Önce Seval Hanım’la konuştuk. Şöyle başladı söze:
- Fahri’yi biraz da zorla getirdim buraya. Biz birbiriyle iyi anlaşan bir çiftiz aslında. İki de çocuğumuz var. Biri 13, biri de 15 yaşında. Fahri çok iyi bir babadır. İşine çok düşkündür. Sabahtan akşama kadar çalışmaktan hiç yorulmaz ama cimri, hem de çok cimri. Bu da bir hastalık olabilir mi sizce?
Bu biraz da cimriliğin dozuna bağlı.
Şimdi ona cimri dediğimi duysa çok kızar. Onun için sizinle önce yalnız konuşmak istedim. O buna israf diyor. Çok şükür durumumuz iyi, çok iyi para kazanıyor kocam ama sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi istiyor ki sürekli geleceğe yatırım yapalım. Onunla alışverişe çıkmaya ödüm kopuyor. Her şeyin iyisine değil ucuzuna bakıyor. Eve yiyecek bile alırken “Aman çok alma, bozulmasın, haftaya yine alırız” deyip duruyor. O evdeyken hiçbirimize rahat vermez. Suyu çok akıttınız, musluğu sonuna kadar açmayın, odadan çıkınca elektrikleri açık bırakmayın, bunca saattir çay neden kaynıyor, tabağınızdaki yemeği bitirin, dökmek israftır filan diye sürekli konuşur. Eve yeni bir şey alacağız diye ödü kopar. Pahalı restoranlara gitmez. Çocuklar da büyüdü, onlara da çok karışıyor. Evde konuştuğumuz tek konu bunlar. Duyan da paraları yok sanır. Bu konu ilişkilerimizi de olumsuz etkiliyor. Artık harcadığımız parayı ondan saklar olduk. Tabii çoğu zaman yakalanıyoruz, o zaman da evde kıyamet kopuyor. Hem çocuklar hem ben kendimizi suçlu hissediyoruz. Böyle giderse aile birliğimiz bozulacak. Ha, bir tek konuda parayı hiç esirgemez, o da sağlık konusu.
* Nasıl yani?
- Hepimizi en iyi doktorlara, en iyi özel hastanelere götürür. Para mara hiç gözüne gelmez.
* Neden acaba, bu konuda bir fikriniz var mı?
- Bilmem, ailesine çok düşkündür Fahri, kılımıza zarar gelecek diye ödü kopar.
Kalabalık bir iş yemeğinde aniden gelen krizi, onu apar topar hastaneye götürüşlerini, kalp krizi geçirdiğini, ölmek üzere olduğunu düşünüp çok korktuğunu ama doktorların yaptıkları onca incelemenin bir sonuç vermediğini, hastalığına bir türlü teşhis koyamadıklarını uzun uzun anlatmıştı. Onu muayene eden doktorlara hafiften sitemliydi. O kadar incelemeye, tetkike, değerlendirmeye rağmen bir türlü teşhis koyamadıklarından yakınırken canının bu konuya çok sıkıldığı her halinden belliydi.
Bir yandan bunun bir panik atak olduğunu hissediyor, bir yandan da ona hemen ‘Sizde panik atak var’ dememden korkuyor, bu hastalığı kendine bir türlü konduramıyor, yakıştıramıyor, âdeta bundan utanıyordu.
Ne de olsa o ünlü bir işadamıydı. Aklını, yeteneklerini, çalışkanlığını, becerikliliğini tüm ülke biliyordu. Böyle birinde panik atak ne gezerdi! Hem bütün bunlar psikolojik olsa kendi bunu durdurmaz mıydı?
Daha önce hiçbir ruhsal sorunu olmamış, sağlık kontrollerini rutin olarak yaptırmıştı. O sıralar hayatında her zamankinden daha fazla stres yaratacak bir şey de yoktu. Zaten olsa da alışkındı böyle şeylerle başa çıkmaya. Güveniyordu kendine.
“Ne güzel...” dedim. “İnsanın kendine güvenmesi, bu kadar çalışkan ve başarılı olması gerçekten güzel...”
Bu sözlerim hoşuna gitti. Ancak hemen ardından “Panik atak, işte tam da böyle insanları sever” diyerek hastalığı ona anlatmaya başladım. Önce hafifçe asılan ve gerginleşen yüzü, zamanla yerini hafif bir teslimiyete, sonrasında ise meraka ve çözüm arayışına bıraktı...
Panik atak, son derece yaygın bir hastalıktır, diyerek devam ettim sözlerime... Bir gün, aniden hepimizin kapısını çalabilir ve iradeyle, akılla durdurulamaz.
***
SEVGİLİ okuyucularım...
Doğduğumuz günden başlayarak, hayat tıpkı bir senarist, bir rejisör gibi her birimize farklı bir rol verir. Anneler, babalar ve diğer yakınlarımız tarafından bize verilen ve bizim de çoğu zaman dört elle sarıldığımız bu ilk rol öyle bir yapışır ki üzerimize, senaryolar değişir, zaman değişir, yerimiz yurdumuz değişir ama biz yaşadığımız sürece terk edemeyiz o rolü.
Eğer hayata sürekli kendinden fedakârlık yapması beklenen biri olarak başlamışsak, sonradan bizden istense de istenmese de hep birileri için fedakârlık yapar, kendimizi buna mecbur hissederiz. Yahut her şeye boyun eğmeyi, hiçbir şeye karşı çıkmamayı öğrenmişsek kimseye hayır diyemeyen biri olur çıkarız. Hayata kaygılı ve güvensiz açtıysak gözlerimizi, her şey yolunda olsa bile ömür boyu kaygılanacak bir şeyler buluruz. Sonuç olarak karakterimize işleyen bu özelliğimiz ilmek ilmek örülür ve zamanla kaderimiz olur.
Biz psikiyatristler biraz da bu nedenle sık sık hastalarımıza doğdukları evi, anne babalarının özelliklerini, o evde çocukken ona nasıl bir rol verildiğini sorarız. İsteriz ki bugünkü davranışlarının, düşüncelerinin ve duygularının geçmişteki köklerini kişinin kendisi de görebilsin. Çünkü çoğu zaman hayata nasıl bir rol üstlenerek başladığımızı hiç sormayız kendimize. Oysa ki bu roller anne babalarımızın bizimle kurduğu ilişki biçimleriyle, bizden beklentileriyle, bize gösterdikleri tepkilerle belirlenmiştir.
Bir okuyucumuzdan gelen mektup bu rol dağılımını çok güzel özetliyor. Bakın, Kübra Hanım neler yazmış...
***
SAYIN
Babalarını genç yaşta kaybedenler babasız büyümenin ne demek olduğunu iyi bilir. Güvendiği dağlara kar yağmış, gölgesine sığındığı çınar devrilmiştir o çocukların. Hele ki o baba eceliyle de ölmeyip intihar ettiyse, vay o çocukların haline...
Her ölüm beraberinde türlü duygular bırakır bizde. Terk edilmişlik, yalnızlık, yarım kalmışlık, suçluluk, öfke... Eğer kaybettiğimiz çok yakınımızsa, hangi yaşta olursa olsun zaten erken ölümdür. Bizi derinden etkiler. Üstelik o ölmeye kendi karar vermişse, biz de buna gözlerimizle şahit olmuşsak, bu ölüm bütün kayıplardan farklı etkiler bizi.
İşte o vakit, cevapsız sorularla kalakalır insan. “Neden gitti? Herkesi gözden çıkardı tamam da, beni nasıl bırakabildi? Nasıl fark edemedim? Nasıl anlayamadım bir derdi olduğunu? Bu kadar kolay mıydı? Hiç mi düşünmedi beni?” ve daha nicesi... Cevabı gidende saklı bu sorular acımızı daha da dağlar sanki. Hele ki yaşımız küçükse ve arkasından bakakaldığımız kişi babamızsa...
Bu mektubu bize Asya yazmış. Okurken benim de yüreğim burkuldu ama hayatın gerçekleri bazen böyle çok acımasız olabiliyor.
Bakın Asya mektubunda ne diyor...
Hiç istemesek de hepimiz zaman zaman hasta oluyoruz. Son yapılan araştırmalar beden sağlığı ile ruh sağlığı arasında sanıldığından çok daha yoğun bir ilişki olduğunu, başımıza gelen olayların, üzüntülerin, sıkıntıların, kayıpların, bedensel hastalıklara davetiye çıkardığını gösteriyor. Rahmetli annem birileri hastalandığında “Üzüntüden böyle oldu” derdi. Yani aslına bakarsanız bu bağlantıyı eskiler çoktan keşfetmiş de, bilimsel olarak yeni yeni kanıtlanıyor. Sevdiğine kavuşamayan âşıkların da bu üzüntü yüzünden ince hastalığa yani vereme yakalandığı söylenir hatta pek çok aşk romanında ve filmlerde bu tema işlenirdi.
KAYGILARI ARTIRIYOR
Sadece sıkıntılar, üzüntüler, kayıplar değil, nasıl bir hayat yaşadığımız da yapılan istatistiklere göre hem sağlımızı hem de ömür süremizi etkiliyor. Özellikle uzun süre yalnız yaşayanların ömürlerinin biraz daha kısa olduğunu görüyoruz.
Özellikle son yıllarda gazetelerde, televizyonlarda, kısaca tüm medyada hastalıklarla ilgili haberlerin sayısı giderek artıyor ve bu haberleri pek çok insan izliyor. Bu tür haberler, bir yandan izleyenleri hastalıklar konusunda bilgilendirirken bir yandan da insanların kendilerine farklı teşhisler koymalarına ve buna bağlı olarak kaygılarının artmasına yol açıyor. Hastanelere başvuru sayıları giderek artarken, farklı şikâyetlerle doktora gelen kişilerin ortalama yarısına tanı konamıyor. Demek ki aşağı yukarı yarısı hasta olma kaygılarıyla gidiyor doktora. Üstelik bu zaman zarfında gerçekten hasta olduklarını düşünüp var olmayan hastalığın semptomlarını gösterebiliyor, kendilerini gerçekten “hasta” hissedebiliyorlar. Bu da bağışıklık sistemini olumsuz etkiliyor.
Ben tıp fakültesinde öğrenciyken, yarım yamalak bilgilerimizle her derste biz de kendimize ayrı bir tanı koyar ve endişelenirdik. Halkımızda da aynen böyle oluyor.
SON zamanlarda hastaları tarafından darp edilen, hakarete uğrayan hatta yardım etmeye çalıştığı kişiler ya da yakınları tarafından öldürülen doktorlarımız oldu. Son olarak çok kıymetli bir meslektaşımız, sevgili Ekrem Karakaya görevi başında, bir hasta yakını tarafından katledildi.
Bu olayı, bir hasta yakınının anlık öfkesi olarak kabul edip kapatırsak bundan toplum olarak hepimiz çok zararlı çıkarız. Bir süredir doktorlara yönelen bu öfke, bu kin, bu saldırgan tutumlar, halen ülkemizde bu mesleği icra eden doktorlarımızı sanıldığından çok daha fazla etkiledi.
Bir doktor darp edilmekten, öldürülmekten korkarsa bu mesleği nasıl icra eder diye hiç düşündünüz mü?
Önemli bir hastalığı olan, ölüm riski taşıyan hastalardan uzak durmaya çalışır. Bu hastaların sorumluluğunu üstlenmek istemez.
Ameliyat mı edilecek, stent mi takılacak, anjiyo mu yapılacak, bunları yapmaktan kaçınır çünkü bütün bu müdahaleler gereğinde hayat kurtarsa da, riskli müdahalelerdir. Doktor hem kendine hem de hastasına güvenmedikçe onu ölümden kurtarmak için yapılması gereken pek çok şeyden kaçınır. Bu da hastaların ömründen çalar.Özellikle ölümcül bir hastalığa sahip kişileri, kendisi de bu konuda pek çok şey yapabilecekken başka hastanelere, daha büyük merkezlere sevk eder. Daha olmazsa hastadan tetkik üstüne tetkik ister. Sorumluluğunu azaltmak için hastayı sahiplenmez. Başka meslektaşlarından konsültasyon ister yani çok da gerekmediği halde, hastayı kulağı için başka, böbreği için başka, midesi ve akciğerleri için başka doktorların görmesini sağlar.
Hasta her gün bir başka tetkik, bir başka hastane, bir başka şehir, bir başka doktorda sırasını bekler durur. Artık o hastanın bir sahibi yoktur. Batılı, çok medeni ülkelerin çoğunda durum aşağı yukarı böyledir çünkü hastalar olmadık nedenlerle doktorlarına dava açarlar. Şimdilerde ülkemizde de bu tip uygulamalar başladı bile. Batıda hastalar doktorlardan çok bilgisayarlara kayıtlı tetkik sonuçlarına göre takip ediliyor. Doktor çoğunu birkaç dakika bile dinlemez.
Ölüm korkusu her şeyi olduğu gibi Hipokrat yeminini bile unutturur, doktor çok hasta bakar ama çoğuna dokunmaz bile, sahiplenmez onları.
Geçtiğimiz hafta, bugüne kadar yazdığım yazılara şöyle bir göz gezdirdim. Çoğunu okurken gözlerim yaşardı, hepsi hüzün kokuyor. Aslında sizleri hiç üzmek istemiyorum ama özellikle ülkemizdeki kadınların yaşadığı gerçekleri yazınca böyle oluyor. Genç kızlarımız, kadınlarımız doğduğu evlerden başlayarak büyük zorluklarla bu günlere gelebiliyorlar. Evlendiklerinde geçmiş yaşantılarının gölgesi hiç bırakmıyor peşlerini.
Bir yandan da her şeye rağmen bizim insanımızın hayata yeniden tutunma potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu biliyorum. Psikolojide biz buna “dayanıklılık” diyoruz. Bizler tarih boyunca pek çok sınavdan geçmiş, büyük mücadeleler vermişiz. Düştüğümüz de olmuş, umutsuzluğa kapıldığımız zamanlar da ama sonunda öyle ya da böyle içine düştüğümüz çıkmazlardan kurtulmanın, yeniden ayağa kalkmanın bir yolunu bulmuşuz.
Bu gün sizlere bir anda dünyası başına yıkılan ama sonrasında canını dişine takarak o enkazın altından kalkmayı, yeniden hayata tutunmayı ve mutlu olmayı başaran bir kadınımızın hikâyesini anlatacağım. Hikâyeyi okurken “Bir kadın isterse, her zorluğundan üstesinden gelebilecek kadar güçlü bir varlık” dedim. Bakalım siz neler diyeceksiniz.
-SEVGİLİ Gülseren hocam...
Ben
Bu hafta sizlere yine ülkemizin uzak diyarlarından birinde yaşayan çok ürkek, çok yalnız, çok kaygılı bir genç kızımızın acı dolu hikâyesini anlatacağım. Bu hikâyeler yoluyla sizlere kızlarımızın sesini, acı dolu çığlıklarını duyurmaya, o sessiz çığlıkların sesi olmaya çalışıyorum.
Çoğunun kaderi, yaşadıkları evlerde kötü yazılıyor. Sonradan mutsuz, güvensiz, depresif, çok kaygılı, umutsuz, doyumsuz ve başarısız yetişkinler haline geliyor bu çocuklar. Sadece okullarda aldıkları eğitim ve diplomalar, onları hayata hazırlamaya yetmiyor. Doğdukları ve büyüdükleri evlerde ne öğrendilerse, kendi çocuklarına da öyle davranıyor, yeni kuşaklara mutsuzluğu, yalnızlığı, korkuyu, umutsuzluğu öğretiyorlar.
Şimdi Zerrin’in hikâyesini okuyunca, ne demek istediğimi sanırım daha iyi anlayacaksınız.*
SEVGİLİ Gülseren hocam...
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir... Her daim iyi olun...
Eğer beni soracak olursanız ben annem için hep iyi olmak zorundayım çünkü benim hayatımda yalnızca annem var. Aslında bir de anneannem vardı, onu 2 buçuk sene önce doktor hatası yüzünden kaybettik. Beni anneannem büyüttü. Onun ani gidişi ile öyle keskin bir acı çöktü ki içime, o acı zamanla ruhumu olgunlaştırdı. Bazı şeyleri şimdi daha iyi görebiliyorum.
‘BABAM VAR AMA YOK’