Ancak bu tehdit sadece dışarıda değil, evlerimizin mutfağında da mevcut. Bağırsak yolunu etkileyen çok yaygın bir bakteriyel hastalık olan salmonella, aslında sık yaşanan gıda zehirlenmelerinin önemli bir kısmından da sorumlu. Çünkü çok farklı yollarla bulaştığı gibi hijyen kurallarına dikkat edilmeyen her mutfakta karşınıza çıkabilir. Bu bakteri, hayvanların bağırsak sisteminde doğal olarak bulunuyor ve dışkı yoluyla da çevreye yayılıyor. İnsanlara ise genellikle çiğ veya az pişmiş et, kümes hayvanları, yumurta ve pastörize edilmemiş süt içmekle bulaşıyor. Ancak enfekte olan kişilerin ellerini iyice yıkamadan yemek hazırlamaları da önemli bir yayılım nedeni. Peki, mutfaklarımızda bu bakteriye geçit vermemek için neler yapmalıyız? Hangi önlemleri almalıyız? İşte ayrıntılar...
BAZI ÇEŞİTLERİ ÖLÜMCÜL OLABİLİR
Salmonella enfeksiyonu, insanlara genellikle çiğ ve az pişmiş et, yumurta veya yumurtalı ürünleri tüketmek ya da pastörize edilmemiş süt içmekle bulaşır. Bu bakteri, bütün kümes ve çiftlik hayvanlarında bulunur. Su kaynaklarının kanalizasyon ile kirlenmesi ise mikroorganizmaların gıda üretim ve tüketim zincirine rahatlıkla geçişine yol açar ki, bu da salgınların oluşmasına neden olabilir. Genellikle ateş, kusma ve ishal belirtileriyle kendini gösteren salmonella cinsi bakteriler, gastroenterit ve tifonun da aralarında bulunduğu ciddi hastalıklara da neden olmaktadır. Özellikle salmonella typhi bakterilerinin neden olduğu tipo ateşi, çok ciddi bir enfeksiyondur. Bu bakterinin yaşayabildiği tek canlı ise insandır ve vücuda girmesinin ardından 10-14 gün içerisinde ateş, baş ağrısı, kabızlık, halsizlik, karın ağrısı, öksürük, iştahsızlık, deri döküntüsü gibi belirtilerle görülebilir. İlerleyen durumlarda kalp, beyin, böbrek, akciğer, karaciğer, göz ve kulak sinirlerini etkileyebilen özelliğe sahiptir ve oldukça bulaşıcıdır. Ayrıca tedavi edilmediği takdirde ölümcül olabilir.
PEKİ, KENDİMİZİ NASIL KORUYACAĞIZ?
Bırakın dışarıyı kendi mutfağımızda bile salmonella bakterisi ile karşılaşma tehlikesiyle yaşıyoruz. Bu nedenle öncelikle hastalığa karşı her daim uyanık olacağız. Bulaş yollarının neler olduğunu iyice öğrenip, mutfağımızda bu bakterinin yaşamasına izin vermeyeceğiz. Bunu yapabilmek için de öncelikle temel gıda güvenliği bilgilerimizi tazelememiz gerek. Çünkü temel gıda güvenliği konusunda evlerimizde de ciddi hatalar yapıyoruz. Mesela eminim ki, dondurucudan çıkardığı eti, hâlâ dışarıda bekleterek ya da sıcak suyun içine atıp çözdürmeye çalışanlar vardır. Oysa yaptığınız bu hata, etlerinizin bakteri yuvasına dönmesine yol açıyor. İlk kural, kırmızı et ve tavuklarınızı buzdolabında çözdürmeye bırakın ve sularının başka hiçbir gıdaya temas etmediğinden emin olun. Çiğ et ile temas eden her bir mutfak malzemesini de iyice yıkandıktan sonra kullanılması önemlidir. Özellikle evde çiğ süt, un ve yumurtadan yapılmış ürünlerin tadılması, bu ürünlere dokunduktan sonra ellerimizi yıkamadan başka bir gıda veya mutfak eşyasına dokunmak, salmonellaya direkt davetiye çıkarmaktır. Ayrıca çapraz bulaşma riski, pişmiş ve pişmemiş gıdalar arasında yaygındır. Bu nedenle çiğ olanları, yemeye hazır olan yiyeceklerden uzak tutmayı da ihmal etmeyin.
Ancak kış mevsimi, bembeyaz örtüsüyle bizleri büyülerken, beraberinde de bazı gizli tehlikeleri getirir. Soğuk hava ve kış güneşinin masum gibi görünen yüzü, vücudumuz için ciddi bir tehdit oluşturabilir. Özellikle kar yanığı, çoğu zaman fark edilmeden ilerleyen ve cildinizde kalıcı hasarlara yol açabilen sinsi bir durumdur. Kış sporlarının oldukça popüler olması nedeniyle özellikle bu dönemlerde kar yanığı vakalarıyla da sık karşılaşılır. Bu nedenle kayak yaptığınız günün sonunda yüzünüzün yandığını, hatta güneşe bağlı lekelenmeler oluştuğunu görürseniz şaşırmayın. Çünkü karın yansıttığı güneş ışınları cildinize tahmin ettiğinizden çok daha fazla zarar verebiliyor. Ayrıca bu tehlike sadece dağlarda değil, şehir merkezlerinde de karşımıza çıkabilir. Özellikle yoğun kar alan bölgelerde yaşayan kişilerin bu konuda çok dikkatli olması gerekir. Çünkü karlı havalarda yapılan kısa yürüyüşlerde bile önlem alınmadığı zaman, kar yanığı ile karşılaşılabilir.
CİLT YAŞLANMASINI TETİKLİYOR, LEKELERE NEDEN OLUYOR
Güneş yanıkları konusu çoğunlukla yaz aylarında gündemimize girer. Ancak karlı havalarla gelen sinsi yanık da tıpkı, yaz güneşi gibi cilt yaşlanmasını tetikliyor, lekelere neden oluyor ve hatta cilt kanserine yakalanma riskini artırıyor. Çünkü kar yanığı da güneşin UV ışınlarının kar yüzeyinden yansıyarak, cilde zarar vermesi sonucu oluşan bir tür güneş yanığıdır. Buradaki asıl tehlike ise karın güneş ışınlarını yüzde 80 oranında yansıtmasıdır. Bu durum, cildin kısa sürede daha fazla zarar görmesine neden olur. Kar yanığı, cildi hızlı bir şekilde tahrip ederek, ciltte kızarıklık, yanma ve hatta kabarcıklar gibi ciddi hasarlara yol açabilir. Özellikle yüz, göz çevresi, boyun ve dudak gibi cilt yapısı ince bölgelerde, güneş ışınları geri dönüşümsüz hasarlara neden olabilir. Kar yanığı ayrıca cilt altındaki dokuları tahrip ederek, erken yaşlanmaya yol açtığı gibi leke oluşumunu da tetikleyebiliyor.
AÇIK TENLİLER DAHA ÇOK YANIYOR
Güneş yanıklarına karşı açık tenliler ve hassas cilde sahip olanlar, her zaman çok daha dikkatli olmak zorundadır. Cilt yapıları gereği güneş ışınlarına karşı daha savunmasız olan bu kişilerde güneş yanığıyla birlikte leke sorunu da ortaya çıkar. Buğday ve koyu tenli kişiler ise koruyucu pigment tabakalarının kalınlığı nedeniyle daha şanslılardır. Ancak bu avantajları ciltlerinde leke ile karşılaşmayacakları anlamına gelmez. Dolayısıyla cilt tipiniz, yaşınız ve cinsiyetiniz ne olursa olsun kar yanığına karşı cildinizi korumanız şart. Özellikle göz çevresi, boyun ve dudak gibi cilt yapısı ince ve hassas bölgeleri ihmal etmemeniz önemli.
GÜNEŞ KORUYUCU KREMİ YANINIZDAN AYIRMAYIN!
Vakalar o kadar arttı ki, hastanelerin acil servisleri dolup taşmaya başladı. COVID-19’un dışında mevsimin en azılı hastalıkları olan nezle, grip, soğuk algınlığı, bronşit ve zatürre de adeta kol geziyor. İnfluenza ise hem arttı hem de diğer virüslere eşlik ediyor. Üstelik sadece Türkiye'de değil, birçok Avrupa ülkesinde de durum aynı. Bu nedenle üst solunum yolu hastalıklarına karşı üst düzey hazırlıklı olmalıyız. Zira bu hastalıklar, herkesi kırıp geçiyor. Kapalı ortamlarda daha çok zaman geçiriyor olmamız da bu hastalıklara yakalanma riskini artırıyor. Bir de hijyen kurallarına dikkat edilmediği zaman kapalı alanlar adeta hastalık yuvası haline gelebiliyor. Üstüne vücut direncinin düşmesi eklenince hastalıklardan kaçış pek de mümkün olmuyor. Peki, grip vakalarının bu kadar artması normal mi? İnfluenza neden bu kadar zor iyileşiyor? İlaç kullanmak gerekir mi? Antibiyotikler işe yarar mı? Hadi gelin son günlerde en çok merak edilen bu soruların yanıtlarını birlikte öğrenelim.
HIZLI BULAŞIYOR, BİR ANDA YATAĞA DÜŞÜRÜYOR
Grip, genel olarak zaten son derece bulaşıcı bir hastalıktır. Bir de mevsim gereği kapalı alanlarda çok fazla vakit geçirdiğimiz için hızlıca bulaşabiliyor. Ayrıca bazı yüzeylerde 48 saate kadar yaşıyor. Bu nedenle dokunduğumuz her yere de dikkat etmemiz şart. Ayrıca diğer üst solunum yolu virüslerinin semptomları yavaş yavaş ortaya çıkarken, grip maalesef ki aniden başlayıp, aniden şiddetleniyor. Mesela hastalar, akşam uyumadan önce iyi durumdayken, sabah yataktan çıkamayacak kadar yorgun, bitkin ve kas ağrılarıyla uyanabiliyor. Gribin en yaygın belirtileri arasında ise ateş, öksürük, boğaz ağrısı, şiddetli kas veya vücut ağrıları, burun akıntısı, baş ağrısı ve yorgunluk bulunuyor. Bu belirtiler, diğer virüsler sonucu da görülebiliyor. Ancak gripte bu belirtiler çok daha ağır bir şekilde seyir ediyor. Genellikle ateş, 3-4 gün devam ederken, şiddetli vücut ağrısı, yorgunluk ve halsizlik 2-3 hafta veya daha uzun sürebiliyor. Kronik hastalar, yaşlılar, hamileler ve çocuklar gribi, çok daha ağır bir şekilde geçiriyor. Hatta yaşlılar ve kronik hastalığı olan kişilerde zatürre ve solunum yetmezliğine neden olarak hayati tehlike oluşturabiliyor.
MASKE, MESAFE VE HİJYEN KURALLARINI DEVREYE SOKUN
COVID-19 salgını sırasında bu saydığımız üst solunum yolu enfeksiyonlarına pek rastlamıyorduk. Bunun da en önemli nedeni maske, sosyal mesafe ve hijyen kurallarına dikkat etmemizdi. Artık bu günlerde yeniden bu üçlü korunma tedbirlerini devreye sokmamızda fayda var. Çünkü bu tip hastalıklarda bulaşı bir yerden kırmamız şart. Alışveriş merkezlerinde, toplu taşıma araçlarında ya da kapalı diğer alanlarda özellikle hasta olanlar maske takarsa, hastalığı sağlıklı kişilere bulaştırmalarının önüne geçebiliriz. Ayrıca hasta kişilerle olan sosyal mesafemize dikkat etmeli ve el hijyenimizi kesinlikle unutmamalıyız. Çoğu sağlıklı yetişkin, gribi semptomlarının ortaya çıkmasından bir gün önce ve hastalandıktan 10 gün sonraya kadar yayabiliyor. Bu nedenle hem kendiniz hem de sevdikleriniz için korunma tedbirlerini almanızda fayda var.
Aynı zamanda en yaygın görülen demans türü olan Alzheimer hastalığı da her yıl milyonlarca kişinin hafızasını yavaş yavaş çalıyor. Demans ve Alzheimer hastalıklarına karşı artık çok daha bilinçli olmak zorundayız. Çünkü son yıllarda ortalama yaşam süremiz istikrarlı bir şekilde yükseldi ve bu geçişe çok azımız hazırlıklıyız. Günümüzde artık 90 ve 95 yaşı görme şansımız yüzde 50’den aşağı değil ve bu uzun yaşam süresinin kendine iyi bakmayanlara birçok hastalığı da beraberinde getireceği kesin. Bu tehlikeli sağlık sorunlarından biri de maalesef ki Alzheimer.
İLERİ YAŞ GRUBUNDA ALZHEIMER SALGIN GİBİ YAYILIYOR
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her yıl yaklaşık 10 milyon kişide Alzheimer görülmesi nedeniyle 2050’de hasta sayısının 139 milyonu bulması öngörülüyor. Her 3 saniyede bir kişi de Alzheimer’a yakalanıyor. Dünyada ölüm nedenleri arasında ise yedinci sırada yerleşen Alzheimer hastalığının ne yazık ki, halihâzırda bir tedavisi bulunmuyor. Türkiye’de ise 700 bin Alzheimer hastası olduğu belirtiliyor. Elde edilen yeni verilere göre 65 yaşından sonra her 6 kadından 1’i Alzheimer olurken, erkeklerde bu oran 11’de 1 olarak gözleniyor. Yaşlı nüfus oranı arttıkça Alzheimer hastalığı da bir o kadar dünyanın gündemine oturacak gibi duruyor. Peki, hafızamızı bizden çalan unutkanlık (demans) ve Alzheimer gibi hastalıkların pençesine düşmemek için neler yapmalıyız?
BELLEĞİMİZİN EN BÜYÜK DÜŞMANLARI
Hafızamızın yaşlanmasını yavaşlatabilmek ve Alzheimer gibi hastalıklara karşı güçlü durabilmek için öncelikle düşmanlarımızı iyi tanımamız gerekiyor. Çünkü bu düşmanları yaşam tarzınızda yapacağınız değişikliklerle alt etmeniz mümkün. Peki, kim bu azılı düşmanlar...
*Kronik hastalıklar: (Diyabet, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları ve kanser gibi)
Sağlık Bakanlığı verilerine göre her yıl tüm dünyada yaklaşık 18 milyon kişi, hayatını kalp hastalıkları ve inme nedeniyle kaybediyor. 2030 yılında ise bu sayının 23 milyon olması bekleniyor. Türkiye’de de ölümlerin yüzde 40-50’sinin kalp damar hastalıkları nedeniyle gerçekleştiği belirtiliyor. Peki, kalp hastalıklarının gençleri de etkilemesinin altında yatan sebepler neler? Yüzde 80 oranında önlenebilen bu hastalık grubu, neden tüm dünyada bir numaralı ölüm nedeni olarak kaydediliyor? Hadi gelin biraz bu konuyu bir irdeleyelim. Zira, hastalık oldukça sinsi ve artık genç yaşlı dinlemiyor.
SUÇLU SAĞLIKSIZ YAŞAM TARZI MI?
Elbette ki, geçmiş yıllara oranla artık daha çok tanı koyma ve sağlık hizmetine erişimin kolaylaşması gibi etkenler, hastalıkla ilgili farkındalığı artırdı. Ancak kötü yaşam biçiminin de gençlerin kalp hastalıklarının pençesine düşmelerinde önemli bir rolü üstlendiği yadsınamaz bir gerçek. Çünkü sağlıksız beslenmenin, fiziksel aktivite azlığının, stresin ve sigara tüketiminin kontrol altına alınmamasının kalp damar hastalıklarına yakalanma oranlarını artırdığını biliyoruz. Ayrıca sağlıksız beslenme ile birlikte insülin direnci sorunu, fazla kilo ve obezite riski de ortaya çıkıyor. Bu üçlü de zaten kalp hastalıkları açısından doğal risk faktörleri. Üstüne bir de hareketsiz yaşam ve sigara tüketimi eklenince kalp ve damar hastalıklarına gün doğuyor. Genç popülasyonda da bu olumsuz yaşam tarzı alışkanlıklarının artması ani kalp ölümlerini tetikleyebiliyor.
PEKİ, KALBİMİZİ KORUMAK İÇİN NELER YAPMAMIZ GEREK?
Öncelikle kalp ve damar hastalıklarının önlenebilir rahatsızlıklar grubunda olduğunu aklımızdan hiç çıkarmayacağız. Ayrıca büyük bir kısmının da sinsice geliştiği hiç unutulmamalı. Riske girmemek ve önlem almak için kalbimize yılda bir kez düzenli sağlık taraması yaptıracağız. Böylece oluşabilecek bir rahatsızlığı erken aşamada yakalamanız mümkün. Gelelim yaşam tarzımızdaki değiştirmemiz gereken detaylara. Tütün ve tütün ürünleri kullanıyorsanız, bu kötü alışkanlığınızdan hemen kurtulmanızı öneririm. Çünkü sigarayı bırakarak, kalp hastalığına yakalanma ve inme riskinizi büyük oranda azaltabilirsiniz. İkinci olarak hemen hareketli bir yaşam tarzına geçmelisiniz. Zira, kalp ve damar hastalıklarından korunmanın en iyi silahlarından biri egzersiz yapmaktır. Çünkü egzersiz yapmayan birinin kalbi sağlıklı kalamaz. Özellikle yürüyüş yapmak size iyi gelecektir. Günde 45 dakika tempolu şekilde yürümeye çalışın. Vücudunuzun sıvı alımını ihmal etmeyin ve bol sıvı tüketin. Günlük su ihtiyacınızı her 20 kiloya 1 litre olacak şekilde hesaplayabilirsiniz.
Normal kilolu kişilerde bile görülebilen karın içi yağlanma, aslında biraz da sinsice gelişiyor diyebiliriz. Çünkü zayıf ya da normal kiloda olsanız bile karın içi yağlanma sorunu yaşayabiliyorsunuz. Peki, beraberinde kalp damar hastalıkları, felç, karaciğer yağlanması, meme kanseri ve yüksek tansiyon gibi sağlık sorunlarına yakalanma riskinizi artırmanın yanı sıra çocuk sahibi olmaya da engel olan abdominal (karın) bölgesindeki yağlanma nedir? Karın içi yağlanmanız olup olmadığını nasıl anlarsınız? Hadi gelin hep birlikte bu sinsi yağlanma hakkında biraz farkındalığımızı artıralım.
KARIN İÇİ YAĞLANMA NEDEN TEHLİKELİ?
Sağlığımızı tehdit edebilecek hastalıklara davetiye çıkaran abdominal yağlanmadan kastımız, bel kısmının derinliklerinde yer alan ve mide, bağırsak, karaciğer gibi organların etrafını sararak, iç yağlanmaya sebebiyet veren yağlanmadır. Aslında en sinsi yağlanma şeklidir. Çünkü zayıf ya da normal kilolu olsanız bile vücudunuzda karın içi yağlanmasının oluşabilmesi mümkündür. Yakalanma riskini arttırdığı hastalıklar göz önüne alındığında bacak, kol, kalça gibi diğer bölgelerdeki yağlanmaya kıyasla çok daha tehlikelidir. Bunun nedeni de karın içi yağ dokusunun vücudun diğer bölgelerinde oluşanlardan farklı olarak birçok hormon ve hormon benzeri madde üretmesidir. Organlar üzerinde depolanan bu yağlar, ayrıca iç organların işlevlerinde bozukluk oluşturarak, hastalıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. İç organ yağlanması, çocuk sahibi olmak isteyen kadın ve erkekleri de olumsuz etkileyen önemli bir sağlık sorundur.
SPERM VE YUMURTA KALİTESİNİ OLUMSUZ ETKİLİYOR
Günümüzde birçok kadın ve erkek, iç organ yağlanması nedeniyle çocuk sahibi olma hayalini gerçekleştiremiyor. Çocuk sahibi olmak için uğraşan hastalarda ben de öncelikli olarak iç organ yağlanmaları olup olmadığının ölçümlerini yapıyorum. Çünkü bu yağlar, kötü huylu hormonlar sentezleyerek, doğurganlığı olumsuz etkileyebiliyor. FDA onaylı cihazlarla yaptığımız ölçümler sonrasında hastalarımızda bir iç yağlanma söz konusu ise gerekli tedavilere hemen başlıyoruz. Çocuk sahibi olmalarını etkilemeyecek cihazlar ve özel diyetlerle bu sorundan kurtulmalarını sağlayarak, çok daha kaliteli sperm ve yumurta üretimi elde edebiliyoruz.
YAĞLANMAYA KARŞI HEP TETİKTE OLUN
Maalesef ki, tüm dünyada bir salgın gibi yayılan uykusuzluk sorunu, hem beden hem de ruh sağlığını olumsuz etkileyen önemli bir faktör. Bu konuyu oldukça önemsiyorum. Zira kaliteli bir gece uykusu söz konusu değilse, sağlıklı bir hayat ve güzel yaşlanma süreci pek de mümkün olmuyor. Çünkü uyku sırasında vücudumuz kendini onarıyor, temizliyor ve gelişiyor. Vücudumuzun tamamında ortaya çıkan hasarlar, biriken toksinler ve gelişen diğer sorunlar, ancak biz uykuya geçer geçmez iyileşmeye ve onarılmaya başlıyor. Bu nedenle uykusuz geceler, ne yazık ki yavaş yavaş sağlığımızı da elimizden alıyor. Elbette ki, bazı hastalıklar nedeniyle uyku sorunları yaşanabiliyor. Ancak ben bugün sizlerle sağlık sorunları dışında uykunuzu kaçıran etkenlere değinmek istedim. Çünkü günlük hayatınızda sürekli maruz kaldığınız ve önemsemediğiniz bu sorunlar, geceleri uykusuz kalmanıza neden olabiliyor. İşte deliksiz uyumanızı engelleyen o faktörler ve çözüm önerileri...
BİR NUMARALI ZANLI STRES
Zorlu ve stresli geçen bir günün ardından yatağınıza uzanıp, güzelce uykuya dalmak istiyorsunuz. Ama ne mümkün. Günümüzün en ciddi sağlık sorunlarından biri olan stres, bazı insanlarda uykusuzluğa neden olabiliyor. Hatta insanların karşılaştığı en yaygın sorunun da stres kaynaklı uykusuzluk olduğunu söyleyebiliriz. Yapılan birçok araştırma, orta düzeyde yaşanan stresin bile uykusuzluğa ve sık sık gece uyanmasına yol açtığını gösteriyor. Eğer stres kaynaklı uyku sorunu yaşıyorsanız, öncelikle zihninizi stresten uzaklaştırmak için ılık bir duş almanızı, meditasyon yapmanızı ya da uykuya dalmadan önce kitap okumanızı öneririm. Özellikle derin nefes alma teknikleri ve yoga stresi azaltmaya yardımcı olur ve gevşemeyi teşvik eder. Düzenli egzersiz yapmak, sağlıklı beslenmek, size keyif veren aktivitelere yönelmek de stresi azaltmaya yardımcı olduğu için uyku kalitenizin artmasını da sağlar.
PARTNERLERDEN BİRİNİN HORLAMASI
Maalesef ki, kötü bir gece uykusunun en önemli nedenlerinden biri de partnerinizin horlama sesine maruz kalmaktır. Çiftler, genellikle bu konuyu konuşmayı pek sevmezler. Ancak bu sorun, her iki kişinin de uyku kalitesini olumsuz etkiler. Partnerinizin horlaması, büyük bir olasılıkla uyku apnesinin işaretidir ve tedavi edilmezse uzun vadede çok daha ciddi sağlık sorunlarına yol açar. Bu nedenle öncelikle yapmanız gereken şey, eşinizi tedavi olmaya ikna etmektir. Bunun dışında horlayan kişinin yan yatması, geç saatlerde yemek yememesi, biraz olsun horlamayı azaltabilir.
Tabi ki bu sofralarda kızartmalardan, hamur işlerinden, bol yağlı mezelerden, tatlılardan, gazlı ve alkollü içeceklerden kaçınmak pek de mümkün olmayacak. Ancak yılbaşı gecesi tükettiğiniz bu sağlıksız yemekler ve içecekler, ertesi gün mide problemlerine, baş ağrısına, halsizliğe ve kan şekeri düşüklüğü gibi sağlık sorunlarına yol açabilir. Yeni yılın ilk gününde tadınızın kaçmaması için de yılbaşı gecesi dengeli bir beslenme programı izlemeye özen göstermeniz şart. Peki yeni yıla daha zinde, daha enerjik ve daha sağlıklı girebilmek için neler yapmalıyız? Yılbaşı sofralarında hangi yemeklere yer vermeliyiz? İşte ayrıntılar...
DENGELİ BESLENMEYE GÜNDÜZDEN BAŞLAYIN
Yeni yılın ilk gününe sorunsuz girebilmek için işe, gün içinde tükettiğiniz besinlere dikkat ederek başlamanız gerekiyor. Bunun için de öncelikle sabah saatlerinden itibaren bol bol su tüketmeye özen gösterip, çay ve kahve gibi içeceklerden uzak duracağız. Soda, mineralli su veya ayran da faydalı olacaktır. Gece eğlencenizde alkol tüketmeyi düşünüyorsanız da gün içinde B ve C vitaminleri içeren meyveler tüketmeyi ihmal etmeyin. Akşam saatinde çok yemek yiyeceğinizi düşünerek, gün içerisinde kesinlikle aç kalmayın. Bu durum, metabolizmanızın yavaşlamasına neden olur.
IZGARA, FIRIN VE HAŞLAMADAN ŞAŞMAYIN
Yeni yıl için özenle hazırlanan sofralarda maalesef ki ağır yemekler, baş köşede durur. Ancak ertesi gün mide sorunları ile karşılaşmamak için ağır ve yağlı yiyecekler yerine ızgara, fırın, haşlanmış veya buğulanmış yemekler tüketmeye özen gösterin. Ayrıca yılbaşı gecesi sofralarda daha uzun oturulacağı için tabağınıza az porsiyonda yiyecek almayı unutmayın. Gece uzun olunca kuruyemiş tüketimi de ister istemez artar. Kuruyemişler, elbette ki besleyici atıştırmalıklardır ancak yüksek yağ içeriğine sahiptirler. Bu nedenle dikkatli tüketmek gerekir. Yeni yıl sofralarınızda ayrıca şerbetli yerine sütlü tatlıları tercih etmenizi öneririm. Gece boyunca susuzluğunuzu da alkolle gidermeye çalışmayın ve mutlaka tükettiğiniz alkol kadar su için. Ertesi gün daha rahat uyanmanıza yardımcı olan en önemli faktörlerden birinin bol su içmek olduğunu unutmayın.