SEVGİLİ okurlarım...
Sadece bireyler değil, zaman zaman toplumlar da ruhsal olarak hastalanabilir. Uzun süredir toplumumuz kontrol edilemeyen bir öfkenin kucağında savrulup gidiyor, insanımız incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerle birbirinin gözünü oyuyor, devletin müfettişleri müzisyenin boğazını kesiyor, bir kadın üç yaşında bir çocuğu öldürüp derindondurucuya saklıyor, tecrübeli bir hâkim karısını öldürüp sonra intihar ediyor, trafikte yaşanan küçük bir tartışmada insanlar birbirine saldırıyor, gencecik kızlarımız birbirlerini saçlarından tutup yerlerde sürüklüyor, medya aracılığıyla herkes birbirine ağzına geleni söylüyor, bağırıyor, küfrediyor ve daha neler neler...
ÖFKE HER YERDE
Evlerde, okullarda, yollarda, sokaklarda, restoranlarda, müzikhollerde, hastanelerde, adliyede, belki daha da önemlisi medyada şiddet kol geziyor. Birbirimize düşman gibi bakar olduk. En küçük bir dikkatsizliği, özensizliği, sitemi kaldıramıyoruz.
Şiddet sadece karşınızdakine gösterilen fiziksel saldırı değildir. Bunun, karşındakini öldürmeye kadar gideni var, yaralama var, tehdit var, şantaj var, aşağılama, kınama, utandırma var, cinsel taciz ve tecavüz var. İşin kötüsü bizim çok kıymetli ülkemizde bunların hepsi var.
SEVGİLİ okuyucularım...
Hafta başında okuduğum bir haberle yüreğim ağzıma geldi. Haber şöyleydi: Adana’da 3 yaşındaki kızını silahla vurarak öldüren cani anne, aynı silahla kendi canına kıydı. Psikolojik sorunlar yaşayan ve eşinden yeni boşanan 23 yaşındaki Eylül Y. dün akşam saatlerinde 3 yaşındaki kızıyla birlikte ormanlık bir alana gitti. Burada, eski eşinin tabancasıyla önce kızını öldürdü, ardından aynı silahla intihar etti.
Bir anne, 3 yaşındaki kızına nasıl kıyabildi acaba? Hem de cinayeti planlayarak işliyor, kızını elinden tutup önce ormanlık bir alana götürüyor, çocuğu hiç gözünü kırpmadan öldürüyor o cani anne. Sonra da intihar ediyor.
Ancak bu tür olayların içyüzü genellikle hiç de göründüğü gibi değildir, çok farklıdır. Her ne kadar ben bu anneyi tanımasam da, kırk yıllık psikiyatrist olarak bazı tahminler yapabilirim. Zaten haberde kadının bazı psikolojik sorunları olduğundan bahsedilmiş. Haberde o kadının önceden çekilmiş resimleri de var. Canlı, hayat dolu, genç, bakımlı ve güzel bir kadın Eylül...*
Bu hafta sizlere, birkaç yıl önce ağlayarak kliniğe gelen bir hastamı anlatacağım. Adı Ceylan, otuzlu yaşlarda genç bir kadın. Geliş nedeni kiloları... Oysa karşımda şişman değil, balıketinde dediğimiz türden güzel biri oturuyor. Çocukluğunda gerçekten de kiloluymuş ve bu yüzden çok acı çekmiş.
Bakın Ceylan o gün bana neler anlattı...
*
Bizler de en çok o hikâyeleri, o filmleri okumak ya da seyretmek isteriz. Başka türlü bir büyüsü vardır aşkın, yaşayanı olduğu kadar okuyanı, izleyeni de etkiler. Başkalarının bu konuda neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini, bu aşkın mutlu mu yoksa mutsuz mu bittiğini hepimiz görmek, anlamak isteriz.
Sosyal ilişkilerde bile konu dönüp dolaşıp aşka gelirse hepimizin daha çok ilgisini çeker, ne olmuş, kimmiş, ne yaşanmış, nasıl bitmiş diye merak ederiz. Mutluluk deyince aklımıza önce aşk gelir, insanları en çok aşkın mutlu edeceğini düşünürüz.
Bugün, ben de size bir aşk hikâyesi anlatacağım. Aşk her ilişkide farklı yaşanır, farklı hissedilir. Aşk asla bir maç olmasa da aşkın da kazananı, kaybedeni vardır, oysa biz hep iki tarafın da kazandığı aşkları severiz.
Geçen yıllardan birinde bana yaşadığı büyük aşkın ona nelere mal olduğunu anlatan çok güzel bir kadın gelmişti. Odaya girdiğinde çok etkilenmiştim ondan, yüzü sanki kalemle çizilmiş kadar güzeldi ama o yüze yapılan ağır makyaj dikkatimi çekmiş ve içimden “Bu kadar güzelken bu kadar makyaj neden?” diye düşünmeden de edememiştim.
KRALİÇE Elizabeth’in öldüğünü, gece geç saatte telefonuma gelen mesajla öğrendim. Oysa daha yeni başbakan Liz Truss’ı kabul etmiş, ben de o gün çekilen resme dikkatle bakmıştım. Her ne kadar eskisi gibi dik duramıyorsa da, hiç de fena görünmüyordu. Hatta içimden “Maşallah, hâlâ ayakta ve hâlâ işinin başında” demiştim.
‘SENİN NEYİN OLUR’
Ölüm haberini alınca sanki iyi tanıdığım bir yakınımı kaybetmişim gibi hissettim. Hissettiğim bu duyguyu fark edince de sordum kendime, Elizabeth senin neyin olur diye.
Neyim olacak, o benim hayatımda doğduğum günden beri var olan, öyle ya da böyle kendisinden hep haber aldığım, sadece kendisini değil bütün ailesini tanıdığım, bazen hayranlıkla, bazen kızarak, söylenerek ama hep merakla izlediğim biriydi. Her şeyden önce adının başında kraliçe yazıyordu, çocuklarına da prens ya da prenses diyorlardı.
Yetmiş yıldır tahtta oturduğuna göre, demek ki ben beş yaşındayken, yani yeni yeni gözlerimi dünyaya çevirmişken, o İngiltere tahtının kraliçesi olmuştu. Beş yaşındaki bir çocuk için kraliçe ne demekse, o da benim için oydu. Yine beş yaşındaki bir çocuk için, benimle aynı yaşta bir oğlana yani Charles’a ‘Prens Charles’ diyorlarsa, o da benim için oydu işte.
MASALLAR GİBİ DEĞİLDİ
Bizler o yaşta
Son yüzyıla gelene kadar bu ilerleme belli bir seviyede devam ediyordu. 1900’lü yılların ortalarından itibaren bu hız aniden yükseldi. Artık teknolojinin hızına çoğumuz yetişemez, takip edemez olduk.
Ancak bir yandan medeniyet ve teknoloji giderek sınırlarını genişletirken dünyada ne savaşlar durdu, ne katliamlar ne de cinayetler. Ülkemizde de her gün cinayet haberlerini duyar olduk. Bugün sizlerle, daha anne karnındayken babası öldürülen bir kızımızdan gelen mektubu paylaşacağım.
Bu mektubu okurken sanırım hepimiz, o ölümden sonra, geride kalanların hayatlarının nasıl etkilendiğini, kaderlerinin nasıl değiştiğini yakından görmüş olacağız. Beş çocuklu bir baba bir gün aniden öldürülürse o ölümün, o aileye nelere mal olduğunu bu mektup bize çok ayrıntılı anlatmış.
Bakın Hüsna bize neler yazmış:
*
Adı gibi kaderi de sizlerin ilgisini çekecek kadar acı ve hüzün dolu bir mektup bu ve ülkemiz gerçeklerinden birini daha anlatıyor bize. Büyük ve kalabalık bir ülkeyiz. Birbirimizi, neler yaşayarak bu günlere geldiğimizi, acılarımızı, sorunlarımızı, çaresizliklerimizi pek anlama fırsatımız olmuyor. Hepimiz kendi çevremizde gördüğümüz, bizim gibi insanlarla yaşayıp gidiyoruz. Ve sanıyoruz ki ülkemiz insanı işte bu... Onun da geçmişi bizimkine benziyor ama gerçek öyle değil. Birbirimizi tanımaya, bilmeye çok ihtiyacımız olan günlerden geçiyoruz.
Bizim insanımızın her biri, özellikle çocukken çok farklı acılarla, çok farklı sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyor. İstesek de elimiz o çocuklara, o gençlere uzanmıyor. Ve ne yazık ki o çocuklar, o gençler çok çaresiz...
Bakın Kader mektubunda neler yazmış:
***
Zamanla o düzenin bazı kuralları toplum tarafından benimsenir, bazıları zaman içinde dışlanır ve böylece bir düzen kurulur.
‘İDEAL’ DUYGULARIMIZ
Toplumlarda kültürün değerli bulduğu duygular teşvik edilir, değersiz olanlar solar, körelir, bastırılır. Kültür denen kolektif yazılım sosyal düzenin devamı için hangi duyguların sağlıklı ve yararlı, hangilerinin sağlıksız ve zararlı olduğunu belirler. Kültürümüzde değerli olan duygular, zamanla bizim kendimizi iyi hissetmemiz için aradığımız ideal duygular haline gelir.
Ne hissetmem gerekiyor sorusunun cevabını kültür verir. Özellikle çocuk yetiştirmede bunlar çok önemlidir. “Ayıp” diyerek utanç duygusu harekete geçirilir ve çocuğun toplum normlarına uyması sağlanır. “Cıss” diyerek merak ettiği her şeye yaklaşması engellenmeye çalışılır, çocuğa şüphe aşılanır. “Babana söylerim” diyerek korkutulan çocukların zihninde bu söz gelecekte polise söylerime doğru dönüşür ve otorite karşısında korku aşılanır. Erkek çocuklara “Bir tane de sen vursaydın, sakın altta kalma” diyerek hakkını savunması gerektiği, kızgınlığı saldırganlıkla ortaya koymanın doğal olduğu mesajı verilir. Kız çocuklara da bunun tam tersi mesajlar verilerek otoriteye boyun eğmek, başkaları için fedakârlık yapmak, öfkesini olabildiğince bastırmak öğretilir.
‘AYIPLANMAZ, KINANMAZ’
Bizim kültürümüzde namus önemlidir. Namus kadınlar için bir utanç vesilesi olurken, erkekler için bir şeref, bir onur meselesidir. Belki de bu yüzden namus meselesi diyerek eşini, sevgilisini, kızını ya da kardeşini öldüren katillerin çoğu teslim olur. O, aslında toplumun ondan beklediğini yapmış, onurunu kurtarmış, namusunu temizlemiş biri olarak görür kendini. Azılı bir katil olmasına rağmen bu kişiler cezaevlerinde itibar görürken aileleri de yaşadıkları çevrede ayıplanmaz, kınanmazlar.ONUR KÜLTÜRÜ