SEVGİLİ okurlarım,
Son günlerde köpeklere yapılan eziyet, zulüm ve katliam hepimizin yüreğini sızlattı. Hele o videoları izlerken, adamın elindeki küreği köpeğin kafasına indirdiği sahnelere ya da yine birinin zavallı bir köpeği boğmaya çalıştığı sahnelere bakarken içimiz kalktı. Hep birlikte, “Bunlar insan olamaz... İnsan olsalar bunları yapmaya yürekleri elvermez... Bunlar insan değil, canavar” dedik. Bu sahneler günlerce gözümüzün önünden gitmedi.
Neden, biliyor musunuz?
1. Çünkü toplum olarak aslında çok duygulu, acıyı dibine kadar hissedebilen bir toplumuz.
2. Çünkü sadece bir yerlerde haber olarak okumadık, hem gözlerimizle gördük hem de okuduk. Bir olayı, bir bilgiyi ya da herhangi bir şeyi birden fazla duyu organımızla hissetmek, onu öğrenmede, anlamada ve hafızada tutmada bize yardımcı olur. Ders çalışırken bile bu kural geçerlidir.
3. Bir olaya tanık olmak da olayın bizdeki etkisini arttırır.
SEVGİLİ okuyucularım...
Hikâyelerin kendine has bir büyüsü, bir gücü vardır. Hikâye dinlerken de inanırdım onların gücüne, şimdi hikâyeleri yazarken de inanmaya devam ediyorum ve bildiğim her şeyi siz okuyucularıma en çok hikâyeler yoluyla ulaştırmaya çalışıyorum.
BÜYÜ BAŞTA BAŞLAR
Herkesin bir hikâyesi vardır. İş sıradışı şeyler yaşamakta değil, ne yaşıyorsan onu hissederek, hayatı bir peri masalı gibi yaşayabilmektir. Peri masallarında da kahramanlar hep keyif yapmaz, sürekli mutluluk içinde yüzmezler. Mutluluğu yakalayabilmek için çoğu zaman acı çekmeleri, çok çalışmaları, hayatla kıyasıya mücadele ederken kendilerini ve kendi güçlerini yeniden keşfetmeleri gerekir.
Büyü, sadece hikâyenin sonunda, onlar muradına erdiğinde değil, hikâyenin en başında başlar. Bizler hikâyemizin kahramanı acılar içinde kıvranırken bile hissederiz o büyüyü, içimizden onun yerinde olmak geçer. Amacımız acı çekmek değildir, hikâyenin içindeki büyüye kaptırırız kendimizi. Hikâyeler de gücünü, içindeki bu büyüden alır zaten. Ruhumuzun derinliklerine ılık ılık akarken içimize çocuksu bir sevinç, masum bir sevgi yayılır.
YANLIŞ NASIL DÜZELİR
İşte bu nedenle gerek kitaplarımda, gerek televizyona uyarlanan dizilerde, gerekse köşeyazılarımda, ülkemizin kapalı kapılar ardında yaşanan, dillendirilmeyen, konuşulmayan, tartışılmayan gerçeklerini sizlere hep hikâyeleştirerek yazmaya çalışıyorum. O hikâyelerde, bir yandan ülke gerçeklerini yazarken, bir yandan da çocukken yaşananların hayatımızı nasıl etkilediğini, değiştirdiğini, adeta kaderimizi yazdığını, ancak bunlar bilinçlendirilebilirse yanlışları nasıl düzeltebileceğimizi anlatmaya çalışıyorum.
Öncelikle İstanbul’da yaşanan ve suçsuz, günahsız, masum insanlarımızın kanını akıtan hain saldırı nedeniyle ülkemize bir kere daha geçmiş olsun, hepimizin başı sağ olsun demek istiyorum. Bu saldırıda kaybettiğimiz altı vatandaşımızın hikâyesini sanırım çoğunuz içiniz burkularak okudunuz. Bir baba-kız, bir anne-kız ve genç bir çifti, hayatlarının baharında kaybettik.
Bu kardeşlerimizin kim bilir ne hayalleri, gelecekle ilgili ne planları vardı. Zaten biri babasıyla gezmenin tadını çıkaran küçücük bir çocuk, kızının elinden tutup onu keyifle gezdiren bir baba, biri annesiyle İstiklal Caddesi’nde gezen 15 yaşında bir genç kızla annesi, diğer ikisi de küçük çocuklarını yakınlarına emanet edip güzel bir sonbahar gününde karı-koca birlikte olmanın keyfiyle dolaşan genç bir çiftti.
ACININ İZİ SİLİNİR Mİ
Her ne kadar kaybımız altı kişi gibi görünse de kiminin çocukları öksüz ya da yetim kalırken, kimi anne baba acısı, kimi evlat acısı, eş acısı yaşadı. Kim bilir kaç aile, o ailelerdeki kaç insan bu olayın yüreklerinde bıraktığı izleri ömür boyu taşıyacaklar.
Yaralılarımız da var, kimi az, kimi çok ağır yaralandı. Ve yine kim bilir kaç kişi, kaç aile, olayda yaralanan yakınları için ne büyük acılar çekti, ne çok korktu ve endişelendi.
Hepimizin kendimize has karakter özelliklerimiz var. Bazı yönlerimizle birbirimize benzesek de, aslında hepimiz tek ve özeliz. Aynı ana babanın, aynı evde büyüyen çocukları bile birbirinden çok farklı. Arada bir insanın sorası geliyor, “Nasıl oluyor da benzer genetik yapılara sahip bu çocuklar, aynı anne babayla büyüdükleri halde birbirinden bu kadar farklı olabiliyorlar?” diye. Ne fiziksel özellikleri benziyor ne de huyları.
Ben buna bir yandan “hayatın mucizesi”, bir yandan da zaman faktörü diyorum; zamanla birlikte her birimizde, anne babalarımızda, hayatın içinde yaşanan kaçınılmaz değişim... Yapılan bilimsel araştırmalar bu konuda daha pek çok şey söylüyor, bunları da bir gün yazarım ama ben bugün sizlere kişilik sınıflandırmalarında adı “obsesif kişilik” olarak geçen ve sık görülen bir karakter özelliği olan mükemmeliyetçiliği anlatacağım.
Doğal olarak bu tür bir kişiliğe sahip insanlarda şimdi anlatacağım özelliklerin dozu, hafiften ağıra kadar değişkenlik gösterir.
***
RUHSAL sıkıntıları, sorunları ve hastalıkları konu alan kitaplar yazmasaydım, ben yazsam bile sizler okumasaydınız, ben yine kendi halimde yaşayıp gidecektim. Ancak öyle bile olsa, biliyorum ki hastalarım beni unutmayacaktı, gönüllerinde bana her zaman yer vereceklerdi. Çünkü psikiyatri biraz da gönül işi...
“Gönül işi ne demek?” diye soracak olursanız, derdine derman bulmaya gelmiş, size içini açmış, kimseye anlatamadıklarını anlatan biriyle başka nasıl ilişki kuracaksınız ki... Onu can kulağıyla dinlemeden, onunla empati yapmadan, onun adına üzülmeden onu anlayamazsınız ki...
Sonuç olarak anlatan da insan, dinleyen de... Etkiliyor ve etkileniyorsunuz. Diğer tıp dallarından farklı olarak ona daha çok zaman ayırmanız ve daha sık aralıklarla görmeniz gerekiyor. Sonunda o hastanın derdine derman olabilirseniz, o hasta sizin kalben dostunuz olur, sizi sever, size saygı duyar ve sizi asla unutmaz.
Biz doktorlar da uzun süre takip ettiğimiz hastalarımızı unutmayız, yüzümüzde hüzünlü bir tebessümle hatırlarız onları ve iyi bir sonuç alabildiysek gururlanırız.
AMACIM PSİKİYATRİYİ TANITABİLMEKTİ
Son yıllarda okur sayım arttıkça, üstelik kitaplardan bazıları da televizyonlarda dizi olunca bizim insanımız beni daha çok tanır oldu. Önceleri buna çok sevindim çünkü o kitapları yazarken, televizyon dizilerinin yapımında aktif olarak çalışırken, amacım hep bizim insanımıza biraz daha yakın olabilmek, onları ruhsal açıdan kendileriyle barıştırabilmek, sorunlarına ışık tutabilmek, uzaktan da olsa ruhlarına biraz olsun sevgiyle dokunabilmekti. Belki de daha önemlisi bizim insanımızı psikiyatriyle tanıştırabilmekti.
Vatanımız düşman işgalinden kurtarıldıktan sonra, bundan tam 99 yıl önce bugün Cumhuriyet’in ilanıyla bizler nihayet kula kul olmaktan kurtulduk. Bizi kimlerin, hangi yasalar gereğince yöneteceğine, yaşlı genç, kadın erkek ayırımı olmaksızın her birimiz vereceğimiz oylarla karar verir olduk. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, bizim adımıza karar verecek olan vekillerimizi bizler tayin ettik. Daha önemlisi, yüzlerce yıldır yaşadığımız bu topraklar üzerinde kadınımızla, erkeğimizle, çocuğumuzla, yaşlımızla hepimiz saygın birer vatandaş olduk.
UMUT, SEVİNÇ, IŞIK GELDİ
Neler neler getirmedi ki Cumhuriyet bu topraklara... Ardı ardına yapılan savaşlarla milletimiz yorgun düşmüşken... Yoksulluk, kıtlık perişanlık hepimizi kırıp geçirmişken... Türlü türlü hastalıkların pençesinde insanlarımız ölürken... Eğitim, okul, öğretmen hayal bile değilken... Kadınlarımız, kızlarımız insandan bile sayılmazken... Gelecekten beklentimiz kalmamış, umutsuzluk yüreklerimizi ele geçirmişken... Cumhuriyet bu topraklara yeniden umut getirdi, yaşama sevinci getirdi, gönüllerimize ışık getirdi...
EĞİTİM ÇOK ÖNEMLİYDİ
Çocuklar bir toplumun geleceğinde çok önemliydi, bu yüzden en çok çocuklarımızın nasıl yetiştirileceği önemliydi...
Gazi Mustafa Kemal Atatürk bir toplumun gelişiminde öğretmenlerin önemini “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” diyerek öylesine güzel ifade etti ki... En ücra köylere kadar eğitimi, okulu, öğretmeni getirdi. Kadınlı erkekli eğitim gönüllüleri hiç tereddüt etmeden görev yerlerine koştular. Cumhuriyet’imizin fedakâr öğretmenleri bu ülkenin çocuklarını kız erkek ayırt etmeden yetiştirdi o okullarda...
Geçen haftalarda da size depresyonu anlatmıştım ama bu aralar sıkça gelen intihar haberleri üzerine, bu hafta bu hastalığı biraz daha ayrıntılı yazmak istedim çünkü intiharlar en çok bu mevsimde olur, hazan mevsiminde. Eskiler sonbahara hazan mevsimi derdi. Hatta bunun üzerine şarkılar bile yazılmış.
“Yine hazan mevsimi geldi,
Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek.
Yine bu mevsimde, yine deli gönlüm, hicranını yalnız başına çekecek.”
Bu şarkının sözlerini yazan belli ki depresyon nedir, insana nasıl bir acı çektirir, bu acı nasıl da yapayalnız çekiliyor, bunları iyi biliyor olmalı.
Dünyadaki intiharların çok büyük bir kısmı depresyon hastaları tarafından ve bu mevsimde gerçekleştirilir. Eskiler buna hazan mevsimi dese de biz psikiyatristler depresyon mevsimi deriz.
Bir sabah gözlerinizi bir de açarsınız ki o yatağa bir gece önce yatan kişi gitmiş, yerine o yataktan hiç kalkmak istemeyen, ışığı görmek, hayata başlamak, duş almak, giyinmek kuşanmak, insan görmekten ödü kopan biri gelmiş.
Bu ara haberleri okumaya korkar olduk. Geçen haftalarda okuduğumuz bir habere göre, bu sefer de 3 yaşındaki Lina, kaybolmasından günler sonra bir işletmenin derindondurucusunda ölü olarak bulunmuş. Anne baba boşanmış, çocuklar annede kalmış, anne de henüz yaşları çok küçük olan iki çocuğunu bir arkadaşına teslim etmiş. Haberin detaylarını vermek istemiyorum ama sonuç olarak o çocuk kaldığı evde gördüğü şiddet nedeniyle hayatını kaybetmiş. Bir anda annesinden ayrılıp hiç tanımadığı insanların yanına yollanan o çocuk, eminim o gün çok huzursuzdu, olur olmaz her şeye ağlıyordu, bu yüzden şiddet gördü ve anladığım kadarıyla boynu kırılarak öldü.
ÇOCUKLARIN İHTİYACI
Bugün sizlerle olan sohbetimizde en çok anne-çocuk ilişkilerinden söz etmek istiyorum. Biliyorum, çocuklar anneleri için çok değerlidir, onları kendi gözlerinden bile sakınırlar ancak bazen öyle olmuyor. Belki hayat şartları, belki annenin o dönem içine düştüğü bunalım, çaresizlik, belki bilgisizlik, cehalet, belki de kendi annesinden anneliği öğrenememesi ya da annesiz büyümüş olması, annelik psikolojisini bozabiliyor.
Ruhsal sorunları nedeniyle bana gelen hastalarımın büyük bir çoğunluğunda hep anne-baba-çocuk ilişkilerinde iyi gitmeyen bir şeyler görüyorum. Anne babalar bazen bilerek, çoğu zaman da bilmeyerek çocuklarına yeteri kadar özen göstermiyorlar. Özen göstermek derken, çocuklarına kuşsütü eksik sofralar hazırlasınlar, en pahalı giysileri alıp özel okullarda okutsunlar demiyorum. Çocuklarımızın en büyük ihtiyacı her zaman ilgi, sevgi, şefkat ve onlara göstereceğimiz saygıdır, verdiğimiz önemdir.
‘SAHİPSİZ’ BİR ÇOCUK