14 Aralık 2011
KOÇ Holding Şeref Başkanı Rahmi M. Koç, Antalya’da “Otel Yöneticileri Derneği”nin aylık toplantısında bir konuşma yapmış. Bu konuşmasında “Başbakan Erdoğan haklı çıktı. Bundan önceki kriz, Türkiye’ye teğet geçti” demiş. Hayır, Sayın Rahmi Koç, 2009 krizi Türkiye’ye teğet geçmemiştir. 2009 yılında Türkiye’nin milli geliri % 4.7 geri gitmiş, işsizlik oranı da % 14’e çıkmıştır. Eğer herhangi bir ülkede milli gelir bir yılda % 4.7 düşmüş, işisizlik te % 3 artmışsa, kriz denilen kiriş o ülkeyi “kesmiş” demektir. 2010 yılında milli gelirin tekrar yükselmesi ve işsizliğin azalmaya başlaması, krizin geçtiğini gösterir. Ama kirişin(krizin), çembere (ekonomiye) teğet geçtiğini göstermez.
PROPAGANDANIN GÜCÜ
Bir iktisat yorumcusu olarak, krizin Türkiye’ye teğet geçmediğini sayısal kanıtlarla şu gariban köşede 3 kere yazdım. Buna mukabil Sayın Başbakan, hemen her gazetede manşetten yer alan ve her TV kanalından canlı olarak yayınlanan gür sesli açıklamalarıyla krizin Türkiye’ye teğet geçtiğini en az 300 kez söyledi. Benim halka mesaj verme kapasitem 1 ise, başbakanınki herhalde 1.000.000’dur. Sonuçta Sayın Rahmi Koç dahil herkes krizin Türkiye’ye teğet geçtiğine inandı. Hatta Sayın Başbakana muhalif olanlar arasında bir anket yapılsa, onların da % 90’ı, kriz Türkiye’ye teğet geçti diyecektir. Kalan % 10’nu da sırf muhalif olduklarından “teğet geçmemiştir” diyecek ama bunu sayılarla kanıtlayamacaktır. Propagandanın gücü işte budur.
OLAY YOK, VESİLE VAR; HABER YOK, PROPAGANDA VAR
Hemen her hafta İstanbul’da bir kaç tane uluslararası veya ulusal kongre yapılıyor. Bu kongreler sözde bilimsel amaçlıdır. Bu görünümü sağlamak üzere her kongre mönüsüne bir kaç tane “prof dr” ünvanlı konuşmacı ana yemek olarak konulur. Ayrıca başa bela gelmesin, onlar da bu arada kendi propagandalarını yapacak kürsüye çıksınlar diye, devletten veya vilayetten bir “büyük” de mönüye dahil edilir. Ancak propaganda öyle kuru kuruya yapılamaz. Kaydırıcı olsun diye bir olay yaratılmalıdır. Bu olay, vesile edilecek, medyada haber çıkacaktır. Minik ve büyük medya kuşlarının dikkatini bu kongreye çekmek için bir ökse lazımdır. Bunun için bir ünlü kullanılır. Mesala Angelina Jolie ökse olsa tadından yenmez. Ünlü bulunamazsa, pankartlı ve hatta itiş kakışlı bir protesto gösterisi organize edilebilir.
MIA FARROW’UN YAKIŞIKLI OĞLU
Geçen hafta İstanbul’da bir kongre vardı. Kongrenin haber öksesi Mia Farrow’un oğluydu. Ayşe Arman’dan öğrendiğimize göre bu delikanlı kongreyi düzenleyen “ABD Dışişleri Bakanlığı ile TC Başbakanlığı”nın işbirliği sayesinde Türkiye’ye gelmiş. Acaba ABD Dışişleri Bakanlığı ile TC Başbakanlığı, bu kongreden ne bekliyorlardı ki bir “ökse” ayarlarladılar?
Son Söz: Yanlış, yeteri kadar tekrarlanırsa, doğru olur.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2011
İTALYA’da patlak veren finansal krizi çözebilecek ama halkın hoşlanmayacağı önlemleri alsın diye halk tarafından seçilmemiş bir kişi, halkın seçtiği milletvekillerinin oylarıyla başbakan oldu.
Yeni Başbakan bir basın toplantısı yaparak aldıkları önlemleri açıkladı. Başbakanla birlikte, krizden çıkmak için gerekli kemer sıkma tedbirlerini açıklayan “Refah, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı” Bayan Elsa Fornero “fedakârlık” sözcüğünü telaffuz ederken gözyaşlarını tutamamış. Önlemleri öğreneni sendika sözcüleri de “işçiler, hükümetten fazla ağlayacak” buyurmuş. Doğrudur, istikrar paketleri daima işçileri ağlatır.
EMEKLİLERİ VE İŞÇİLERİ ENFLASYONA EZDİRECEĞİZ
Paket, 30 milyar Euro’luk tasarruf içeriyor. Amaç “bütçe açığını” daraltmaktır. Maddelerden biri aynen şöyle: “Enflasyon ne olursa olsun, 2013 yılı sonuna kadar emekli maaşları zam görmeyecektir. Yani emekliler, enflasyona ezdirilecektir.”
Emeklilerin görünen maaşları azalmayacak, ama enflasyon zammı verilmeyeceği için reel gelirleri düşecektir. Emeklilere reva görülen bu muamelenin bir benzerinin kamuda halen fiilen çalışanlara da uygulanacağı açıktır. Kamu kesimi, maaşlarda enflasyon düzeltmesi yapmazsa, özel sektör de benzeri bir uygulamaya gidecektir. Yoksa rekabet güçlerini bırakın arttırmayı, koruyamazlar bile.
GELİR ARTIRICI ÖNLEMLER DE VAR
İktisat profesörü Başbakan Monti’nin açıkladığı istikrar paketinin, gider tasarrufu sağlayan bölümü ücretlerin reel olarak düşürülmesi, gelir arttırıcı önlemleri ise “servetin ve yüksek kazançların vergilendirilmesi” ana fikri üzerine inşa edilmiştir. Bu suretle hem ekonominin ihtiyacına cevap vermek, hem de sosyal olarak adil davranmak ilkeleri gözetilmiş olacaktır. Servetin ve servet sahiplerinin devlete daha fazla vergi vermesi amacıyla, hem yüksek gelirlerin vergi miktarları maktu olarak arttırılmış hem de yazlık ev, yat ve lüks araba gibi zenginlere mahsus oyuncakların kullanımı pahalılaştırılmıştır.
TÜRKİYE İSTİKRAR PAKETLERİ TASARIMINDA USTADIR
Bütçe açıkları ve/veya cari açıkları yüksek ülkelerin, günün sonunda istikrar önlemleri alması kaçınılmazdır. İstikrar paketleri konusunda bizim geniş tecrübemiz vardır. 24 Ocak 1980, yakın geçmişimizin ilk büyük paketinin yürürlüğe konduğu tarihtir. Bugün olduğu gibi, o dönemde de Türk ekonomisinin zayıf tarafı, kamu borcunun milli gelire oranı değil, “cari açık” idi. Bugünden farkı, 16 milyar dolarlık dış borcun neredeyse tamamının (özel sektörün garantisiz dış borçları hariç) kamuya ait olmasıydı. Sabit kurla Türk parasının kıymetini koruma saplantısı yüzünden ülkede döviz kalmamıştı. Meşhur “70 cente bile muhtacız” sözü o günlerde söylenmiştir. 70 cent çok gerilerde ve çok küçük kaldı. Bugünkü ekonomimizin çarklarını normal devirde çevirmek için her yıl 70 milyar dolara ihtiyacımız var. Bu şartlar altında “günün sonu gelmeden” Türkiye’nin de açıkça ilan etmese bile, bir istikrar paketini yürürlüğe koyması şarttır. Nasıl olsa Amerika’nın Orta Doğu politikasını destekliyoruz, ABD bu hükümeti, dik başlı Ecevit hükümetini terslediği gibi tersleyemez, deyip sırt üstü yatılamaz. ABD’nin Irak’ı işgaline kolaylık göstermek için sıkı pazarlık etmiş ve para istemiştik. Bize kaç para verilmişti hatırlamıyorum, ama Suriye için kesenin ağzını açtığına dair bir emare yok.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2011
AMERİKA’nın Yar-Başkanı (Vice-President) Jeo Biden (baydın okunur), geçen hafta sonunu Türkiye’de geçirdi. Bu ziyaretin amacı, Suriye’deki Baas rejimini devirip, Esad’ın kellesini uçurmaya karar vermiş olan Amerika’ya sağladığı kolaylıklar için, Türkiye’ye teşekkür edip, devamını garantiye almaktı. Yar-Başkan, bir dizi “Türk tavlama” konuşmaları yaptı. Anlaşılan propaganda uzmanları Sayın Baydın’a “Türkler, ağzı açık hayran budalasıdır; onları bol bulamaç yağla ve öv; sana canlarını verirler” demiş. O da bizleri, daha doğrusu AKP iktidarını yere göğe koyamadı. Bize “biz neymişiz be abi” dedirtti. Bu arada Türkiye’nin son 10 yılda 3 kat büyüdüğünü söyledi. Hayır! Bay Baydın, son 10 yılda Türkiye yani Türk milli geliri 3 kat büyümedi. 2002’nin Kasım ayında iş başına gelen AKP’nin, 2011 dahil 9 yıllık iktidar döneminde milli gelir yüzde 56 büyüdü. Kişi başına milli gelir de yüzde 40 arttı. Bunlar da övünülecek sonuçlardır. Milli gelir artışı bakımdan AKP iktidarı başarılıdır. Ama 3 misli büyüme yoktur.
MİLLİ GELİR YARATILMASI FİZİKSEL BİR OLUŞUMDUR
Milli gelir, bir ülke halkının bir yıl içinde yüz binlerce kalem mal ve hizmet üretimine yaptığı katma değerlerin toplamıdır. Milli gelir, üretim demektir. Demir-çelik, elektrik, çimento, fayans, otomobil, buzdolabı, sabun, kâğıt, kurşun kalem, toplu iğne, makarna, sucuk pastırma üretmek demektir. Milli gelir, ameliyat, diş dolgusu, saç tıraşı, sırt masajı yapmak demektir. Uçakla, otobüsle, trenle insan ve yük taşımak demektir. Okullarda, dershanelerde öğrenci eğitmek, gazete çıkarmak TV yayını yapmak, şarkı bestelemek, türkü okumak demektir. Saymakla bitmeyecek bu mal ve hizmetlerin üretimin hepsi fizikseldir. Ama ölçüm parasaldır. Ölçümde kullanılan ortak birim ise, o ülkenin ulusal parasıdır. Bu fiziksel olayların piyasa değeri tam ve doğru olarak ölçülemez. Farklı yöntemler farklı sonuçlar verir. Ama bu fark yüzde 1-2’yi geçmez. Ulusal para birimi ve cari fiyatla yapılan ölçümler sabit fiyata indirgenir. Geçmiş yılla karşılaştırılarak büyüme oranı denilen yüzde bulunur. Sizin bilginize sunulan 3 kat büyüme hesabı yanlıştır. O hesapta muhasebe hatası vardır. Sabit dolar kullanılmamıştır. Bana inanmıyorsanız, uzmanlarınıza söyleyin CIA’ye veya IMF’ye sorsunlar. Hiç olmazsa Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) daha geçen ay yayınlanan hesaplarına baksınlar. UNDP, Türkiye’de 2000-2011 arasında kişi başına milli gelir yüzde 32 artmıştır diyor.
TÜRKİYE, 30 YILDIR 17. BÜYÜK EKONOMİDİR
“Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisidir” ibaresi, Turgut Özal tarafından da kullanılırdı. En az 30 yıllık geçmişi vardır. Liste değişmezse Sayın Baydın’ın dediği gibi 2023’de Türkiye’nin dünyanın 10. büyük ekonomisi olması söz konusu değildir. Zaten böyle bir iddiamız da yok. Bizim amacımız çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır.
MUASIR MEDENİYET VEYA ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİ
Medyanın belli bir kesiminde Atatürk düşmanlarının borusu ötmektedir. Ama Atatürk hâlâ yol göstericidir. Onun, milletine erişilmesi gereken hedef olarak gösterdiği “muasır medeniyet seviyesinin” göstergesi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın İnsani Gelişmişlik Endeksi’dir. Maalesef burada 92’nci sırada bulunuyoruz. Daha elimi, uzun zamandır ciddi ilerleme kaydetmiyoruz. Yürüyecek uzun bir yolumuz, yapacak çok işimiz var.
Son Söz: Yağcılık arz ederken gazeteci, cehaletin söyler.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2011
EURO Bölgesi’nde süre giden finansal krizi çözmek için, yarım yüzyıl öncesinden başlanılan projeyi bitirmek gerekir.
Bu proje, bütünleşmiş bir Avrupa kurulmasıdır. “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu” ile ana rahmine düşen bütünleşme fikri “Ortak Pazar”la yola çıktı. Oradan “Avrupa Ekonomik Topluluğu”na geçildi ve sonunda “Avrupa Birliği” kuruldu. Mali cephede ise önce Avrupa Para Birliği kuruldu. Sonra da Avrupa Para Birimi fikri doğdu.
Pek tabii, her para biriminin, onu doğuran (ihraç eden) bir anası olur. Bunun için Avrupa Merkez Bankası kuruldu. Çocuğun anası belliydi
ama babası tek değildi. Yani bir bakıma Euro bir piç olarak dünyaya geldi. Euro adlı bu velede “ekonominin dikenli ve taşlı yollarında” ilerlerken, kötü yola düşmemesi için bir baba, bir “Mali Otorite” gerekiyordu. Ama, Avrupa Birliği’nin “Maliye Bakanlığı” yoktu. Maalesef korkulan oldu, Euro’yu bol bulan “cari açık bağımlısı” Güney Avrupa ülkeleri ödeyemeyecekleri kadar büyük “dış borçlara” gark olup Euro’yu tehlikeye attılar. Bu dev projenin başarısı için EU (Avrupa Birliği) artık yetmiyor.
UES (United European States) yani bir Avrupa Birleşik Devletleri kurulması gerekiyor.
YOL AYRIMINDAN SONRA, ORTA YOL YOKTUR
Hem sürekli cari açık veren hem de Euro’yu yasal/ulusal para birimi olarak kabul eden ülkelerin, borç batağına saplandıklarından hiç şüphe kalmadı. İtalya ve İspanya, vadesi gelen devlet tahvillerini itfa edebilmek için % 6’dan fazla faiz vererek borçlandılar. Eğer hiçbir önlem alınamazsa, önümüzdeki itfa tarihlerinde bu oranın hızla yükseleceği kesindir. Büyümesi sıfır, enflasyonu %3, bütçe açığı %4-5 olan bir ülkenin, % 6-7 nominal faizle borçlanması freni patlak kamyonun yokuş aşağı gitmesine benzer. Bu kamyon biryerlere çarpmadan duramaz. Bu kaçınılmaz çarpışma sonunda hem kamyon hem de çarpacağı nesne zarar görecektir. Burada kamyon İtalya veya İspanya ise çarpacağı şey de AB’nin bütünüdür. Dolayısıyla şu günlerde AB’nin patronu Almanya’nın bir karar alması şarttır.
DÜYUNU UMUMİYE KURULUYOR
“Cumhuriyet Düşmanları”nın hatırasının önünde saygıyla eğildiği ve anma törenleri düzenlediği Osmanlı yönetiminin son dönemi, haysiyetli bir millet için utanılacak bir devredir. 19. Asırda Osmanlı Devleti, silah almak ve padişaha saraylar yaptırmak için aldığı borçlarını ödemede acze düşmüştü. Bunun üzerine büyük devletler 1878’de “sen kendini idareden aciz, zavallı bir milletsin diyerek” Maliyemiz yönetmek üzere adamlarını yolladı. Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) işte budur. Bunun benzeri bir uygulama Yunanistan’da bugün fiilen yürürlüktedir. Almanya ve cari işlem fazlası veren saz arkadaşları, Euro’yu kurtaracak güce ve hatta fazlasına sahiptir.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2011
BİLDİĞİNİZ gibi dünyadaki her ülkenin, ekonomisinin sürdürülebilir gücüne göre hesaplanan bir “kredi notu” (reyting derecesi) var. Bu notların esas amacı, dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşayan tasarruf sahiplerine veya fon yöneticilerine, ellerindeki parayı, nereye yatırmaları konusunda yol göstermektir. Bu sebeple, “en iyi” den “en kötü”ye kadar sıralanan kredi notlarının kritik bir eşik çizgisi var. Bu eşiğin üstünde olan notlara “yatırım yapılabilir” (investment grade) deniyor. Yani bir ülkenin kredi notu bu çizginin üstünde ise korkmadan yatırım yapılabilirsiniz deniyor. Burada geçen “yatırım” kelimesinden esas anlamı, o ülkenin “devlet tahviline” para yatırmaktır. Yoksa gidip o ülkede hazır şirketleri ele geçirmek veya sıfırdan fabrika kurmak veya gayrimenkul almak gibi “reel” yatırımlar değildir. Hatta denilebilir ki; girişimciler için en kârlı reel yatırım fırsatları bir ülkenin reytingi düşük olduğu zaman ortaya çıkar. Reytingi yüksek ülkelerde reel yatırım yapıp, para kazanmayı düşünen firmaların ciddi teknolojik birikime ve yüksek değerli bir markaya sahip olması şarttır. Reytingi düşük ülkelerde reel yatırım için bu şart değildir.
REYTİNG GÖRECELİ BİR KAVRAMDIR
Öncelikle şunu bilmek gerekir ki; reyting göreceli bir ölçüm olmak mecburiyetindedir. “100 metre koşusuna katılan tüm sporcular o kadar yavaştı ki kimse birinci olamadı” mantıken yanlış bir ifadedir. Çünkü atletler ne kadar kötü olursa olsun, her yarışın bir birincisi olur. Aynı şekilde “dünya bir ekonomik krizle karşı karşıya, tüm ülkelerin reytingi düştü” cümlesi de saçmadır. Hatta Norveç ve İsviçre dışında hiçbir ülke, AAA derecesini hak etmiyor demek bile zırvalamaktır. Çünkü bu iki, bilemediniz benzeri üç beş ülkenin dünyada halen mevcut kabaca 80 trilyon dolarlık finansal tasarrufu (yatırımları) kabul etmesi maddeten imkânsızdır.
BU DÜNYANIN BORCU, BU DÜNYANIN ALACAĞIDIR
Reyting şirketlerinin, yıllardır tasarruf ihraç eden, yani cari fazlası olan Japonya’nın yüksek kamu borcunu gerekçe göstererek not kırmaktan bahsetmesi de hatalıdır. Japonya’nın kamu borçlarının toplamından fazla, Japon halkının (ailelerinin, firmalarının ve devletinin) Japonya içinde ve dışında finansal varlığı vardır. Bütçe açığı ve kamu borcunun milli gelire oranı ne kadar yüksek olursa olsun, Japon devleti acze düşemez. Evrendeki diğer yıldızlardan borç alınmadığı sürece, bu dünyanın borcu bu dünyanın alacağıdır.
AMA BAZI ÜLKELERİN BORCU ALACAĞINDAN AZDIR
Ancak dünyanın bütünü için doğru olan “dünyanın borcu, dünyanın alacağıdır” cebirsel denkliği münferit ülkeler için doğru değildir. Yani bizim gibi sürekli cari açık veren ülkelerin borcu, alacağından büyüktür. Bu ülkeler ve onların devletleri, bütçe açıkları ve kamu borcunun milli gelire oranı ne kadar düşük olursa olsun, vadesi gelen borçlarını ödemede acze düşebilir. Devletin dış borcu sıfır bile olsa, kamu ve özel sektörüyle bir bütün olan ve sürekli cari açık veren bir ülkenin, yabancı para cinsinden borçlarını ödemede acze düşmesi pekâlâ mümkündür. Türkiye’nin notu bir türlü arzu edildiği kadar yükselmiyorsa sebep budur. Başka bir neden aramaya gerek yoktur.
Son Söz: Notunu yükseltmek isteyen, cari açığını düşürür.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2011
YUNANİSTAN devlet tahvillerinin fiyatı ikinci el piyasada o kadar düştü ki; yıllık verimi % 30’a çıktı.
Unutmayın bu Euro cinsinden getiridir. Sebebi Yunan devletinin, vadesi gelen tahvillerin ana parasını tam olarak ödeyemeyecek hale düşmüş olmasıdır. Tek başına bu olay bile Avrupa’da “tek para birimi-tek faiz oranı” geçerli olacaktır iddiasıyla yaratılan Euro için dağılma işaretiydi. Buna birinci çinko diyelim. Derken İspanya’nın yeni ihraç ettiği tahvillerde ödemeyi taahhüt ettiği faiz % 6,5 oldu. Dikkat edin bu faiz, külfeti borçlu devlete ait olmayan spekülatif ikinci el piyasa faizi değildir. Doğrudan devletin bütçeden ödeyeceği faizdir. Bu da ikinci çinko oldu. Nihayet bu hafta İtalya Hazinesi %7’yi aşan bir faizle borçlandı. Dama!
DEVLET NE KADAR FAİZ ÖDER
Kural olarak bir devlet, milli gelir büyüme hızı üstünde “reel” faizle borçlanamaz. Çünkü milli gelir büyümesi, mesela % 4 olan bir ülkede eğer o ülkenin devleti % 5 reel faizle borçlanırsa, durduk yerde “Kamu Borcu/Milli Gelir” oranı büyür. Bu da o ülkede a) Fakirden, zengine b) Kamudan, özel sektöre c) Yurt içinden, yurt dışına gelir transferine sebep olur. Pek tabii bu durum ne iktisaden ne de siyaseten sürdürülemez. Finansal şokları atlatmak için, kısa vadede ve sınırlı miktarlarda, milli gelir büyümesinin çok üstünde reel faizlerle devlet borçlanabilir. Ama bu, ameliyat için hastaya narkoz vermeye benzer. Ameliyat bir an önce bitmeli ve hasta narkozdan çıkarılmalıdır. Yoksa garibim narkozdan ölür.
YOL KAZASI NASIL OLDU
Tekrar edelim: Euro “Avrupa Para Birliği”nde geçerli “tek para birimi” ve “tek faiz oranı” olacak iddiasıyla yaratılmıştı. Bu suretle, farklı para birimlerinin ve farklı faiz oranlarının yarattığı arbitrajdan doğan engellerden ortadan kalkacaktı. Böylece Avrupa içi ticaret gelişecek ve artan ticaretle tüm üye ülkelerin hayat standardı yükselecekti. Hz. Muhammed’in dediği gibi “rızkın onda dokuzu ticaretteydi”. Gerçekten de öyle oldu. Mesela Almanya’nın ihracatı yılda 1,3 trilyon dolara çıktı. Ama bu ihracatının takriben yarısı Avrupa içineydi. Bir bakıma Almanya’nın ihracatının bu kadar kısmı, dış değil iç ticarettir. Ancak bu arada çok ciddi bir yol kazası oldu. Üye ülkeler arası ticaret (ister iç, ister dış deyin) dengesiz oldu. Güney Avrupa ülkeleri, kültürlerinden bekleneceği üzere “az çalışıp-çok tükettiler”. Çünkü paraları kıymetli Euro idi ve her şeyi çok ucuza ithal edebiliyorlardı. Tabii aradaki farkı (cari açığı) borçlandılar. Dış borcun çoğunu da AB içinden aldılar.
DURUM VAHİM AMA ÜMİTSİZ DEĞİL
Euro Bölgesi’nde faizlerin tolerans limitlerinin üstünde farklılaşmış olmasından dolayı “Euro” fiilen bitmiştir. Bugün biri Alman Devlet tahvillerin kullandığı düşük faizli “iyi” diğeri İtalyan devlet tahvillerinin kullandığı yüksek faizli “kötü” olmak üzere iki Euro vardır. Çözüm, ulusal para birimi Euro olan ve dolayısıyla tahvillerini Euro ile ihraç eden devletlerin ödeyeceği faizi AB büyüme oranının altında bir noktada eşitlemektir. Bunun da çaresi “Avrupa Ortak Tahvili”dir. Bu tahviller derhal devreye girmeli, üye devletlerin kamu ve dış açıkları sorunları bundan sonra ele alınmalıdır. Yine de çözüm sağlanamazsa, Euro ortadan kaldırılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2011
SÖZCÜ gazetesi elektrik abonelerinden kayıp-kaçak bedeli diye ilave bir para alınmasının epey üstüne gitti. Aynı gazetede yer alan son bir habere göre bu uygulamaya artık bitmiş gözüyle bakılabilir. Çünkü Kahramanmaraş’ta bir abonenin şikâyetini ele alan “Tüketici Sorunları İl Hakem Heyeti” elektrik faturasında yer alan ve tüketim miktarının yüzde 15’ine tekabül eden “kayıp-kaçak” bedelinin, aboneye iade edilmesine karar vermiş. Kararı veren Heyet’in Başkanı Nesih Tanrıverdi, bu kararının artık emsal olarak kabul edileceğini söylemiş. İsteyen, mahkemeye müracaat ederek bugüne kadar ödediği kayıp-kaçak bedellerini geri alabilecekmiş. Pek tabii, bundan sonra davayı kazanan vatandaşlardan, elektrik tüketim bedeline ek olarak, kayıp- kaçak adı altında bir para alınmayacaktır.
BÖYLE HUKUK OLUR MU?
Zannedersiniz ki, bu olay Kahramanmaraş’ta yaşayan bir vatandaşın başına gelmiş münferit bir haksızlıktır. Tüketici Sorunları İl Hakem Heyeti de sadece o vatandaş için karar almıştır. Türkiye’nin her yerinde yaşayan ve aynı haksız işleme maruz kalan diğer aboneler de “isterlerse” mahkemeye gidip, fazladan ödedikleri paralarını geri alabilirlermiş. İsterlerse ne demek? Kim fazladan ödediği parasını geri almak ve bundan sonra da fazladan para ödememek istemez? Hukuk sisteminde, bu kararı anında tüm yurda teşmil edecek bir mekanizma yok mu? Adalet Bakanı veya bir savcı veya Barolar Birliği bu konuda girişimde bulunamaz mı? İllaki milyonlarca dava mı açılmalı, zaten işi başından aşmış adliye, bu davalar yüzünden iyice çalışamaz hale mi gelmeli? Hukuk bu kadar gayri iktisadi mi işlemeli?
ÖZELLEŞTİRMELEDE KAYIP KAÇAK BİR MALİYET UNSURUYDU
Gayet iyi hatırlıyorum, elektrik dağıtım ihalelerinde çok yüksek bedeller ödendi. Hesaba aklı erenler, devletin verdiği dağıtıcı kârı ile bu işten para kazanılmaz dediler. O zaman “efendim maliyet içinde kayıp-kaçak var, dağıtım şirketleri kayıp-kaçağı azatlıkça, maliyetleri düşecek, kârları artacaktır. Özelleştirmenin amacı da bir yer de budur işte” dediler. Dağıtım şirketleri, abonelerinden elektrik bedeli içinde kayıp-kaçak için de para aldı. Bu uygulama yıllarca sürdü. Derken 2011 yılı içinde “kayıp-kaçak” elektrik faturalarında ayrı bir satır haline getirildi ve elektrik bedeli içinde zaten ödenmekte olan kayıp-kaçak bedeli ikinci defa alınır hale geldi.
ASLINDA BU ELEKTRİK FİYATINA ZAMDIR
Aslında devletin onayı ile elektrik fiyatına bir zam daha yapılmış oldu. Bundan da herhalde dağıtıcı şirketler ilave menfaat temin ettiler. İhaleden önce, dağıtıcı özel şirketleri kurtarmaz denilen kâr payı da ihaleden sonra kurtarır hale getirildi. Eğer hal böyle değilse, yetkililer kamuoyuna açıklama yapsınlar. Kahramanmaraş Tüketici Sorunları İl Halem Heyeti de aldığı kararı değiştirsin biz de gerçeği öğrenelim. Vatandaş da dava açmaktan vazgeçsin.
ENFLASYONA ETKİSİ
Aklıma bir soru daha takıldı. Bu kayıp-kaçak veya okuma bedeli gibi ilaveler, çok rahat elektrik birim fiyatına eklenebilir, kimse de bir şey diyemezdi. Yoksa bu zamlar, farklı başlık altında yapılınca elektrik fiyatı artmamış mı oluyor? Böylece enflasyon düşük mü ölçülüyor?
Son Söz: Vatandaşın aklı nasıl olsa ermez demek, akıllılık değildir.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2011
1999 sonunda günün başbakanı Bülent Ecevit’in tabiriyle Türk ekonomisinin kesintili ilerleyişi yine duvara dayanmıştı.
Bermutat IMF’nin kapısına varıldı. N’olur bize döviz cinsinden para verin de ekonominin çarklarını döndürelim diye ricada bulunuldu. O tarihlerde IMF’de adı “Kur Çıpası” olan yeni bir enflasyonu önleme yöntemi çok rağbette idi. Devalüasyon-enflasyon sarmalına girmiş her ülkeye, kurtuluş reçetesi diye bu politika öneriliyordu. Bize de aynı ilacı burun sıkarak içirdiler ve kesenin ağzını açtılar. Döviz fiyatları üç yıl boyunca önceden belirlenmiş bir çizelgeye göre ufak ufak artacaktı. Bu suretle enflasyon da düşecekti. Faizler ise tamamen serbest olacaktı. Böylece o müthiş “2000” yılı yaşanmaya başlandı.
DÖVİZİ TUT FAİZİ SAL
2000 başında bugünkü TL ile 56 kuruş olan bir Doların fiyatı % 20 artarak yıl sonunda 67 kuruşa, Alman Markı da % 13 artarak 28’den 32 kuruşa çıktı. Bu arada 1999’da %63 olan enflasyon, 200’de % 33’e düştü. Yani “kur çıpası ile enflasyonu düşürme” yöntemi çalıştı. Ancak enflasyon hesaba katılınca Türk Lirası dolara karşı “reel” olarak % 11, Alman Markına karşı da % 17 değerlendi. Pek tabii cari açık arttı. En önemlisi TL ve döviz faizleri fahiş seviyelere tırmandı. 2000 yılının Ekim ayında Türkiye dama dedi. Ama IMF’nin izni olmadığı için kur çıpasından çıkamadı ve ekonomi kendini yedi bitirdi. 22 Şubat 2001’de IMF’den Prof. Stanley Fisher gelip, dövizin palamarını çözdü. Bu sefer de kur patladı.
KEMAL DERVİŞ GELİYOR
Kur çıpası yüzünden batan Türkiye’yi kurtarmak IMF’nin vicdan borcuydu. Ama Türkiye’de kendilerine muhatap olacak adam yoktu. Bankacılık sektörü ise kokuşmuştu. Bu şartlar altında IMF, “size para veririz ama çeşmenin başına da adamımızı koyarız” dedi. Yeddi emin Derviş, IMF’nin çek defteriyle geldi. O imzalamazsa para yoktu. Güçlü ekonomiye geçiş planı hazırlandı ve ekonomi kısa sürede toparlandı. 2002 Kasım’ında iş başına gelen AKP, enkaz değil büyüyen bir ekonomi devraldı. Lakin bu büyümenin bir garantisi yoktu.
EKONOMİ YÖNETİMİNDE OTOMATİK PİLOT YOKTUR
O gün, bu gündür ekonomiyi yöneten AKP ve onun ekonomi çarı Babacan için “Kemal Derviş’in reçetesini uyguluyor, başka bir şey yapmıyor” demek yanlıştır. Sadece yanlış değil, hem Babacan’a hem de Derviş’e haksızlıktır. Hiçbir ekonomi otomatik pilotla 9 sene uçamaz. AKP’nin hakkı AKP’ye verilmelidir. Tersi de doğrudur. Ne yani? Türk ekonomisi yakında bir devalüasyon krizine girse, bunun sorumlusu da Derviş mi olacaktır? Tabii ki, hayır.
KÜRESEL KOŞULLAR OLUMLU OLARAK DEĞİŞTİ
Yazının Devamını Oku