Sahaflar hakkındaki bu kitap birçok dostumu da bana hatırlatıyor.
Okumaya başladığımda, birkaç duyguyu bir arada yaşadım.
Kitaba meraklı olanların, tutku derecesinde kitapseverlerin kitapta yer bulmasının yanı sıra edebiyat tarihine düşecek notları da içeriyor.
Kitap yazarlarının biyografilerini okurum önce. Türkmenoğlu’nun biyografisini okuyun.
İlk sayfada ithaf var:
“Rahmetli Muhterem Büyükbabam Türkmenzade Mustafa Mehmet’e.”
‘Kitap Hakkında’dan:
“Babamdan tevarüs ettiğim bir alışkanlıktı. Sahaflar Çarşısı ve kitabiyata dair elime geçen fotoğrafları ve belge niteliğindeki dokümanları kabaca biriktirdim.
Yazarın tanıtımı:
“Bu hikâye, keman sanatçısı Gönül Gökdoğan, annesi Nüzhet Gökdoğan ve anneannesi Nezihe Pelit’in gerçek yaşam öyküsüdür.
Sevginin, emeğin, başarının, azmin, ümidin ve pek tabii de vazgeçişlerin, bırakışların, hayal kırıklıklarının ama yine yeniden doğuşun, dolu dolu yaşanmış hayatların en gerçek hali ile anlatımıdır”.
Kendi hayatımızı kaleme getirsek hiç kuşkusuz bu özelliklerin çoğunu biz de yazardık.
Bazı yaşam öyküleri vardır ki bireyselliğin yanı sıra mesleklerinin de tarihine tanıklık etmişlerdir.
Gökdoğan, kendi mesleki çizgisini anlatırken, Türkiye’de çok sesli müziğin serüveniyle ilgili tanıklığını da bize iletiyor.
Oraya giden sanatçıların da değerini biliyorum. Yalnız ana babalı çocuklar değil, ailesini yitiren çocukların da ruh halini onarmak için kitaplara ihtiyaçları vardır. Oyuncak seçimi gerekmez ama çocuklara okutacağımız kitapları seçerek göndermeliyiz.
Öğretmenlerden, psikologlardan, edebiyatçılardan oluşan bir kurulu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na önermek istiyorum. Özellikle karanlık çöktüğünde acılar bilinçaltımızdan bilincimize çıkarlar, bunu giderecek tek çare de kitaptır.
İlkokulu bitirdiğimde Hürriyet bütün çocuklara kitap armağan etmişti. Türkiye İş Bankası bu işlevi şimdi sündürüyor. ‘Getir karneni, al kitabı’ programı ile.
Yıllar önce Milli Eğitim Bakanlığı’nın oluşturduğu bir kurulda görev almıştım. Çocukların okumasının şart olduğu kitapları seçmiştik.
Kurulda ayrıca çocuk yayınları çıkaranlar da bulunmalı.
Devlet ve özel kurumlar, depremzedelerin kalabilecekleri, karınlarını doyuracakları ortamı sağlamak için seferberlik ilAn ettiler ama ruhun da gıdaya ihtiyacı vardır.
Anasız babasız çocukları sahiplenmek için çok fazla müracaat varmış. Hiç kuşkum yok iyi, isabetli bir seçim yapıldığında çocuk yoksunluğu hissetmeyecektir.
Burada dikkat edilecek ölçütlerden biri, ailelerin sorumluluğunu aldığı çocuğu akranlarının düzeyinde yetiştirmeleridir.
‘Sinan Ayakta Torunları Çadırda.’
Manşetten birkaç satır:
“Mimarlık dünyasına unutulmaz bir imza atan Mimar Sinan’ın Hatay’a bıraktığı neredeyse 500 yıllık külliyeler son felakette hiçbir zarar görmedi. Hatta bu külliyeler depremde evlerini yitiren vatandaşların sığındığı güvenli bir liman oldu.”
Mimar Sinan’ın ölüm yıldönümünde birçok eserini ziyaret ettim.
Silivri’ye her gidişimde köprüsünden geçerken onu anıyorum.
Yıllar önce bir yıldönümünde otobüs kiralamış, rahmetli Çetin Emeç başta olmak üzere yazı işlerindeki arkadaşları Selimiye Camisi’ni ziyarete götürmüştüm.
Mimar Sinan’ı ne kadar tanıyoruz? İlgililer dışında birçok okurun kitaplığında ona dair eserler yoktur.
Kısa bir süre önce yayımlanan bir kitabı okumanızı tavsiye edeceğim:
Kahramanmaraş’ın birçok kitabından söz ettim, dergilerini yazdım. Her sayfa bana şimdi hüzün veriyor.
‘yitiksöz’ dergisinin genel yayın yönetmeni beni aradı, hayatta olduğunu söyledi.
- ‘yitiksöz’ün kapağında Osman Sarı’nın iki dizesi var:
“Ey bizi bekleyip bekleyip hüzünlenen çağ
Bir hal olmuş bize bir hal olmuş bize.”
Arif Ay’ın yazısının başlığı, ‘Yarasını Saklayan Şehirler’:
“Struga Şiir Akşamları için gittiğim Üsküp’te yaşlı bir amca, ‘Benim akrabalarımın, komşularımın çoğu İstanbul’a, Bursa’ya göçtü. Ben burada kaldım Osmanlı’nın emanetini korumak için’ dediğini hatırladım.”
Struga Şiir Akşamları’na ben de gittim, bir tebliğ okudum.
En son İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda okulun yetkili kurulundan lisedaşlarım beni ziyarete gelmişlerdi. Üç mezun Cemil Meriç, Aydın Boysan ve benim adıma kitap okuma kartları hazırlamışlar ve bir de rozet vermişlerdi.
Baki Süha Ediboğlu’nun dizelerini mırıldanmaya başladım:
“Beni de alın koynunuza hatıralar.”
Selâhattin Pınar da bu şiiri bestelemişti.
Pertevniyal Valide Sultan, burayı 1872 yılında kurmuştu.
Hıfzı Topuz’un ‘Meyyale’ romanının kaynağı da onun 1880’lerde dikte ederek yazdırdığı ‘Sergüzeştname’ydi.
Ziyaretime gelen Pertevniyallilerle anılar denizinde kulaç atmaya başladık.
Albümümde bir fotoğraf hâlâ duruyor, lisenin bahçesinde ayakta duruyorum, elimde
Deprem yüzünden başka şehirlere, başka beldelere taşınanların yüz ifadelerine bakamıyorum.
Onları anlatmak için kalemi elime aldığımda her cümle bana eksik geliyor.
Otobüslere binenlerin söyledikleri bana Erich Maria Remark’ın ‘Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ romanından bir cümleyi hatırlatıyor. Terk edenlerin dönüş psikolojisini romana getiriyor:
“Terk ettiğimiz yer, döndüğümüz yer değildir.”
Hiç kuşkusuz anılar, acılar peşlerini bırakmayacak. Belki daha da kahredici yoğunlukta belleklerine düşecek.
Yıkılmış binaların başında umutla bekleyenlerin bakışlarını ancak Ahmet Oktay’ın bir dizesiyle ifade edebilirim:
“Her yüz bir öykü yazar.”
Depremin çocukların yaşamında bırakacağı izleri silmek için olağanüstü çaba göstermeliyiz. Onları eğlenirken, gülerken görelim. Güleryüzleri solmasın diyorum.
Ekrana yansıtılan göçükten çıkarılma anlarını hepimiz evimizde aynı umutla yaşıyoruz.
Bazı görüntüler, sözler, insan olmanın faziletini simgeliyor. Kundaktaki çocuklara sarılanlar sanki kendi çocuklarının mucizesini, sevincini yaşıyorlar.
Göçükten kurtulan küçük bir kızın “Kardeşimi kurtarın, o küçüktür” demesi, bir Almanın göçük altındaki yurttaşımıza Türkçe seslenmesi, ölen kızının elini bırakmayan baba, belleğimizden hiç gitmeyecek.
***
YILLAR önce bir heykel sempozyumu düzenleyen Gölcük, Değirmendere’ye gitmiştik. Deniz kıyısındaki bir kafede ağırlamıştı bizi o zamanki belediye başkanı Ertuğrul Akalın.
17 Ağustos depreminde de binlerce insanımızı kaybettik. Oturduğumuz o kafe ve sempozyumda yapılan heykeller de sulara gömülmüştü.
Art arda gelen üzücü haberlerden biri de Kıbrıslı genç sporcuların ölümü. Umutların, yarınların yok oluşu. Unufak olan şehirlerin tarihi, kültürü de tozlar arasında yitip gidiyor.
Orada çalışan basından arkadaşların çabasını, tanıklıklarını gördükçe, bazı mesleklerin nasıl fedakârlık istediğini anlıyoruz.