Ege Cansen

10 yılda milli gelir yüzde kaç arttı

16 Kasım 2011
BU yılın Mart ayında 2010 yılının milli gelir hesapları açıklanmıştı. Resmi hesaba göre AKP’nin iktidara geldiği yılın bir öncesi olan 2002 yılında (istatistik dilinde buna baz yıl denir) toplamda 350 milyar dolar olan milli gelir 2010’da 742 milyar dolara, yine 2002 yılında 3529 dolar olan kişi başına milli gelir, AKP iktidarının 8’inci yılında 10079 dolara çıkmıştı. Bu sonuç üzerine bir beyanat veren Başbakan “6 yılda 3 katın üstünde artan milli gelir 12 yılda pekâla 3 kat artabilir ve 2 trilyon dolara ulaşabilir” dedikten sonra Cumhuriyet’in 100. Yılı olan 2023’te kişi başına milli gelirin 25 000 Dolara çıkacağını söylemişti.
HESAP YANLIŞTI; ÇÜNKÜ
Ben de bunun üzerine yapılan büyüme hesabının yanlış oluğunu yazmış ve doğru hesabı ortaya koymuştum. Güngör Uras da Milliyet’teki köşesinde cari dolarla yapılan büyüme hesabının gerçeği yansıtmadığını vurgulamıştı. Asaf Savaş da Vatan’daki köşesinde “ölçme sorunlarına” değinen yorumlar kaleme almıştı. Özet olarak şunları söylemiştim.
1. Toplam Milli Gelir ve Kişi Başına Milli Gelir hesapları “sabit TL ile yapılırsa” doğruya en yakın büyüklükler bulunabilir.
2. Amerikan Doları veya herhangi bir yabancı para cinsinden düzenlenecek tablolarda birim olarak “sabit döviz” (mesela dolar) kullanılmalıdır. Kur değişmelerinin meydana getirdiği ölçme burkulmaları elimine edilmelidir.  Anlatım gücü en yüksek milli gelir değişim tablosu, geçmiş yılların sonuçları son yılın dolarına tercüme edilerek bulunur.
3. Milli Gelirin oransal büyümesi (ister toplam ister kişi başına) hangi para birimiyle ve hangi yöntemle yapılacak olursa olsun birbirine yakın çıkar. Bu, bilimselliğin bir gereğidir. Bebeğin ağırlığının oransal artışı, libre ve kilo ile ölçülünce değişmez.
4. Netice itibariyle, milli gelir yaratılması da “fizik” bir olaydır. Milli gelir muhasebesi ise bu fizik olayın mali tablolara yansıtılmasıdır. Görüntü, nesneyle çelişemez.
BENİM HESAP NE DİYORDU
Ben, sabit TL ile ölçülen milli geliri “son yılın dolarına tercüme” yöntemi kullanmıştım. Benim hesabıma göre, 8 yıllık AKP iktidarı döneminde toplam milli gelir % 45,7 artarak 742 milyar dolara, kişi başına milli gelir de % 32,5 artarak 10079 dolara çıkmıştı. 2002 yılında bu büyüklükler toplamda 509 milyar dolar, kişi başına hesapla da 7606 dolardı. Kişi başına milli gelir artışı üç kat değili, sadece %32,5’tu.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NE DİYOR
Geçen hafta Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP, United Nations Development Programme)  İnsani Gelişme Raporu açıklandı. Yazarımız Sedat Ergin iki gün üst üste bu raporu irdeledi. UNDP’nin hesapladığı, dolarla kişi başına milli gelir rakamları Sedat Ergin’in ikinci yazısında yer almıştı.  2000 yılında Türkiye’de kişi başına milli gelir 9260 dolardı ve bu büyüklük 2011’de 12246 dolara ulaşacaktı. Artış oranı da % 32,2 oluyordu.  UNDP bu hesaplamayı 2005 yılı sabit dolarına göre yapmıştı. Kısaca UNDP uzmanları, ince ayrıntıları bir tarafa bırakırsak, benim hesaplamamın tam doğru olduğunu teyit ediyordu.
Son Söz: Yanlış hesap, başarıyı gölgeler.
Yazının Devamını Oku

Türk’e Atatürk’ü yermek

12 Kasım 2011
BEN, Atatürk ölmeden doğmuşum.

Askeri tabip olan babam, o zaman çok yaygın olan Atatürk sevgisi dolayısıyla göbek adımı “Kemal” koymuş. İlk adımın Ege olması da yine o devirde moda olan “yenilikçilik” akımının bir sonucudur. Ege, hem bir bölgeyi hem de egemenlik kelimesinin kökünü temsil etmektedir. Kız olsaymışım ismim “Ece” olacakmış. Üç dört nesil geriye kadar baba tarafımın geçmişini biliyorum. Hepsi Osmanlı devletinde üst mevkilerde bulunmuş kişiler. Arnavutluk’tan Suriye’ye, Trabzon’dan Girit’e kadar imparatorluğun her yerinde görev yapmışlar. 1894’te tıbbiyeden mezun olan dedem 1922’de tifüs salgını ile mücadele etmek için gönderildiği Antalya’da tifüse yakalanıp vefat etmiş. Mezarı bile belli değildir. Gerek babamın, gerek annemin dinle, diyanetle pek ilgisi yoktu. Babam, dedemin de kendisi gibi olduğunu söylerdi. Dolayısıyla benim de dinle diyanetle pek ilgim olmadı. Üstelik benim neslim, laik olsun diye eğitilmiştir. Bu satırları yazmamın amacı fikri oluşumumu okurlarımın zihninde netleştirmektir. Ancak, iktisatla ilgilenmeye başladıktan sonra, bir sosyal bilim öğrencisi olarak İslam ve dinler üzerine kendimi bir hayli yetiştirdim.

TÜRKİYE’DE CUMHURİYET LAİKLİK VE ULUSÇULUKTUR

Amerika’da köklü kuruluşların başında bulunan tepe yöneticilerin, kurumlarıyla ilgili değerleri savunurken kullandıkları  “Burası bir cumhuriyettir, demokrasi değildir” (This is a republic, not a democracy) şeklinde bir değişleri vardır.  Bu, bir müessesede veya ülkede kurucuların vazettiği temel ilke ve değerleri savunan hukuk, sonradan iş başına gelenler tarafından da korunmalıdır anlamına gelir. Eğer bu temel ilke ve değerler değiştirilirse, orası artık başka bir kurum, başka bir ülke olur. Atatürk, Türk devletinin “bölünerek” tarihten silinmek üzere olduğu bir dönemde, Türklüğü ebediyen yaşatmak amacıyla halkları “birleştirerek” bir cumhuriyet kurmuştur. 29 Ekim 1923’te doğumu ilan edilen T.C. bir gece önce muhaliflere kazık atarak kurulmamıştır. Kökü, ta Osmanlıya dayanır.  T.C.’nin son şeklini alması 10 yıl sürmüştür. Bu açıdan T.C. 1933’te kurulmuştur denebilir. Türkiye Cumhuriyeti, Türk’ü, etnik kökeni ne olursa olsun, ulusal sınırlar içinde yaşayanlara verilen isimdir diye tanımlar. “Birleştirici” temel ilke budur. T.C. bir tevhit devletidir. Laiklik ise bireyleri, din adamlarının baskısından kurtarmayı ve insan aklını özgürleştirmeyi amaçlar.

ATATÜRK, CHP’NİN KURUCUSU DEĞİLDİR

Atatürk, Türkiye Cumhuriyet’inin kurucusudur. İkinci adam İsmet İnönü bile 1972’de CHP’den istifa ettiğine göre, bugünkü CHP’nin kurucusu değildir. Atatürk’ün belli bir tarihte CHP’yi kurmuş olması, günün şartlarının icabıdır. Atatürk’ü, tek bir siyasi partinin kurucusu olarak reklam malzemesi haline indirgemek, Atatürk’e saygısızlıktır. CHP, isterse Atatürk’ün izinden gidebilir ama onu tekeline alamaz. Hizbullah da “Allahın Partisi” demektir. Ama haşa! Allah bir parti kurmuş değildir. Allah’ın adını belli bir partiye vermek herhalde küfürdür.

TARİHTEN ATATÜRK DÜŞMANLIĞI ÇIKARMAK

Atatürk, bir savaşçıdır. Savaşın değişmez stratejik bir hedefi vardır. Ama bu hedefe varmak için gerektikçe değişen rakip şaşırtıcı taktikler kullanılır. Atatürk giriştiği savaşı kazanmıştır. Ama kurduğu “cumhuriyet” de özde değil sözde zar zor yaşamaktadır. Cumhuriyet’in dinci ve bölücü düşmanları, tarihi metinlerini Atatürk’ü kötüleyecek malzeme toplamak için okumaktadır. Bu amaçla, oradan buradan seçmece alıntılar yaparak malumatfuruşluk gösterileriyle Atatürk’ü aşağılamaktalar.  Medyanın yüzde 80’i onlara kucak açmışken, sanki bu cumhuriyet karşıtlarının seslerini duyurmakta sıkıntıları varmış gibi, bizim gazete de bu tezgâhın bir parçası haline gelmiştir. Bunu da günün bir zarureti kabul ediyorum.

Yazının Devamını Oku

Kaptanınız konuşuyor: İniş ertelenmiştir

9 Kasım 2011
BUNDAN bir süre önce sizlere yeni hükümetin izleyeceği iktisat politikasının eskisinden farklı olacağını söyledim. Çünkü hükümet, milli gelirin yüzde 10’una tırmanan ve artmaya devam eden cari açığı daraltmaya karar verdi sandım. Özet olarak: Son 8 yılda izlenen “örtük kur çıpası” diğer bir değişle “yüksek faiz-düşük kur” manivelasıyla enflasyonu düşürme politikasının sona erdiğini yazdım. Çünkü kur çıpasıyla “fiyat istikrarını” sağlamanın ödünü, beklenildiği gibi dış açık büyümesi olmuştu. Yüksek dış açık ise, tek başına bir “mali istikrarsızlık” sebebidir. Söylenenlerden bunun farkına varıldı sonucunu çıkarmıştım. Yanılmışım, düzeltiyorum. Politika değişmemiştir.
YUMUŞAK İNİŞ VEYA
DÜZENLİ DÜZETME
Eğer bir ulusal ekonomide veya küresel ekonominin tümünde bir bozukluk/denksizlik varsa, kabul görmüş benzetmesiyle “artık uçak havada daha fazla kalamıyorsa” ekonominin dinamikleri kendiliğinden bunu düzeltir. Yani uçak düşer veya sert bir şekilde yere iner. Böylece havada durma gibi sürdürülemez durum ortadan kalkar. Bu tür düzetmelere kriz denir. Eğer ekonomiye yön verenler, bir krizin gelmekte olduğunun farkına varır ve kendilerinde önlem alacak siyasi güç görürlerse, belli tedbirler alarak, bu inişi yumuşak hale getirebilirler. Buna “düzenli düzetme” de denir. Nitekim Merkez Bankası Başkanımız da bir ay kadar önce, sürdürülemez hale gelen cari açığı “yumuşak inişle” küçülteceklerini söylemişti.
DÖVİZ ARTMADAN
CARİ AÇIK KÜÇÜLMEZ
İstenildiği kadar ekonomik büyüme frenlensin, esnek istihdam şartları sağlansın, girişimin önündeki bürokrasi azaltılsın, sanayide verimlilik artsın, mikro önlemler tabir edilen, sektörel ve selektif teşvik tedbirleri alınsın “döviz fiyatları artmadan ve/veya gelirler reel olarak düşmeden” dış ticaret açığı ve dolayısıyla cari açık oransal olarak küçülmez. Televizyonlarda bunun tersini söyleyen mümtaz “baş ekonomistler” bile bunu bilir.
KURLA DÜŞEN ENFLASYON
KURLA YÜKSELİR
Buna “devalüasyondan, enflasyona geçiş” denir. Merkez Bankası’nın hesapladığı “Yüzde 10 devalüasyon, enflasyonu yüzde 1.5 artırır” hesabı nokta tahminidir. Yüksek oranlı devalüasyonda bu geçiş oranı artar. Nitekim dolar 1.5 TL’den 1.75’e çıkınca, yılsonu enflasyon hedefi iyice şaştı. Hükümetin fiyakası bozuldu, Merkez Bankası telaşlandı. Hemen döviz fiyatlarını düşürücü önlemleri yürürlüğe koydular. Pek tabii, cari açığı düşürme hedefi başka bahara kaldı. Şimdi hükümet, tüm gücüyle dışarıdan para getirmeye çalışılacaktır.
Son Söz: Carisi açık olan, Amerika’ya sırtını dönemez.
Yazının Devamını Oku

Yorgo haklıdır

5 Kasım 2011
YUNANİSTAN Başbakanı George (Yorgo) Papandreu 16 Haziran 1952 yılında Minnesota’da doğmuş bir Amerikalıdır. Annesi has Amerikalı, babası Yunan asıllı Amerikan vatandaşıdır. Baba Andreas Papandreu askerliğini Amerikan Deniz Kuvvetlerinde yapmıştır. Harvard’tan doktoralı önemli bir iktisat profesörüydü. Ülkemin bana ihtiyacı var deyip Amerikan vatandaşlığından çıkarak ülkesine dönmüş ve başbakan olmuştu. Şimdiki Başbakan Yorgo’nun adı, aslında dedesinin adıdır. Dede Yorgo, Almanya’da tahsil görmüş bir Yunan aydınıydı. O da uzun süre başbakanlık yapmıştır. Çok güzel sirtaki ve harmandalı oynayan şimdiki Yorgo, üç nesilden beri başbakan yetiştiren bir soylu aileden gelmektedir.
YUNANİSTAN BATMIŞTIR
Yunanistan kişi başına hesapta 30 bin dolarlık milli gelirle Türkiye’nin üç kat zenginidir. Dünya listelerinde “gelişmiş ülkeler” arasında yer almaktadır. ... ve Yunanistan batmıştır. 1958’de Türkiye de ekonomik olarak batmıştı. Başbakan Adnan Menderes gazetecilere “ülke battı diyorlar, ben her sabah kalkıyorum, bakıyorum ülkemiz olduğu yerde duruyor” demişti. O zaman muhalefet de “ülke kayık gibi batmaz, başbakan ülke ile kayığı karıştırıyor” diye bu ifadeyi alaya almıştı. Batmanın muhasebedeki karşılığı iflastır. İngilizcesi “bankruptcy” dir. Tanımı, eldeki varlıkların, büyüyen borçları karşılayamaz hale gelmesidir. Bu bir “Bilanço” tanımıdır. Bir de varlıklarının değeri borçlarından fazla olmakla birlikte vadesi gelen borçlarını ödeyememe yani “acze düşme hali” vardır. Yanlış olarak buna da iflas denir. Bu duruma İngilizce’de “insolvency” denir. “Nakit Akışı Tablosu” deyimidir. Ülkeler, bilanço kavramına göre hiçbir zaman batmaz. Ama “insolvency” tanımına göre batağa düşerler. Yunanistan müflis değildir ama aciz durumdadır. Bu sorunun iki bacaklı bir çözümü vardır. Ne Yunanistan ne de acze düşen bir başka ülke tasfiye edilemez. Şirket gibi kapatılamaz.
ÇÖZÜM, SORUNU ZAMANA VE ZEMİNE YAYAMAKTAN GEÇER
Yunanistan bütçe açığını dış borçla finanse ettiği için batmıştır. Yani, hem kamu açığı hem de cari açığı vardır. Eğer “cari açığı/dış açığı” olmasaydı da sadece kamu açığı olsaydı ve kamu borçlarının milli gelire oranı yine bugünkü gibi yüzde 160’dan fazla olsaydı, Yunanistan batmazdı. Ülkelerin batmasında “tayin edici faktör” iç açık değil, dış açıktır. Bunu sakın akıldan çıkarmayın. Dış açık zengin fakir dinlemez, ülkeyi batırır. Yapılması gereken şey Yunanistan’ın borçlarını düşük hatta eksi faizle zamana ve Euro Bölgesindeki tüm “dost ve kardeş” ülkelere yani geniş zemine yaymaktır. Bunu da Avrupa İstikrar Fonu sağlayabilir. Bu, birinci bacaktır.
YUNAN HALKINA DÜŞEN GÖREV BÜTÇE AÇIĞINI KAPAMAKTIR
Bu da ikinci bacaktır. Yunan halkı, hükümetine “faiz ödemeleri hariç bütçe açığını” kapatacak önlemleri alması için yetki vermelidir. Bu yetkinin tek bir anlamı vardır. Hükümet kamuda çalışanların ve emeklilerin maaşları indirilecek ve sosyal harcamalar kısılacaktır. Özel sektörde grev yasaklanacak ücretler “mecburi tahkim”le belirlenecektir. İş bu kadar yalındır. Çünkü Yunanlar bu ehlikeyiflikle 30 bin dolarlık milli geliri hak etmiyorlar. “Cool” başbakan Yorgo, bu kararı meclise, olmazsa halka aldırtmakta son derece haklıdır. Referandumu istemiyorlarsa, o zaman başbakanın kabul ettiği şartları, halkın da kabullenmesi gerekir. 
Son Söz: Mesuliyet kayıtsız şartsız milletindir.
Yazının Devamını Oku

Bu hukukla kentsel dönüşüm yapılmaz

2 Kasım 2011
ÇOK da büyük olmayan Erciş-Van depreminde sadece kırsal yapılar değil kocaman betonarme binalar da yıkıldı. Bu çökmeler vesile edilerek, bir süredir buzdolabında bekletilen “Kentsel Dönüşüm” projesi tekrar gündeme getirildi. Başbakan, kendine has gözdağı vererek övünme ve korkutma diliyle “kimsenin gözünün yaşına bakmam, sahipleri bana oy vermeyecek bile olsalar çürük binaları yıkarım” diye gürledi. Aslında kentsel dönüşüm projesinin, dayanıksız binaların depremde yıkılmasıyla doğrudan bir ilgisi yoktur. Kentsel Dönüşüm (Urban Renewal veya Urban Development) bambaşka bir kavramdır. Kentsel dönüşüm öncelikle, kentlerin içinden çıkamadığı “ulaşım/trafik” sorunu çözmeyi amaçlar. İnsanların yaşam kalitesini arttıır. Pek tabii böylesi bir dev proje uygulanırken depreme dayanıklı olsun olmasın yıkılacak binaların yerine hepsi depreme dayanıklı binalar inşa etmek de ekonomik olur.

KENTSEL DÖNÜŞÜM NEDİR

Orta çağlarda milli gelirin büyük kısmı ziraattan elde ediliyordu. Nüfusun büyük çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Çiftçiler, tarlalarına, bağlarına, bahçelerine ve otlaklarına yakın olmak yani “ulaşım/trafik” sorunu yaşamamak için, adına köy denen küçük yerleşim alanlarında oturuyordu. Sanayileşme ile birlikte kırsalda yaşayanların sayısı azaldı. Fabrikalar kuruldu. Bu fabrikaların işçileri yaya olarak işyerine gidip gelebilsinler diye fabrikaların hemen yanı başında kasabalar ve kentler kuruldu. Amaç ulaşım süresini ve maliyetini düşürmekti. Sanayileşmenin sebep olduğu, köyden kente göç bir “yerleşim dönüşümü” idi. Bu dönüşümün de amacı, yeni üretim biçiminin ortaya çıkardığı “ulaşım/trafik” meselesini çözmekti. Zamanla milli gelirin yüzde 60’ı hizmetler sektöründe yaratılır oldu. Hizmet üretiminde ölçek ekonomisine ulaşmak için daha çok sayıda insanın bir arada yaşaması gerekiyordu. Bu değişim de büyük kentleri ortaya çıkardı. Büyük kentler, uzmanlaşmaya dayanan yeni üretim biçiminin ulaşım sorunu çözmek için kurulmuşken, kendileri ulaşım sorununun kaynağı oldu.

KENTSEL DÖNÜŞÜM DENEYLERİ

Hemen hiç deprem tehlikesi olmayan Hollanda’nın Rotterdam şehrinde, İkinci Dünya Harbi’nden sonra daha yeşil, daha rahat yaşanır ve daha az trafik sorunu olan bir kent yaratmak için kentsel dönüşüm projesi uygulanmış ve başarılı olunmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra Amerika’nın bombardımanla yıkılmamış ve deprem tehlikesi olmayan, ama sosyal ve iktisadi olarak çökmüş pek çok şehir merkezinde kentsel dönüşüm projeleri uygulanmıştır. Amerikan deneyi ancak çok uzun yıllar sonra kısmen başarılı sonuçlara ulaşmıştır. Tüm bu projelerin önündeki en büyük engel ferdi mülkiyeti koruyan hukuk olmuştur. Kentsel dönüşüm, kişilerin kentsel arsa mülkiyetine en büyük rantı sağlamak için tasarlanamaz. Kentsel dönüşüm, en çok insana, en çok faydayı sağlamayı amaçlayan “makro bir projedir”. Kentsel alanlarda arsa sahibi olanların, kentin yarattığı mekân rantlarını kendi ceplerine aktarmak amacıyla huysuzluk ve şirretlik etmesini bizim yasalarımız daha kötüsü hukuk anlayışımız himaye etmektedir. Dört Halife zamanından aktarılan menkıbelerle özel mülkiyetin dokunulmazlığı toplumun beynine işlemiştir. Yıkılması gereken, ama zor olan depreme dayanıksız bina değil, ferdi menfaati, toplum yayarından üstün gören zihniyettir.

Son Söz: Mülkiyet, rant kanırtma küsküsü değil, emeğin yongasıdır.
Yazının Devamını Oku

Türk parasının değerini koruma

29 Ekim 2011
MERKEZ Bankası, netice itibariyle hükümetin ekonomi politikasının baş uygulayıcısıdır.

Diğerleri Maliye Bakanlığı ve Hazine’dir. Şimdilerde ortada bir de “Ekonomi Bakanlığı” var; ama o aslında adı yanlış konmuş bir bebektir. Bu adıyla ömrü uzun olmayacaktır. Pekiyi hükümetin yeni ekonomi politikası neydi? Sürdürülemez hale gelen “Cari İşlemler Açığı”nı, enflasyonu azdırmadan indirmekti. Bu iki hedefi bir arada tutturulabilmek için, düşünülmüş taşınılmış ve “ekonomiyi soğutma yoluyla cari açığı kapama” yöntemi benimsenmişti. Bu bir “ne şiş yansın, ne kebap” modeliydi. Bu modele göre:
1. Milli gelir büyümesi yarıya düşürülecek,  
2. Enflasyon bir iki puan artacak,
3. Cari açık yarı yarıya kapanacaktı
Böylece, benzini azalan ve havada daha fazla kalamayacak hale gelen ekonomimiz, fazlaca hasara uğramadan “yumuşak iniş” yapabilecekti. Yumuşak inişle birlikte, ithalatı azaltan, ihracatı arttıran yapısal önlemler alınacak ve uçak tekrar havalanacaktı. Yani Türk ekonomisi yıllık yüzde 7-8’lik büyüme hızına kavuşacaktı.

BANKADAKİ EYLEM PLANI PİYASALARA UYMAZ

Birden fazla amaca aynı anda hizmet eden planlar, eğer verilmesi gerek ödünler hesaplanmadan yapılmışsa, genellikle hiçbir amacı gerçekleştiremez. Çünkü her konuda olduğu gibi iktisatta da işin doğası icabı, amaçlar arasında bir öncelikler sıralaması vardır. İsterseniz “külfetine katlanmayan, nimetinden istifade edemez” diyelim. Son olarak açıklanan eylem plânını gazeteler “Türk Lirasını Güçlendirme” girişimi olarak okurlarına duyurdular. “Yüksek faiz-düşük kur”a geri dönülmüştü. Nitekim hemen faizler yükseldi, kurlar düştü. Bir daha şahit olduk ki; “Türk Parasının Değerini Koruma” zihniyeti değişmemiş.

AYNI ŞEYLER YAPILARAK FARKLI SONUCA ULAŞILMAZ

Yazının Devamını Oku

Kapitalizm yıkılmaz

26 Ekim 2011
KAPİTALİZM yıkılmaz, çünkü böyle bir sistem inşa edilmemiştir. “Ahlak Felsefesi” profesörü Adam Smith’e (1723-1790) kapitalizmin kurucusu veya babası denmesi bir saygının ifadesidir. Kapitalizm, medeniyetin gelişmesiyle birlikte vücut bulan, özel mülkiyete ve rekabete dayalı “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin galat adıdır. Adam Smith de bu doğal sistemin, sanayileşmenin başladığı kendi çağında, milletlerin refahına nasıl daha fazla katkı yapabileceğinin yol ve yöntemlerini göstermiştir. O çağda bırakın “kapitalizmi” henüz “iktisadiyat” (economics) sözcüğü bile yoktu. Kapitalizm kelimesini resmen ilk defa Adam Smith’ten 100 yıl sonra sahneye çıkan komünizmin babası Karl Marx kullanmıştır. İçinde yaşadığımız ekonomik sisteme kapitalizm demek doğru değildir. En doğrusu belki de bu düzeni “Hür Girişim Sistemi” diye adlandırmaktır.
İKTİSAT, SOSYAL BİR BİLİMDİR
İktisat, sosyal bir bilimdir. Çünkü uğraş alanının içinde paradan ve diğer faktörlerden önce insan vardır. Hem birey, hem sosyal sınıf/küme, hem ulus, hem de uluslar arası toplum olarak insan davranışı bu sistemin işleyiş esasını teşkil eder. Tamahkârlık, aç gözlülük, yaşanmakta olan krizin kaynağıdır. Kalıcı çözüm de bu davranışları değiştirmekten geçecektir. İktisat, hayatın kendisidir. İktisat, altın, arsa, borsa, döviz kuru, faiz, merkez bankası, kâr, zarar, gibi sözcüklerle yan yana kullanılır. Cahiller ve aptallar idare ettiği için batan Amerikan ve Avrupa bankaları veya dahiler yönettiği için kârlılık rekorları kıran Türk bankaları gibi flaş haberlerde iktisat kelimesi sıkça geçer. Bu sebeplerle “iktisat eşittir para” özdeşliği doğmuştur. Ama yanlıştır. Çünkü her para hareketinin gerisinde o parayı hareketlendiren bir insan vardır.
KAPİTALİZM VE HUKUK
Kapitalist veya benim tercih ettiğim deyimiyle “Serbest Piyasa Sistemi” hür insanlardan kuruludur. Bu sistemde yaşayan, çalışan, tüketen, tasarruf eden, tasarrufunu yatıran veya nemalansın diye bankalara emanet eden insanlar, hür iradeleriyle hareket eder. Onlara kazandıkları paralarla ne yapacaklarını devlet emredemez.   Ancak devlet, bu hür ama yeterli bilgisi olmayan insanları kötü niyetli dolandırıcılardan veya iyi niyetli maceraperestlerden korumalıdır. Çünkü bu sistemde parasını birilerine (mesela bankalara) emanet etmekten başka makul seçeneği olmayan “masum” amatör vatandaşların karşısında, onlarla kıyaslanamayacak kadar çok piyasa bilgisi olan “cambaz”lar vardır. Vatandaşa 1982’deki banker krizinden sonra olduğu gibi “ne yapalım, kumar oynadın, kaybettin” denemez. Doğrudur, masum vatandaş biraz çakaldır. Cin olmadan adam çarpmaya, hırsızlık kazançlarından pay almaya eğilimlidir. Bunun böyle olması, onları dolandıranları, topladıkları mevduatı çok riskli işlere kredi diye veren banker bozuntusu bankacıları haklı kılmaz. Devlet kuracağı hukuk sitemi ile bu kabil, adına türev denilen “abidik gubidik” işlemleri yapılamaz hale getirmelidir. Hukuk, bireylerin girişimcilik ruhunu köreltmeyecek kadar esnek olmaya da mecburdur. Yoksa krize girmesi değil, batması kaçınılmaz Marxist ekonomi hortlar.
Son Söz: Emanet parayla, kumar oynanmaz.     
Yazının Devamını Oku

Türk’e Türk’ü yermek

22 Ekim 2011
SEYREK de olsa Kürt meselesi hakkında yazıyordum. Uzun zamandır bu konuya hiç temas etmedim. Çünkü Kürtçülük tezini Kürtlerden fazla benimseyen Türklerin yaptığı “meğer Kürtlere ne kötülükler etmişiz” propagandasıyla Türkler suçluluk kompleksine düşürülmüştü. Günün sonunda Türkler “haksız dava savunulamaz” noktasına gelmiş ve davayı kaybetmişti. Böylece Türkiye’nin ülkesiyle ve milletiyle bölünebilir olduğu tezi “tek geçerli çözüm” oldu. Tartışmalar, “bu, olmasına olacak da; kanlı mı, kansız mı olacak” alt başlığına indirgenmiştir.
STRATEJİ VE OPERASYON
Böylesi bir etnik ihtilafta, eğer taraflardan biri, benim tek emelim “anaların ağlamamasıdır” diğer taraf da “benim tek emelim de özerkliktir” diyorsa, bu davayı özerklik isteyen tarafın kazanacağı açıktır. Anaların ağlamaması, “stratejik” değil, operasyonel bir amaçtır. Stratejik ülküsü olamayan harekât da başarısız olur. Firma yönetimini bilimsel şekilde ele alan, yani “sebep-sonuç” ilişkilerini somutlaştırmak için kafa patlatan düşünürlerden biri de Harvard’lı Michael Porter’dır. Porter, stratejik yönetim tarzını benimseyen firmaların, stratejisi olmayanlardan daha başarılı olduğunu saptamıştır. Bunun üzerine stratejik yönetimin ne olduğunu anlatan eserler yazmıştır. Porter’ın kitaplarını okumak, anlamak ve uygulamak meslek sahipleri için faydalıdır. Ancak meslekten olmayanların da ondan öğreneceği çok yalın bir kavram vardır. Bu kavram, doğru düşünmenin yapı taşlarından biridir. Porter’a göre yöneticilerin (hatta herkesin) hayatta aldıkları hedef kararları “stratejik” ve “operasyonel” olmak üzere ikiye ayrılır. Herhangi bir kararının stratejik mi, yoksa operasyonel mi olduğunu anlamak için uygulanacak test sorusu şudur: Alınan hedef kararının tersi savunulabilirse, o karar stratejiktir. Tersi savunulamayan amaçlar ise operasyoneldir. Mesela; “Türkiye, iki uluslu, iki bölgeli bir devlet olmalıdır” tezi, stratejik bir ülküdür. Analar ağlamasın, değildir.
ANALAR AĞLAMASIN
Bundan bir süre önce hükümet, Kürt meselesinde yapacakları işlerin amacını “analar ağlamasın” olarak seçtiğini topluma açıklamıştı. Bu amacın tersi savunulamaz. Hiç kimse “analar ağlasın” demez. Stratejik bir amaca hizmet etmiyorsa, anaların ağlamasının kimse istemez. Bunu isteyenin aklından zoru var demektir. Ne başarıya ulaşana dek ETA veya IRA ne de şimdi Hamas veya PKK, analar ağlasın diye eylem yapmamıştır. Dolayısıyla bir tarafın “amacım anaların ağlamamasıdır” demesinin hiçbir stratejik değeri yoktur. Daha kötüsü, bunun anlamı “siz tek anamızı ağlatmayın, biz ileri süreceğiniz her koşula razıyız“ demektir. Ben PKK yöneticisi olsam mesajı böyle anlardım. Başka türlü anlamak mümkün mü?
YENİ DÜNYA DÜZENİ
Bundan 20 yıl kadar önce Baba Bush “New World Order”, Yeni Dünya Düzenini açıklamıştı. Eski Wilson Doktrini olan yeni düzende etnik azınlıkların kendi kendilerini yönetme hakkı vardı. İktidardaki çoğunluk, kendi kendini yönetmek isteyen azınlığa, bunu elde etmenin “demokratik yolunu” açarsa, bu amaç için silaha sarılmak gayri meşru sayılacaktı. ABD ve AB bu isyanları desteklemeyecekti. Eğer demokratik yol açılmamışsa, o halkın isyanı meşru olurdu. ABD ve AB o eylemleri destekleyecekti. Batı’nın söylemini anlamın şifresi budur.
Son Söz: En büyük şer, ehveni şerden çıkar.
Yazının Devamını Oku