan ve tüm dünyada 2009’da devam eden krizden sonra, Hükümet bundan önce iki defa daha üç yıllık “orta vadeli program” açıkladı. Bu programlar 2010-2011-2012-2013 yıllarını kapsıyordu. Açıklanan her iki programdaki öngörülenler tutmadı. Büyüme daha hızlı oldu, kamu borcunun milli gelire oranı daha hızlı düştü, bütçe açığı daha çabuk kapandı ve maalesef cari açık kelimenin tam anlamıyla patladı. Çünkü hükümet, cari açığın en etkili çözümü olan devalüasyondan (kendince haklı olarak) kaçtı. Çünkü o takdirde enflasyon patlayabilir, kamu açıkları artardı. Bunu yapmayınca öngörüler tutmadı.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2011
BU konuyu gündeme getirmeme, köşedaşım Şükrü Kızılot Hoca vesile oldu. Pazartesi günkü yazısında Şükrü Hoca, yeni Ticaret Kanunu’na göre, vergisiz olarak yapılmasına 1 Temmuz 2012 tarihinden itibaren izin verilen bir uygulamaya, Sermaye Piyasası Kurulu’nun 10 Ekim 2011’den itibaren izin verdiğini ve bu izine güvenerek işlem yapacak anonim şirketlerin ileride vergi cezacına çarptırılabileceklerini söyledi.
Bu, zamanında kaleme alınmış bir uyarı yazısıdır. Bana göre uyarılanlar sadece anonim şirketlerin muhasebecileri ve onların vergi müşavirleri değil, aynı zamanda Maliye Bakanlığı’nın vergi denetim teşkilatıdır. Onların da derhal konuyu ele alıp, Şükrü Hoca’nın faraza dediği hali irdeleyerek, ne şekilde hareket edeceklerini mükelleflere şimdiden bir genelge ile bildirmeleri gerekir. Bu, iyi niyetli denetçi olmanın ahlaki bir vecibesidir.
ANONİM ŞİRKETLER KENDİ HİSSE SENETLERİNİ ALIP SATABİLİR Mİ?
Konu kısaca şöyle: Hisse senetleri İMKB’de işlem gören bir şirket kendi hisse senetlerini, düşük fiyattan alıp yüksek fiyattan satarsa, aradaki fark kurum kazacı mıdır? Kurum kazancı ise, bu meblağ vergi matrahına dâhil edilmeli midir? Eğer bu hisse senetleri yüksek fiyattan alınmış ve düşük fiyattan satılmışsa, bu kurum zararı mıdır? O zaman bu zarar, kurumlar vergisi matrahından düşülebilir mi? Benim Hoca’nın yazısından anladığım, vergi otoritesinin bugünkü anlayışı, şirketlerin kendi hisse senetlerini İMKB’de alıp satmalarını (işlem arızi de olsa) bir ticari işlem olarak gördüğüdür. Dolayısıyla bu tutar, vergi matrahını değiştirmektedir. Hâlbuki yeni Ticaret Kanunu 1 Temmuz 2012’den sonra yapılacak işlemlerde bu anlayışı ortadan kaldırmaktadır. Dolaysıyla ortada bir vergi cezası sorunu olmayacaktır.
MUHASEBE, VERGİ VE EKONOMİDE RASYONELLİK
Muhasebe, bir bakıma şirkette cereyan eden olayların tarihini yazmaktır. Tarih yazanların temel sorumluluğu da olayları gerçeğe uygun, doğru ve adil olarak kayda almaktır. Her ne kadar vergi salmanın mantığı ile işletme yönetiminin akılcılığı tıpa tıp aynı olmasa bile, aralarında çok sıkı bir bağ vardır.
Çünkü adil ve doğru vergilendirme, işletme yönetime rasyonel karar alma konusunda yol göstericidir. Bu da halkın refahını ve istihdamı yakından ilgilendirir.
KENDİ HİSSE SENEDİNİ ALIP SATMAK BİR ŞİRKETTE NE KÂR YARATIR, NE ZARAR
Sözü uzatmadan söyleyeyim. Bir anonim şirketin (isterse o şirket İMKB’de kota alınmış olsun ister olmasın) kendi hisse senetlerini alıp satması, ne olağan ne de olağanüstü bir ticari işlem değildir. Bu, bir sermaye hareketidir. Yani sermaye arttırmak veya azaltmak işleminden başka bir şey değildir. Velev ki bu işlem hissenin piyasa değerini korumak için yapılmış olsun. Netice değişmez. Yapılan işlem, kurum geliri veya gideri yaratmaz. Bir işlemin satış olabilmesi için karşılığında para alınan şeyin, bilançoda yer alan bir varlık (aktif) olması gerekir. Şirket, kendi hissesini satın alınca, hisse senedinin nominal bedelini ödenmiş sermayeden, kalanını da yedek akçeden indirir. Satınca da tersi işlem yapılır. Bir şirketin bilançosunda, kendi hisse senedi “varlıklar” (aktif) içinde yer alamaz. Satışı da kâr veya zarar yaratamaz. Emisyon primi (ilk veya sonraki sermaye artışlarında ortaya çıkan) temettü olarak ebediyen dağıtılamaz.
Son Söz: Kötü muhasebe, ekonomiye zarar verir.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2011
EĞER kendinizi iyi şoför olarak nitelendiriyorsanız, bilin ki “kötü” araba kullanıyorsunuzdur. Eğer kendinizi sadece iyi şoför olarak nitelendirmekle kalmayıp, bunu araç içindekilere ispatlamak istiyorsanız, bilin ki “çok kötü” araba kullanıyorsunuzdur. Bugüne kadar hiç kaza yapmadıysanız, çok şanslısınız demektir. Çünkü bu ruh haletiyle kaza yapmanız an meselesidir. Hem de çok kötü, Allah göstermesin ölümlü bir kazaya sebep olabilirsiniz. Pekiyi, kötü araba kullandığınız halde niçin kendinize iyi şoför diyorsunuz? Çünkü bir sürü yerli ve yabancı polisiye filmi seyrediyorsunuz. Bu filmlerin kahraman polislerinin hepsi çok usta yani iyi şofördür herhalde. Çok iyi şoför oldukları için nasıl araba kullanıyor dikkat ettiniz mi? Arabasını daracık yollarda, hem de bir elinde telefon olduğu halde hızla sürüyor. Dönemece son sürat giriyor ve dönemeçten arabaya kıç attırıp savrularak çıkıyorlar. Tabii bu filmleri izleyenlerin beyninde “iyi şoförler” işte böyle araba sürer yargısı oluşuyor.
Eğer kendinizi önemli bir insan olarak görüyor ve kendi arabanızı kendiniz kullanıyorsanız, mutlaka çok kötü araba kullanıyorsunuzdur. Çünkü önemli insanlar diğer şoförlere tepeden bakar. Onların kendisine saygı göstermesini, yol hakkı kendisinde olmasa bile ona yol vermesini bekler. Çünkü o, önemli bir kişidir. Önemli kişilerin “haksız olma hakkı vardır.” Siz ülkemizin önemli kişilerinin bindikleri araçların, yollarda nasıl seyrettiğini yaşayarak görüyorsunuz. Bunların hepsi çok hızlı gider, kırmızı ışıkta durmak dâhil, hiçbir kurala uymaz. Önlerinde ve arkalarında koruma araçlarıyla tozu dumana katarlar. Bunları gözlemleyen bir insanın zihninde şöyle bir yargı oluşur: Demek ki; önemli adamların içinde olduğu araçların “trafik kurallarına uyma zorunluluğu” yoktur.
DAVRANIŞLARI DEĞER YARGILARI BELİRLER
Herkes, değer verdiği kimselere benzemek ister. Değerli bir kimseye benzemek için yapılan hareket ise doğrudur. Hiç kimse, değersiz bir şey için emek sarf etmez. Bile, bile yanlış hareket etmez. Bu yolda ilerlerken kötü bir akıbetle karşılaşınca, şanssızlık der. Eğer değer yargılarını değiştirmemişse, davranış tarzını değiştirmez. Şimdi birlikte düşünelim. Hem usta şoför, hem de önemli kişi olmak “değerli” bir şey değil mi? Öyleyse şöyle düşünmekte haklıyız. Ben, arabamla tehlikeli hareketleri yapıp, hem kahraman polisler gibi “iyi ve usta şoför” olduğumu kanıtlamak, hem de araç sürerken hiçbir kurala uymayarak “önemi kişi” olduğumu çevreme haykırmak istiyorum. Yoksa benim kötü araba sürmek veya kuralları çiğnemek gibi bir emelim yok. Ben sadece hem “kahraman polis” hem de “önemli kişi” olmak istiyorum. Bunun nesi kötü? Bu benim de hakkım değil mi? Ben de insanım, benim de canım var. Benim tedbirsiz ve terbiyesiz araç kullanmama bakıp, benim hakkımda kötü düşünmeyin. Ben çok iyi bir insanım. Karıncayı bile incitmem. Ama lütfen kabul edin. Ben hem çok iyi şoförüm hem de çok, ama çok önemliyim. Essahtan!
Son Söz: Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2011
AKP hükümetinin “yerli otomobil” diye bastırmasını sebebini anlamaya çalışıyorum. Çünkü AKP hükümetinin veya kısaca Sayın Erdoğan’ının 9 yıldır izlediği ekonomi politikasının “ana eksenine” bu proje ters düşüyor. Bir ihtimal 9 yıldır izlenen ve Türkiye’yi içinden çıkılması zor bir cari açık meselesi ile karşı karşıya bırakan “liberal ekonomi ekseni” değiştirilmek isteniyor. Belki de başka bir sebep var. Şunu itiraf etmem gerekir ki; bu kabil aykırı çıkışlara başlangıçta anlam vermekte zorlanıyorum. Bunun için “bilardo analizi” yapmaya karar verdim.
BİLARDO ANALİZİ
Bilardoda, isketenin topa vuruş gücü ve açısı, hareket “sondan başa doğru” kurgulanarak saptanır. Bilardo masasının dört yanı, yarı esnek duvarla çevrelenmiştir. Topun sonunda varacağı yerin, vuruşun yapıldığı anda oluşan gidiş istikameti ile hiç ilgisi olmayabilir. Oyuncu, topu, diğer topa ve özellikle kısa ve uzun kenarlara çarptırıp yön değiştirerek hedefe ulaştırır. Acemi seyirci topun ilk gidiş yönünü, son gidiş yönü sanabilir. Hatta deliğe girecek topla onu deliğe itecek topu birbirine karıştırır. Ancak usta oyuncuları seyrettikçe topun deliğe veya vurması gereken diğer topa nasıl zigzaglı bir yolla vardığını anlar.
DEVLET ÖZEL SEKTÖR ORTAKLIĞI
Benim, “İş Hayatında Deneyler ve Sonuçları” dağarımda, devlet-özel sektör ortaklıklarının, ya başarısız olduğu ya da “milletin kazıklanması” ile sürdürüldüğüne dair çok vak’a kaydı var. 2011 yılı sonu itibariyle söylüyorum, Türk otomotiv sanayii gerçekten çok ileri bir noktaya gelmiştir. Bu sektördeki oyuncuların yabancı firmalar olması bu gerçeği değiştirmez. Sektör bu kadar büyük başarılara imza attıktan sonra 1960’lara ait ve o zaman belki de doğru olan “yerli otomobil” projesinin bugün tekrar hayata geçirilmeye çalışılması tuhaftır. Üstelik bunu CHP’nin değil, AKP’nin gündeme getirmesi çok terstir. Ben bu gelişmeleri acemi bilardo oyuncusu gibi seyrediyor ve filmin sonunda hangi topun deliğe gireceğini görmüyordum.
BABAYİĞİT GİRİŞİMCİ
Çünkü büyüklerimiz bize bu işi yapacak “bir babayiğit” özel girişimci çıkacaktır herhalde diyorlardı. Ben, zarar etmesi kaçınılmaz böylesi bir yatırıma girişecek bir babayiğidin var olmasını mümkün görmüyordum. Ne zaman basında bu girişim devletin ile özel bir şirketin % 50 + % 50 ortaklığı şeklinde gerçekleşebilir haberi çıktı o zaman uyandım. Üstelik ilgili bakanımız, otomobil sektöründe haksız rekabetin önünü açacak şekilde “bakanlıkların filoları ve benim makam aracım yerli otomobil” olur diye kükremesiyle gözüm açıldı. Meğer aranan girişimci bir babayiğit değil, “bir baba ile bir yiğit” imiş. Dostum Yılmaz Argüden’in hatırlattığı gibi bazılarımız, devlete “baba”; yeğene de “yiğit” der, O zaman bu girişimci de “baba ile yeğen” olur.
Son Söz: Babayiğit, arkasını babasına yaslamaz.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2011
TÜRKİYE ekonomisini yönetenlerin izleyecekleri strateji değişmiştir. Bu değişikliğin iyice anlaşılması, iş adamları ve bankacılar için yaşamsal derecede önemlidir. Geçen yıla kadar, ekonomi yönetiminin birinci amacı “enflasyonu düşürmek ve düşük düzeyde tutmak” idi. Bu hedef tutturulmuştur. Otobüsü yakalamak amacıyla koşan adam, otobüse bindikten sonra koşmaya devam etmez. Ancak kapı açıkken, basamakta seyahat etmeye kalkarsa, yakaladığı otobüsten bırakın inmeyi, düşebilir de. Enflasyon bundan böyle “usuletle ve suhuletle” idare edilecektir. Türkiye, enflasyonu resmi adı “enflasyon hedeflemesi” olan “örtük kur çapası” yöntemiyle düşürmüştür. Bunun için “yüksek faiz-düşük kur” politikası izlemiştir. Pek tabii bunun sonucunda ortaya devasa bir “cari açık” meselesi çıkmıştır.
YENİ STRATEJİK HEDEF CARİ AÇIĞI DÜŞÜRMEKTİR
Enflasyonu görünür veya örtük “kur çapası” ile düşürmenin ödünü, yani istenmeyen bir bedeli vardır. O da cari açığın büyümesidir. Bunu herkes biliyordu. Yapılan bilinçli bir tercihti. Enflasyon canavarı kafese konduğuna göre, şimdi sıra “cari açık canavarını” kafese koymaya gelmiştir. Bu yeni stratejinin kaçılmaz kıldığı yeni politika “yüksek kur-düşük faiz” olacaktır. Bu, benim zaten başından beri savunduğum politika olduğu için, yapılan değişiklikten memnun olduğum açıktır. İş adamlarımızın ve özellikle bankalarımızın bu değişiklikten pek mutlu olmadığının farkındayım. Devamlı cızırtı yapıyorlar. Ama şuna inansınlar ki, bu değişim orta ve uzun vade de en çok onların hayrına olacaktır. Yoksa iki de bir “stres testi” yaptırarak, devalüasyon olursa halim nice olur stresinden kurtulamazlar. Stresten kurtulmanın yolu onu yaratacak sebepten, yani cari açıktan kurtulmaktır.
SOSYAL BİLİMLERİN ANALİZ YÖNTEMİ
Pennsylvania Üniversitesindeki hocalarımızdan biri, yöneylem araştırmalarının kurucusu, sistem düşüncesinin öncüsü, yönetim bilimcisi, felsefeci ve matematikçi Russell Ackoff idi. Ackoff bir makalesinde, fizik bilimlerin analiz yöntemi, ele alınan bir parçayı, acaba bu parça kendisinden daha küçük hangi parçalardan kuruludur diye onun bölünemez en küçük parçasına (a-tomuna) kadar parçalara ayırmaktır. Sosyal bilimlerin analiz yöntemi ise, ele alınan parçayı, acaba bu parça, kendinden büyük hangi parçaya aittir diye düşünüp, “bütün”e ulaşmaktır diye yazmıştı. Onun bu satırları bana hep rehber olmuştur.
YERLİ MALI TÜRK’ÜN MALI, HERKES ONU KULLANMALI
İktisat, bir sosyal bilimdir. Cari açık da iktisadi bir fenomendir. Cari açığı analiz ederken, bu büyük açık, acaba hangi küçük açıkların bir araya gelmesiyle oluşmuştur diye düşünmek yanlıştır. Kullanılması gereken analiz yöntemi “bu cari açık sorunu, acaba kendisinden daha büyük hangi makro ekonomik sorunun bir parçasıdır” diye düşünmek olmalıdır. Ancak bu yöntemle doğru “sebep-sonuç” ilişkini saptanabilir. Yoksa mazota bitkisel yağ katarak, her sektörü ayrı, ayrı inceleyip karmaşık, suiistimale müsait ve bütçeye yük teşkil edecek teşvik tedbirleri alarak veya
yerli malı haftaları düzenleyerek cari açık kapanmaz.
Son Söz: Bütün, parçayı içerir; parça bütünü içermez.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2011
DURUN, hemen telaşlanmayın; bu Cumhuriyet devrimlerini ortadan kaldıracak karşı devrim değil. Öyle bir ikinci devrime zaten gerek kalmadı.
Bu “devrim” yeni yerli otomobildir. Siyasi tarihimizin utanç veren olaylarından biri 27 Mayıs vakasıdır. 1960’da hükümet darbesini yapanlar, hareketlerine Atatürk’ten esinlenerek, inkılâp (devrim) demişlerdi. İnkılâp, “kâlb” yani “değişim-dönüşüm” kökünden türemiş bir sözcüktür. Türkçe hocalarımız bize eğer “inkilâp” yazarsanız çok kötü olur, o zaman kelime “kelb” yani köpek kökünden türemiş olur ve “köpekleşme” anlamına gelebilir derlerdi. Bugünün liberal aydınların hepsi geçmişte komünist idi. Onlar ve onların türevleri, bu darbeyi uzun süre yere göğe koyamamıştır. Neyse, işte o meşum olayın mimarları, halkın geri kalmışlık ezikliğini yenmek için bir “yerli otomobil” yapılmasına karar verdi. Eskişehir DDY atölyelerinde bir prototip yapıldı. Bu örnek araca da kendi hareketlerinin adını uygun gördüler. Ona “devrim” dediler.
İLK LİBERALLEŞME VE MİLLİ KORUMA
1950’de Demokrat Parti iktidara gelince, Merkez Bankasında mevcut döviz rezervlerine ve alınacak dış yardıma güvenerek ithalatı liberalleştirdi. Nasıl Turgut Özal’ın liberalliği “Çikita muz”la özdeşleşmişse o günün serbest ithalatı da sokak pazarlarında satılan “çalar saat”lerle somutlaşmıştı. Beş yıl içinde “yüksek enflasyon-düşük devalüasyon” politikası sonucunda eldeki dövizler bitti. İthal mal kıtlığından fiyatlar artmaya başladı. Mademki enflasyon, fiyat artışı demektir; öyleyse fiyat artışı yasaklanırsa, enflasyon da kendiliğinden biter dendi. Bu amaçla 1955’te “Milli Koruma Kanunu” çıktı. Tabii bu sefer çarşıdaki yerli mallar da bitti. Halk, “Milli Korunma Kanunu” oldu “Milli Kurutma Kanunu” demeye başladı.
İTHAL İKAMESİ Mİ, İHRACAT TEŞVİKİ Mİ?
Aynı yıllarda harp malulü Almanya, Japonya, Kore gibi ülkeler “pahalı döviz” politikası ile ihracatlarını arttırarak büyüme politikası izlemeye başladılar. İş adamlarına “Hattı ihracat yoktur, sathı ihracat vardır; bu satıh tüm dünya ülkeleridir” direktifi verildi. Bu suretle o ülkelerin sanayi kuruluşları büyüdü ve “ölçek ekonomisi” ile rekabet gücüne kavuştu. Türkiye ekonomisini yönetenlerin zihinlerinde iki saplantı vardır. Birincisi “kendi kendine yeterli olmak” ikincisi de “Türk parasının değerini korumak” tır. Bu iki vektörün bileşkesinden “ithal ikameciliği” veya diğer bir değişle “küçük iç pazara dönük küçük fabrikalar” çıkmıştır.
YERLİ OTONUN OLMAMASI İKTİSADİ TERCİH
İşletmecilik eğitimi almaya başladığım o yıllarda hocalarımız, bir otomobil fabrikasının kârlı çalışması için yılda en az 200 000 adet üretim yapması gerekir derlerdi. Türk iç piyasası ise 5-10 bin adet dolayındaydı. Pek tabii politika, “ithal ikamesi” olunca, bu ölçeğe ulaşılamazdı. Dolayısıyla yerli otomobil yapılamadı. Bunca yıl sonra, serbest ekonomi sevdalısı AKP’nin, 27 Mayısçılar gibi illa da yerli otomobil üretilsin diye “ulusalcı bir proje” ile ortaya çıkmasına şaşıyorum doğrusu. Eğer Türkiye’de makro ekonomik ekonomi politikaları yerli markalı otomobil üretimine uygunsa bu işi, İstanbul’da yaşayan Anadolu kaplanları devlete yük olmadan evvel Allah kıvırırlar. Aksi takdirde devlet zoruyla yerli otomobil üretmeye kalmak, “yandaş zengin etmek” ve “bütçeye yük getirmekten” başka bir sonuç yaratmaz.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2011
BİZZAT Başbakan, cari açığı düşürmeyi “ulusal iktisat politikası” haline getirdiklerini söyledikten sonra, herkes bu amaçla proje geliştirmeye başladı.
Aslında bu konuda kafa yormanın ülkeye faydası var. Akıl, akıldan üstündür. Bir de bakarız ki; bazılarımızın aklına o güne kadar pek de düşünülmeyen parlak fikirler gelmiştir. O sayede cari açığı düşürme denilen meşakkatli işin topluma külfeti azalabilir. Bu iş meşakkatlidir. Çünkü cari açık vermek, başkalarının tasarruflarını yemek, yani el atıyla gezmeye çıkmaktır. Cari açığı azaltmak ise, el atına mümkün mertebe binmemek demektir. Allah insanı gördüğünden geri komasın. Ülkemizin önde gelen inşaatçıları toplanmışlar. Yabancılara arsa-bina satarsak ülkenin cari açık meselesini çözmüş oluruz diye düşünmüşler. Tam tersine, yabancılara ne kadar çok gayrimenkul satılırsa, cari açık da o kadar artar. Cin çocuklar “CİNCİN” marka sakız çiğner, ama akıllarına gelen cin fikirler onların işine yarasa bile, her zaman ülkenin işine yaramaz..
CARİ AÇIK NEDİR
Cari açık, bir ülkenin üretip yabancılara sattığı mal ve hizmetlerin toplam değerinin, yabancıların ürettiği ve o ülkenin tüketim veya yatırım için dışarıdan aldığı mal ve hizmetlerin toplam değerinden küçük olmasıdır. Buna kısaca döviz harcamalarının, döviz gelirlerinden fazla olması da denebilir. Pek tabii bu fazla harcamayı yapabilmek için, döviz bulmak gerekir. İşin bu kısmı, cari açığın finansmanına girer ve adına “sermaye hareketleri” denir. Cari açıkla, sermaye hareketlerinin toplamı birbirine eşit olmalıdır. Eğer bir fark varsa buna da “Net hata ve noksan” denir. Yani eşitlik yine sağlanır. Cebirsel toplam daima sıfırdır. Yabancılara arsa, bina gibi gayrimenkul satışından gelen paralar “cari işlem geliri” sayılmaz. Bunlar, sermaye hareketleri kümesine girer. Dolayısıyla gayrimenkul satışı, cari açığı kapamaz.
DÖVİZ BOLLUĞU DÖVİZİ UCUZLATIR
Dışarıdan içeriye ne kadar çok sermaye akımı olursa, ülkedeki döviz arzı artacağı için döviz fiyatları düşer. Döviz fiyatları düşünce, yabancıların ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatları “Türk Lirası” cinsinden düşer. İthal mallar karşısında yerli üretim pahalı kalır. İthalat artar, aynı sebepten ihracat azalır. Bu yüzden “ticaret açığı” artar. Taşımacılık, turizm, hizmet bedelleri, sermaye gelirleri, işçi dövizleri gibi “görünmez” tabir edilen kalemlerle elde edilen döviz gelirleri, bu tür giderlerden fazla ise bu tutar “ticaret açığı” sayısından düşülür, kalana “cari açık” denir. Ama, döviz fiyatının düşmesi “görünmez kümesindeki” gelirleri de düşürür.
FAİZ, KÂR VE KİRA TRANSFERLERİ
Bir ülkeye ne kadar çok sermaye girmişse, bir süre sonra aynı sermayenin, girdiği ülkede elde edeceği “kâr, kira ve faiz” gelirlerinin de o kadar artacağı açıktır. Hiç kimse yabancı bir ülkeye kara gözleri için yatırım yapmaz. Dün dışarıdan sermaye getirenlerin, yarın sermaye kazançlarını dışarı çıkaracaklarını unutmamak ve bunun için onları suçlamamak gerekir. Bu transferler de cari açığı arttırır. Bu olayı Türkiye’de aynen yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku