Her ne kadar tuz, vücutta önemli işlevlere sahip bir bileşen olsa da dengesiz bir şekilde tüketildiğinde başınıza çok ciddi sağlık sorunları açabilir. Yani, söz konusu tuz olduğunda denge kelimesi oldukça önemli. Çünkü tuzun azı da çoğu da sıkıntı. Tuzu az tükettiğinizde vücudunuz yeteri kadar klor ve sodyum alamıyor ve bunun sonucunda da birtakım sağlık sorunları ortaya çıkıyor. Bu sorunlardan biri, sinir sisteminin etkilenmesi ve beyin ödeminin gelişmesidir. Sodyum düşüklüğü ayrıca kramp, baş ağrısı, kas güçsüzlüğü, bulantı ve kusma gibi belirtilere de neden olur. Ancak toplumumuzda maalesef ki şu anda çok fazla tuz tüketim sorunu var. O nedenle bugün, her gün yemeklerinize eklediğiniz fazladan tuzun vücudunuza nasıl zarar verdiğini mercek altına alacağız. Zira bu alışkanlık, ölümcül sağlıklı sorunlarına VIP’den davetiye çıkartıyor.
GÜNLÜK NE KADAR TUZ TÜKETİLMELİ?
Yemeklere lezzet katmak amacıyla bolca kullanılan tuzun hipertansiyon, kalp hastalıkları, böbrek problemleri ve hatta bazı kanser türleri gibi sağlık sorunlarına zemin hazırladığını artık net bir şekilde biliyoruz. Bu nedenle genel sağlığın korunması adına günlük alınması gereken tuz miktarını dengeli bir şekilde ayarlamak oldukça önemli. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre günde ortalama 5 gram tuz, vücudumuz için yeterli. Bu miktar, bir çay kaşığına denk gelir. Ancak dikkat! Önerilen bu miktar; yemeklere sonradan eklenen tuzu değil, gün içinde tüm besinlerle alınan toplam tuz miktarını ifade ediyor. Ama toplumumuzda günlük tuz tüketimi bu miktardan 2.5-3 kat daha fazla.
TUZUN VÜCUDUMUZA VERDİĞİ ZARARLAR NELERDİR?
Fazla tuz tüketimi, vücutta sodyum seviyesinin artmasına neden olarak, kan basıncının yükselmesine ve damarlarda su tutulmasına yol açıyor. Bu durum da beraberinde ölümcül sonuçlar doğurabilecek hastalıkların gelişmesine zemin hazırlıyor. Tuz tüketimi, özellikle yüksek tansiyon (hipertansiyon) gelişiminde önemli bir etken. Yüksek tansiyon ise kalp hastalıkları, felç ve böbrek sorunları gibi ciddi sağlık sorunlarını beraberinde getirebiliyor. Bu nedenle, tuz tüketimini azaltmak hipertansiyon riskini azaltmada önemli bir adım. Tuzlu beslenme, sadece sistemik kan basıncını yükseltmekle kalmıyor ve böbrek hücreleri içindeki basıncı da artırıyor. Böbrekler de bu durum karşında fazla sodyumu vücuttan atmak için daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Aşırı tuz alımı devam ettikçe de böbrek hasarı ile kronik böbrek hastalıkları ortaya çıkıyor. Yüksek sodyum alımı ayrıca idrarla kalsiyum kaybını artırarak, kemik yoğunluğunun azalmasına neden olabiliyor. Fazla tuz tüketimi, iç kulak basıncını da artırarak, Meniere hastalığı belirtilerini tetikleyebiliyor. Yüksek sodyum içeren beslenme tarzı ayrıca mide mukozasında hasar oluşturuyor. Hasarlanan mukoza da zaman içinde kanserojen maddelere karşı daha hassas hale geliyor ve mide kanseri gibi ciddi bir hastalığa yakalanma riskini artırıyor. Bağışıklık sisteminin zayıflamasına da neden olan aşırı tuz, kısacası sağlığınızı yavaş yavaş elinizden alıyor.
FAZLA TUZ TÜKETİMİNİN BELİRTİLERİ
Çünkü ruh halinizi düzene sokan ve mutluluğunuzu teşvik etmeye yardımcı olan dört temel hormonu aktive etme ve beslenme tarzınızı değiştirme zamanınız gelmiş demektir. Çünkü duygu durumlarımızın değişmesinde 4 hormonumuzun etkisi büyük. Mesela endorfin hormonunuz eksikse kendinizi stresli, dopamin eksikliği varsa unutkan hisseder, oksitosin eksikse yalnızlık duygusuyla baş başa kalırsınız. Serotonin hormonu eksikse de depresif bir ruh hali içine girersiniz. Bu nedenle daha mutlu bir yaşam sürebilmek için bu dört önemli hormonun vücudumuzda yeterli miktarda salgılandığından emin olmamız gerekir. Beslenme konusu ise ruh sağlığımız üzerinde çift yönlü bir etkiye sahiptir. Beslenme şeklimiz, ruh sağlığımızı etkilerken, ruh sağlığımız da beslenme tercihlerimizi değiştirebilir.
BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZ RUH SAĞLIĞIMIZI DA ETKİLİYOR
Gün içerisinde tükettiğiniz besinlerin beden sağlığınız kadar ruh sağlığınız üzerinde de söz sahibi olduğunu biliyor muydunuz? Yani yediğiniz her şey, sizin mutlu ya da mutsuz olacağınıza karar verebiliyor. Nasıl mı? Mesela, kısa vadede geçici mutluluk veren basit karbonhidratlar ve şekerli gıdalar tüketmek, her ne kadar anlık olarak sizi rahatlatsa da uzun vadede ruh sağlığınızın bozulmasına neden olabiliyor. Yapılan araştırmalara göre; insanlar, stres ile karşılaştıkları zamanlarda genellikle zararlı yiyeceklere yöneliyor. Bu süreç içinde daha fazla kahve tüketiyor, su içmeyi ihmal ediyor, fast food tarzı besleniyor ve tatlı tüketimini artırmak gibi hatalı seçimler yapıyor. Bu durum, o an için size bir keyif yaşatsa da uzun vadede mutsuzluğunuzun sebebi olabiliyor. Ancak bu durumu tersine çevirebilir, sağlıklı besinler tüketerek, stres ve mutsuzluk ile baş edebilirsiniz.
MUTLULUK KAYNAĞI BESİNLER
Gün içerisinde doğru besinler tüketerek, stresle başa çıkabilir, mutsuz ve depresif ruh halinizi iyileştirebilirsiniz. Çünkü beslenme şeklinizle hem mutluluk hormonlarını aktive edebilir hem de bağırsak sağlığınızı koruyarak, ruh halinizi düzeltebilirsiniz. Çünkü mutluluk gerçekten içimizde saklı... Hadi gelin bu özel hormonlarımızı biraz daha yakından tanıyalım. Adını en çok duyduğunuz mutluluk hormonlarından biri serotonindir. Eksikliği, uykusuzluk, yeme bozukluğu, depresyon, migren, karamsarlık, öfke ve depresif bir ruh halini beraberinde getirir. Yani serotonin olmadan neşemiz de eksilir. Ancak mutluluk veren besinleri tüketerek vücuttaki serotonin miktarını artırmak mümkündür. Çikolata, peynir ve yumurta gibi triptofan içeren gıdalar; muz, çilek gibi meyveler, uskumru, sardalya, palamut gibi balıklar ile badem, ceviz, kabak çekirdeği ve keten tohumu gibi besinler tüketmek, bu hormonu dengelemenize yardımcı olacaktır.
POZİTİF RUH HALİNİN SIRRI: ENDORFİN
Öyle ki, her 10 yetişkinden 1’inin diyabet hastası olduğu belirtiliyor. Uluslararası Diyabet Federasyonu’nun yaptığı bir çalışmaya göre ise dünyada her 8 saniyede bir kişi diyabete bağlı sorunlar nedeniyle hayatını kaybediyor. ‘The Lancet’ dergisinde yayımlanan araştırmaya göre de dünya genelinde 800 milyondan fazla kişinin diyabet hastası olduğu ortaya konuldu ve diyabetli kişilerin yüzde 95’inden fazlasının tip-2 diyabete sahip olduğu belirlendi. Günümüzde artık çocukluk ve ergenlik çağında Tip 2 diyabet vakalarında da belirgin bir yükseliş var. Anlayacağınız yaşam kalitenizi kâbus derecesinde düşürebilecek kadar tehlikeli bir hastalık olan diyabet, 7’den 70’e herkesi pençesine düşürebiliyor. Bu nedenle özellikle beslenme alışkanlıklarınızı gözden geçirmeli ve sofralarınıza diyabetle savaşan besinleri davet etmelisiniz. Zira, doğru ve sağlıklı beslenme programlarıyla hastalığı kontrol altında tutabildiğiniz gibi diyabete yakalanma riskinizi de azaltabilirsiniz.
DİYABET NEDİR?
Diyabet, pankreasın yeterince insülin üretememesi veya vücudun insülini doğru kullanamaması sonucu kan dolaşımında yüksek şeker varlığına neden olan kronik bir hastalıktır. Diyabet teşhisi konulan bazı hastalar, uzun yıllar bu rahatsızlıkla yaşamalarının ardından birtakım ciddi komplikasyonlar ile karşılaşabilirler. Çünkü hastalık, gözlerde, böbreklerde, sinirlerde ve ayaklarda ciddi sağlık sorunlarına neden olarak hastalara hayatı zehir edebilmektedir. Diyabet ile savaşta tıbbi beslenme tedavisi, hastaların yaşam kalitesini yükseltme anlamında oldukça önemlidir. Uygulanan sağlıklı beslenme programı ile kan şekerinin istenilen seviyede tutulması ve kan yağlarındaki artışa engel olunması amaçlanır. Doğru gıdaları tüketen hastalar, şeker hastalığının yol açabileceği diğer rahatsızlıklara yakalanma riskini de azaltmış olur. Bu nedenle hem şeker hastalığından korunmak hem de hastalığı kontrol altında tutabilmek için sağlıklı beslenme tarzını benimsemek oldukça önemlidir.
SAĞLIKLI SOFRALARDA DİYABETİ KONTROL ALTINA ALIN
Araştırmalarda en dikkat çekici verilerden biri ise diyabet vakalarının çoğunun obezite ile bağlantılı ve önlenebilir tip 2 diyabet olmasıdır. Bu bilgi, oldukça önemli. Çünkü bunun anlamı sağlıklı beslenme alışkanlıkları ve hareketli bir yaşam tarzını benimseyerek, hastalığa yakalanma riskinizi büyük oranda düşürebilirsiniz demektir. Mesela diyabetle savaşan besinler, kan şekeri seviyelerini dengelemeye yardımcı olurken, bitki bazlı diyetler ve Akdeniz diyeti gibi beslenme modelleri de hastalığın etkilerini azaltmaya destek olur. Ancak şeker hastalarının diyeti, diyetisyenler tarafından kişiye özel olarak belirlenmelidir. Zira, şeker hastasının boyu, kilosu, kan şekeri oranı ve kullandığı ilaçlar, oluşturulacak beslenme programı için temel verileri oluşturur. Şeker hastalığından korunmak için bir beslenme planı yapmaya çalışıyorsanız da belli başlı gıdaları kesinlikle hayatınızdan çıkarmanız şarttır. Peki, diyabetle savaşan besinler nelerdir? Hadi gelin yararlı ve zararlı tablomuza ekleyeceğimiz besinlerin listesine kısaca bir göz gezdirelim.
Soğuklar nedeniyle üst solunum yolu enfeksiyonları da yaygın olarak görülüyor. Durum böyle olunca ramazan ayını sağlıklı geçirebilmek için iftar ve sahurda bizi tok tutacak yiyeceklerin yanı sıra bağışıklık sistemimizi güçlendirecek besinlere de yer vermemiz şart. Özellikle uzun saatler süren oruç sonrası iftar yemeği, günün önemli öğünü. Bu nedenle iftar menüsünü hem bedeni rahatlatacak hem de sağlıklı besinler içerecek şekilde planlamalısınız. Bu arada mide sorunları ile karşılaşmamak için menünüzde ağır ve yağlı yemeklerden uzak durmayı unutmayın. İftar saatine kadar vücudumuzun ihtiyacı olan enerji ve sıvıyı büyük ölçüde karşıladığımız sahura ise kalkmayı asla ihmal etmemelisiniz. Aksi taktirde kan şekerinde düşüş, halsizlik ve baş ağrısı gibi günü size zehir edebilecek belirtilerle karşılaşabilir, oruç tutarken zorlanabilirsiniz. Peki, zinde ve enerjik bir ramazan geçirebilmek için iftar ile sahur menülerimizde neler yer almalı? İşte ayrıntılar...
SAĞLIKLI İFTAR SOFRALARI İÇİN BESLENME ÖNERİLERİ
İftar sofrasında doğru besinleri seçmek ve porsiyon kontrolü yapmak, gün içinde kaybettiğiniz enerjiyi geri kazanmanızda ve sindirim sisteminizin düzenli çalışmasında önemli bir rol oynar. Beslenme alışkanlıklarımızın değiştiği ramazan ayını sağlıklı geçirebilmek ve orucun vücudumuza kattığı faydalardan yararlanabilmek için bazı önemli ayrıntılara dikkat etmemiz şart.
BUNLARA DİKKAT!
* İftarınızı öncelikle hurma, zeytin, kuru meyve ya da badem gibi küçük bir başlangıçla açabilirsiniz. Yanında da fazla olmayacak şekilde biraz su içebilirsiniz.
* Hafif ve sağlıklı bir başlangıç olan çorbalar, sindirimi kolaylaştırır. Bu nedenle bir kâse çorba ile öğüne devam edin. Mesela mercimek, sebze ve yoğurt çorbaları muhteşem seçimler olacaktır. Çorbalar sayesinde gün boyunca boş kalan midenizde yumuşak bir geçiş sağlanır ve aşırı yemek yeme isteğiniz dengelenir. Çorbadan sonra ise yemeğinize 15-20 dakika ara verin ve sonra ana öğüne geçin.
* İftar menüsü, besinler açısından dengeli bir şekilde hazırlanmalıdır. Bu dengeyi sağlayabilmek içinse öğününüzün yarısını sebze grubuyla diğer yarısını da tahıl, kuru baklagiller ve et grubuyla tamamlamalısınız. Et grubu olarak mesela omega-3 yağ asitleri açısından zengin olan fırında balık, düşük yağlı ve yüksek proteinli tavuk tercih edilebilir. Yanında kepekli pirinç veya kinoa gibi tam tahıllar tüketebilirsiniz. Çeşitli sebzelerle hazırlanan güveç, vitamin ve mineraller açısından zengin bir ana yemektir. Yemeğin yanında mutlaka 1 veya 2 dilim ekmek alınmalıdır. Özellikle tahıllı ekmekler, daha uzun süre tok kalınmasını sağlar.
Mide şişkinliği, mide veya bağırsaklarda biriken gaz, sıvı veya katı maddeler nedeniyle karın bölgesinde rahatsızlık hissi oluşmasıyla kendini belli eder. Çoğunlukla bu şikâyetlerin normal olduğu düşünülse de mide şişkinliği sorunu uzun süre devam ettiği zamanlarda dikkatli olmakta fayda vardır. Çünkü ciddi sağlık sorunlarının da ön habercisi olabilir. Ancak altta herhangi bir sağlık sorunu olmadan yaşanan mide şişkinliklerinin nedeni, çoğunlukla sindirim sisteminin tolere edemediği gıdalar nedeniyle yaşanır. Genellikle geçici bir rahatsızlıktır. Ancak yanlış beslenme alışkanlıklarınız devam ettiği sürece de kolay kolay peşinizi bırakmaz.
MİDE ŞİŞKİNLİĞİ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Mide şişkinliği sorunuyla hemen hemen herkes hayatının belli bir döneminde karşılaşır. Çünkü yanlış beslenme alışkanlıkları, bu durumu tetikleyen en önemli etkenlerden biridir. Hızlı yemek yeme, gaz yapan gıdaların tüketimi ve lif açısından yetersiz bir diyet gibi faktörler, mide şişkinliği sorunu yaşamanıza ve yaşam kalitenizin düşmesine neden olur. Genellikle sindirim sistemi sorunları veya gaz birikimi sonucu karın bölgesinde dolgunluk, basınç veya rahatsızlık hissiyle kendini gösterir. Karnın şişmesi, geğirme veya gaz çıkarma ihtiyacı, kramplar ve bazen mide bulantısı gibi günlük hayatınızı olumsuz etkileyen belirtilerle de rahatsızlık ortaya çıkabilir. Bu şikâyetler, çoğunlukla ağır ve yağlı yemekler tüketildikten sonra görülür. Ayrıca bağırsak hareketlerinin yavaşlaması gibi bir sorun da ortaya çıkar. Karın bölgesinde gerginlik hissi, sertlik, hazımsızlık, midede guruldamalar veya bağırsak seslerinin artması, hafif mide ağrısı, kabızlık, göğüs kafesinde baskı veya rahatsızlık hissi de diğer önemli belirtileridir.
BESLENME ALIŞKANLIĞINDA KÖKLÜ DEĞİŞİM ŞART
Şişkinlik sorunu genellikle zararsız bir durum gibi görünse de kronik hale geldiğinde yaşam kalitesini olumsuz etkileyen önemli bir sorun haline dönüşebilir. Ayrıca altta yatan daha ciddi sağlık sorunlarının belirtisi olabileceği için uzun süren şişkinlik durumunda bir doktora başvurmakta fayda vardır. Gelelim, gün içerisinde belirtileriyle sıkıntı yaratan mide şişkinliği ile nasıl mücadele edeceğimize... Öncelikle bu sorunun beslenme alışkanlıklarında yapılan hatalardan ortaya çıktığını bilmemiz gerek. Nedir bu hatalar? İlki hızlı yemek yeme alışkanlığı. Hızlı yemek yendiği zaman ağızda yeterince çiğnenmeden yutulan gıdalar, sindirim sistemini zorlar ve gaz oluşumuna yol açar. İkinci hata ise lahana, brokoli, karnabahar gibi sebzeler ile fasulye ve mercimek gibi gaz yapan gıdaları tüketmek. Üçüncü hatamız da lifli gıdaların yetersiz tüketimi. Bu durum, sindirim sisteminin düzgün çalışmamasına ve kabızlığa yol açarak şişkinliği artırabilir. Ayrıca ağır ve yağlı gıdalar, sindirimi zorlaştırır ve mide şişkinliğine neden olabilir. Ayrıca laktoz intoleransı olan bireyler, süt ürünlerini sindirmekte zorluk çektikleri için şişkinlik yaşayabilirler. Beslenme hatalarının yanı sıra stres gibi psikolojiyi olumsuz etkileyen faktörler, hormon değişiklikleri ve hareketsiz yaşam da mide şişkinliği sorunlarını tetikler.
MİDE ŞİŞKİNLİĞİNE KARŞI ALINACAK ÖNLEMLER
Mide şişkinliğinizin nedeni başka bir hastalığın belirtisi değil ise alacağınız basit tedbirler ile bu sorundan kurtulmanız mümkün. Peki, neler yapmamız gerek? İşte detaylar...
Ancak bu tehdit sadece dışarıda değil, evlerimizin mutfağında da mevcut. Bağırsak yolunu etkileyen çok yaygın bir bakteriyel hastalık olan salmonella, aslında sık yaşanan gıda zehirlenmelerinin önemli bir kısmından da sorumlu. Çünkü çok farklı yollarla bulaştığı gibi hijyen kurallarına dikkat edilmeyen her mutfakta karşınıza çıkabilir. Bu bakteri, hayvanların bağırsak sisteminde doğal olarak bulunuyor ve dışkı yoluyla da çevreye yayılıyor. İnsanlara ise genellikle çiğ veya az pişmiş et, kümes hayvanları, yumurta ve pastörize edilmemiş süt içmekle bulaşıyor. Ancak enfekte olan kişilerin ellerini iyice yıkamadan yemek hazırlamaları da önemli bir yayılım nedeni. Peki, mutfaklarımızda bu bakteriye geçit vermemek için neler yapmalıyız? Hangi önlemleri almalıyız? İşte ayrıntılar...
BAZI ÇEŞİTLERİ ÖLÜMCÜL OLABİLİR
Salmonella enfeksiyonu, insanlara genellikle çiğ ve az pişmiş et, yumurta veya yumurtalı ürünleri tüketmek ya da pastörize edilmemiş süt içmekle bulaşır. Bu bakteri, bütün kümes ve çiftlik hayvanlarında bulunur. Su kaynaklarının kanalizasyon ile kirlenmesi ise mikroorganizmaların gıda üretim ve tüketim zincirine rahatlıkla geçişine yol açar ki, bu da salgınların oluşmasına neden olabilir. Genellikle ateş, kusma ve ishal belirtileriyle kendini gösteren salmonella cinsi bakteriler, gastroenterit ve tifonun da aralarında bulunduğu ciddi hastalıklara da neden olmaktadır. Özellikle salmonella typhi bakterilerinin neden olduğu tipo ateşi, çok ciddi bir enfeksiyondur. Bu bakterinin yaşayabildiği tek canlı ise insandır ve vücuda girmesinin ardından 10-14 gün içerisinde ateş, baş ağrısı, kabızlık, halsizlik, karın ağrısı, öksürük, iştahsızlık, deri döküntüsü gibi belirtilerle görülebilir. İlerleyen durumlarda kalp, beyin, böbrek, akciğer, karaciğer, göz ve kulak sinirlerini etkileyebilen özelliğe sahiptir ve oldukça bulaşıcıdır. Ayrıca tedavi edilmediği takdirde ölümcül olabilir.
PEKİ, KENDİMİZİ NASIL KORUYACAĞIZ?
Bırakın dışarıyı kendi mutfağımızda bile salmonella bakterisi ile karşılaşma tehlikesiyle yaşıyoruz. Bu nedenle öncelikle hastalığa karşı her daim uyanık olacağız. Bulaş yollarının neler olduğunu iyice öğrenip, mutfağımızda bu bakterinin yaşamasına izin vermeyeceğiz. Bunu yapabilmek için de öncelikle temel gıda güvenliği bilgilerimizi tazelememiz gerek. Çünkü temel gıda güvenliği konusunda evlerimizde de ciddi hatalar yapıyoruz. Mesela eminim ki, dondurucudan çıkardığı eti, hâlâ dışarıda bekleterek ya da sıcak suyun içine atıp çözdürmeye çalışanlar vardır. Oysa yaptığınız bu hata, etlerinizin bakteri yuvasına dönmesine yol açıyor. İlk kural, kırmızı et ve tavuklarınızı buzdolabında çözdürmeye bırakın ve sularının başka hiçbir gıdaya temas etmediğinden emin olun. Çiğ et ile temas eden her bir mutfak malzemesini de iyice yıkandıktan sonra kullanılması önemlidir. Özellikle evde çiğ süt, un ve yumurtadan yapılmış ürünlerin tadılması, bu ürünlere dokunduktan sonra ellerimizi yıkamadan başka bir gıda veya mutfak eşyasına dokunmak, salmonellaya direkt davetiye çıkarmaktır. Ayrıca çapraz bulaşma riski, pişmiş ve pişmemiş gıdalar arasında yaygındır. Bu nedenle çiğ olanları, yemeye hazır olan yiyeceklerden uzak tutmayı da ihmal etmeyin.
Ancak kış mevsimi, bembeyaz örtüsüyle bizleri büyülerken, beraberinde de bazı gizli tehlikeleri getirir. Soğuk hava ve kış güneşinin masum gibi görünen yüzü, vücudumuz için ciddi bir tehdit oluşturabilir. Özellikle kar yanığı, çoğu zaman fark edilmeden ilerleyen ve cildinizde kalıcı hasarlara yol açabilen sinsi bir durumdur. Kış sporlarının oldukça popüler olması nedeniyle özellikle bu dönemlerde kar yanığı vakalarıyla da sık karşılaşılır. Bu nedenle kayak yaptığınız günün sonunda yüzünüzün yandığını, hatta güneşe bağlı lekelenmeler oluştuğunu görürseniz şaşırmayın. Çünkü karın yansıttığı güneş ışınları cildinize tahmin ettiğinizden çok daha fazla zarar verebiliyor. Ayrıca bu tehlike sadece dağlarda değil, şehir merkezlerinde de karşımıza çıkabilir. Özellikle yoğun kar alan bölgelerde yaşayan kişilerin bu konuda çok dikkatli olması gerekir. Çünkü karlı havalarda yapılan kısa yürüyüşlerde bile önlem alınmadığı zaman, kar yanığı ile karşılaşılabilir.
CİLT YAŞLANMASINI TETİKLİYOR, LEKELERE NEDEN OLUYOR
Güneş yanıkları konusu çoğunlukla yaz aylarında gündemimize girer. Ancak karlı havalarla gelen sinsi yanık da tıpkı, yaz güneşi gibi cilt yaşlanmasını tetikliyor, lekelere neden oluyor ve hatta cilt kanserine yakalanma riskini artırıyor. Çünkü kar yanığı da güneşin UV ışınlarının kar yüzeyinden yansıyarak, cilde zarar vermesi sonucu oluşan bir tür güneş yanığıdır. Buradaki asıl tehlike ise karın güneş ışınlarını yüzde 80 oranında yansıtmasıdır. Bu durum, cildin kısa sürede daha fazla zarar görmesine neden olur. Kar yanığı, cildi hızlı bir şekilde tahrip ederek, ciltte kızarıklık, yanma ve hatta kabarcıklar gibi ciddi hasarlara yol açabilir. Özellikle yüz, göz çevresi, boyun ve dudak gibi cilt yapısı ince bölgelerde, güneş ışınları geri dönüşümsüz hasarlara neden olabilir. Kar yanığı ayrıca cilt altındaki dokuları tahrip ederek, erken yaşlanmaya yol açtığı gibi leke oluşumunu da tetikleyebiliyor.
AÇIK TENLİLER DAHA ÇOK YANIYOR
Güneş yanıklarına karşı açık tenliler ve hassas cilde sahip olanlar, her zaman çok daha dikkatli olmak zorundadır. Cilt yapıları gereği güneş ışınlarına karşı daha savunmasız olan bu kişilerde güneş yanığıyla birlikte leke sorunu da ortaya çıkar. Buğday ve koyu tenli kişiler ise koruyucu pigment tabakalarının kalınlığı nedeniyle daha şanslılardır. Ancak bu avantajları ciltlerinde leke ile karşılaşmayacakları anlamına gelmez. Dolayısıyla cilt tipiniz, yaşınız ve cinsiyetiniz ne olursa olsun kar yanığına karşı cildinizi korumanız şart. Özellikle göz çevresi, boyun ve dudak gibi cilt yapısı ince ve hassas bölgeleri ihmal etmemeniz önemli.
GÜNEŞ KORUYUCU KREMİ YANINIZDAN AYIRMAYIN!
Vakalar o kadar arttı ki, hastanelerin acil servisleri dolup taşmaya başladı. COVID-19’un dışında mevsimin en azılı hastalıkları olan nezle, grip, soğuk algınlığı, bronşit ve zatürre de adeta kol geziyor. İnfluenza ise hem arttı hem de diğer virüslere eşlik ediyor. Üstelik sadece Türkiye'de değil, birçok Avrupa ülkesinde de durum aynı. Bu nedenle üst solunum yolu hastalıklarına karşı üst düzey hazırlıklı olmalıyız. Zira bu hastalıklar, herkesi kırıp geçiyor. Kapalı ortamlarda daha çok zaman geçiriyor olmamız da bu hastalıklara yakalanma riskini artırıyor. Bir de hijyen kurallarına dikkat edilmediği zaman kapalı alanlar adeta hastalık yuvası haline gelebiliyor. Üstüne vücut direncinin düşmesi eklenince hastalıklardan kaçış pek de mümkün olmuyor. Peki, grip vakalarının bu kadar artması normal mi? İnfluenza neden bu kadar zor iyileşiyor? İlaç kullanmak gerekir mi? Antibiyotikler işe yarar mı? Hadi gelin son günlerde en çok merak edilen bu soruların yanıtlarını birlikte öğrenelim.
HIZLI BULAŞIYOR, BİR ANDA YATAĞA DÜŞÜRÜYOR
Grip, genel olarak zaten son derece bulaşıcı bir hastalıktır. Bir de mevsim gereği kapalı alanlarda çok fazla vakit geçirdiğimiz için hızlıca bulaşabiliyor. Ayrıca bazı yüzeylerde 48 saate kadar yaşıyor. Bu nedenle dokunduğumuz her yere de dikkat etmemiz şart. Ayrıca diğer üst solunum yolu virüslerinin semptomları yavaş yavaş ortaya çıkarken, grip maalesef ki aniden başlayıp, aniden şiddetleniyor. Mesela hastalar, akşam uyumadan önce iyi durumdayken, sabah yataktan çıkamayacak kadar yorgun, bitkin ve kas ağrılarıyla uyanabiliyor. Gribin en yaygın belirtileri arasında ise ateş, öksürük, boğaz ağrısı, şiddetli kas veya vücut ağrıları, burun akıntısı, baş ağrısı ve yorgunluk bulunuyor. Bu belirtiler, diğer virüsler sonucu da görülebiliyor. Ancak gripte bu belirtiler çok daha ağır bir şekilde seyir ediyor. Genellikle ateş, 3-4 gün devam ederken, şiddetli vücut ağrısı, yorgunluk ve halsizlik 2-3 hafta veya daha uzun sürebiliyor. Kronik hastalar, yaşlılar, hamileler ve çocuklar gribi, çok daha ağır bir şekilde geçiriyor. Hatta yaşlılar ve kronik hastalığı olan kişilerde zatürre ve solunum yetmezliğine neden olarak hayati tehlike oluşturabiliyor.
MASKE, MESAFE VE HİJYEN KURALLARINI DEVREYE SOKUN
COVID-19 salgını sırasında bu saydığımız üst solunum yolu enfeksiyonlarına pek rastlamıyorduk. Bunun da en önemli nedeni maske, sosyal mesafe ve hijyen kurallarına dikkat etmemizdi. Artık bu günlerde yeniden bu üçlü korunma tedbirlerini devreye sokmamızda fayda var. Çünkü bu tip hastalıklarda bulaşı bir yerden kırmamız şart. Alışveriş merkezlerinde, toplu taşıma araçlarında ya da kapalı diğer alanlarda özellikle hasta olanlar maske takarsa, hastalığı sağlıklı kişilere bulaştırmalarının önüne geçebiliriz. Ayrıca hasta kişilerle olan sosyal mesafemize dikkat etmeli ve el hijyenimizi kesinlikle unutmamalıyız. Çoğu sağlıklı yetişkin, gribi semptomlarının ortaya çıkmasından bir gün önce ve hastalandıktan 10 gün sonraya kadar yayabiliyor. Bu nedenle hem kendiniz hem de sevdikleriniz için korunma tedbirlerini almanızda fayda var.