İstanbul’dan başlayan Türkiye maceramın sonraki durağı, dördüncü kez gittiğim ve her gidişimde beni benden alan Gaziantep oldu.
Gaziantep yolculuğum, Hasan Kalyoncu Üniversitesi tarafından bu sene 7’ncisi düzenlenen Altın Baklava Uluslararası Öğrenci Film Festivali ile başladı.
Öncelikle Kalyoncu Ailesi’ni Gaziantep şehrine kazandırdıkları bu harika üniversite için tebrik ederim.
Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Amerika’daki bir USC’yi, UCLA’yı, Stanford’u, Michigan Üniversitesi’ni aratmayacak kadar modern bir şekilde inşa edilmiş.
Altın Baklava Uluslararası Öğrenci Film Festivali de en ince detayına kadar titizlikle organize edilmiş.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Hasan Kalyoncu Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Cemal Kalyoncu’nun katılımıyla gerçekleşen ödül töreni gecesinde, dünyanın dört bir tarafından yaptıkları kısa filmlerle festivale gelen genç sinemacı kardeşlerimizin Gaziantep’te yaşadıkları heyecanı görmek çok güzeldi.
VIggo Mortensen, kariyerinde sinema dışında tiyatro oyunculuğu, şair, müzisyen ve ressamlık gibi sanatın farklı dallarında kendini öne çıkarmayı başardı.
“Yüzüklerin Efendisi” filmlerinin vazgeçilmez kahramanı ‘Aragorn’u ikonik bir karaktere dönüştüren Viggo Mortensen, adını birçok başarılı işe kazıdı.
“Şark Vaatleri” filmiyle Altın Küre ve Oscar’a aday gösterilen Mortensen, “Kaptan Fantastik” filmindeki ‘Ben’ karakteri ve “Green Book”taki ‘Tony Lip’ karakteri ile yeniden Oscar’a aday gösterilerek başarısını kanıtladı.
Barbaros Tapan, oyuncuyla geçen mayıs ayında Cannes Film Festivali’ sırasında görüştü.
*Bu yıl Cannes Film Festivali’ne David Cronenberg’nin çektiği “Geleceğin Suçları” filmi için geldiniz. Onunla ilk kez çalışmıyorsunuz. Bu film 24 yıl önce yazılmış. Bize David’le ilk nasıl tanıştığınızı anlatabilir misiniz?
- Onunla 2001’de burada, bu festivalde tanıştığımı söylüyor. Hatırlamıyorum, çünkü partide tanışmışız. “Yüzük Kardeşliği”nin ilk 20 dakikasını burada sundukları dönemdi ve sonra tepede büyük bir yerde bir parti verdiler. Ve belli ki, yıllardır birlikte çalıştığı, besteci ve iyi bir arkadaşı olan Howard Shore, onu partiye davet etti, çünkü “Yüzüklerin Efendisi”nin müziklerini o yaptı. Onunla 2004’te Los Angeles’ta ilk kez oturup “Şiddetin Tarihçesi” filmi hakkında konuştuğumu hatırlıyorum. Ve evet, bu David’le yaptığım dördüncü film. Bu süreçte çok şey değişti. Çünkü “Geleceğin Suçları”nı yazdığından beri dünya çok değişti. Bu da tamamen onun bu sektörde öncü olduğunu gösteriyor.
* Bir önceki röportajımızda yönetmeni olduğunuz “La Guerra Civil” belgeselinden söz etmiştik. Yönetmen koltuğuna oturmanızı engelleyen bir şey oldu mu? Bu alanda kendinize olan inancınızı nasıl keşfettiniz?
- Ben her zaman yaparak öğrenildiğini söylerim. Öğrenmek istiyorsan, sadece yapmak zorundasın. Bir kadın olarak “hazır değilim” düşüncesine kapıldığım zamanlar oldu. Dürüst olmak gerekirse, ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğumda diğer yönetmen de bir kadındı ve ben bir şov yapıyordum. “Birini sen yöneteceksin” dedi, ben de “Anlaştık” dedim. Ağzımdan “evet” çıktığı an geri çekmek istedim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonrasında bu işi yapabildiğimi fark ettikçe iyi olduğumu anladım. Bu durum bana güven verdi.
* Kadınlar için daha mı zor...
- Kadınlar için kesinlikle zor. Sektörde fırsat bulamayan ama aslında harika şeyler yapan çok sayıda yetenekli kadın var. Hollywood’un bilinçli olarak bizi işe almadığını düşünmüyorum.
* Neden...
Başarılı oyuncu Viola Davis, 2017 yılında “Fences” filmi ile ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ kategorilerinde hem Oscar hem de Golden Globe ödüllerini kazandı. En çok ödül adaylığı ve ‘en iyi başrol kadın oyuncusu’ ödülü adaylığı alan ilk Afrikalı-Amerikalı kadın olarak Oscar Ödülleri’nde tarihe geçti. “First Lady” dizisindeki Michelle Obama rolüyle ekrana dönen Davis, bu yıl kitabı “Finding Me: A Memoir”ı da çıkardı. Başarılı oyuncu, kitabını ve kariyerindeki önemli detayları Barbaros Tapan aracılığı ile Kelebek okurlarına anlattı.
* Harika bir kariyeriniz var. Artık özgeçmişinize ‘yazar’ kategorisini de eklediniz. Yazma süreciniz nasıldı?
- Süreç çok rahatlatıcıydı. Kitabı yazmaya, varoluşsal bir anlam krizi yaşadığımı hissettiğim pandemi sırasında başladım. ‘Black Lives Matter’ gerçekleşiyordu. Koronavirüs vardı, hakları için savaşanlar vardı. Çok çekişmeli bir seçim yaşadık ve bir anda komşularıma farklı bakmaya başladım. Beyaz meslektaşlarıma farklı bakmaya başladım. Tüm bu sorgulayıcı süreçte, “Ben ne yapıyorum?” dedim. Ve ne zaman varoluşsal bir kriz yaşasam, bu benim için sıfırlama düğmesine basmaktır. Cep telefonunuz bozulduğunda, kapatıp tekrar açın diyorlar. Ben de öyle yaptım. Küçük bir kız olarak kitabımla başa döndüm...
* İlk Cannes Film Festivali’nizi hatırlıyor musunuz?
- 1996’da katıldım ilk kez. Daha önce hiç film çekmemiştim, hatta işsizlik yardımı alıyordum devletten. Yapımcılar beni Paris’teki Dior mağazasına götürdü ve muhteşem bir elbise aldılar. Cannes’a geldim ve odaya bir görevli girdi, “Yönetmen gelmiyor, Lars von Trier gelmek istemiyor” dedi. Sonra muhteşem insanlar olan Stellan Skarsgård ve merhum Katrin Cartlidge ile birlikte merdivenleri çıktım. Işıklar kapandığında, “Emily, hayatın sonsuza kadar değişmek üzere” demişti bana ve değişti. Çok etkileyici bir deneyimdi.
* Cannes’a ilk geldiğiniz film, Lars von Trier’ın “Dalgaları Aşmak” (Breaking the Waves) filmiydi. Ondan önce tiyatrodaydınız. Hep oyuncu mu olmak istemiştiniz?
- Çocukken yazar olmak isterdim. Öğrenciyken tiyatro yaptım. Sonra da aklıma bundan başka bir şey gelmedi! Sanki sadece devam etmek, eğlenmek istiyordum. Bütün arkadaşlarım yetişkin olma yolunda adım atıyordu ve ben bunu istemiyordum. “O zaman oyuncu olacağım” diye düşündüm.
*Sinemayla ilişkiniz kariyeriniz boyunca nasıl gelişti?
- Dört yaşındayken film yapmak ve uçak uçurmak istediğimi hatırlıyorum. Ben her zaman çılgın şeyler yapan, en uzun ağaçlara tırmanan bir çocuktum ve tam bir hayalperesttim. Zorunda değildim ama ben de aileme katkıda bulunmak için çocukken küçük küçük işler yaptım, ot kestim, kar küredim... Paramı biriktirip birazını aileme verir, kalanıyla sinemaya giderdim. Ve 18 yaşıma geldim... “Taps” filmini yaptığım zaman “işte gerçekleşiyor” dediğimi fark ettim. İlk defa bir film setindeyim. Hiç film okuluna gitmedim ama filmleri çocukluktan beri biliyordum. Her zaman ne tür filmlerden hoşlandığımı ya da hayatımda ne olmasını istediğimi bilirdim. Duvara hedefler yazardım ve bu hedefler için çalışırdım. İzlediğim filmlerdeki o yerlere gitmek istedim. O insanlarla tanışmak istedim. Hikâye anlatıcılığına her zaman çok meraklıydım. Kariyerim ilerledikçe dünyayı dolaşabildim ve farklı dillerde filmler izlemeye başladım. Bunlar her zaman ilgimi çeken şeyler. Farklı türde sinemayı ve tarihini anlamak önemli. Buster Keaton, Harold Lloyd, Charlie Chaplin ile büyüdüm. Sanki film setlerinde, yazar odalarında ve kurgu odalarında büyümüş gibiyim.
* “Top Gun: Maverick” iki yıl gecikmeli vizyona girdi. Paramount bu konuda taviz vermedi ama size sormak istiyorum, filmi platformda yayınlayalım diye baskı oldu mu?
- Hayır, asla olmadı. Asla da olmayacak.
Breaking Bad dizisinin devam niteliğini taşıyan ve olayların öncesini konu alan AMC yapımı “Better Call Saul”, 2015’de başlayıp günümüzde de hâlâ devam ediyor. Altıncı sezonu ile son kez ekrana gelecek olan dizinin senaristi Peter Gould, yönetmen Michael Morris, yapımcı ve başrol oyunculuğunu üstlenen Bob Odenkirk ile oyuncuları Rhea Seehorn ve Jonathan Banks, Barbaros Tapan’ın sorularını yanıtladı.
◊ Bob, geçtiğimiz yıl geçirdiğiniz rahatsızlıktan sonra sizi görmek güzel…
Bob Odenkirk: Çok teşekkürler. Hepiniz çok iyisiniz. Bana gerçek bir melekmişim gibi davrandılar, bu da aklımı başımdan aldı. Bir şeyleri hatırlamam iki hafta kadar sürdü. Yaklaşık bir buçuk hafta boyunca her gün çocuklarımı aradım, “İnsanların Twitter’da benim hakkımda konuştuğu şeyi görüyor musunuz” diye. Onlar da “Evet baba, gördük...” Ama gerçekten komikti. Eve döndükten sonra bile hafızam tam olarak yerine gelmemişti. Sonra her gün biraz daha hatırlamaya başladım. Korkunçtu. Biliyorum ki herkes sosyal medyayı çoğunlukla kötülerin yeri olarak görüyor ama şu anda, hayatımın bu bölümünde, burası inanılmaz bir sıcaklık, sevgi ve desteğin olduğu bir yerdi. Ve buna inanamıyorum. Aklımı başımdan aldı ve hâlâ öyle. Ve hayatımın geri kalanında benimle olacak. Ve paylaştığınız duygular ve her şey için çok teşekkür ederim.
◊ Peki, şu an nasıl hissediyorsunuz?
Bob Odenkirk: Kesinlikle harika hissediyorum. Gerçekten öyle hissediyorum. Kalbimi temizlediler. İçine bir tel sıkıştırdılar ve çıkardılar. Yani, bir süredir olduğumdan daha iyi durumda olduğumu düşünüyorum.
Oscarlı Hollywood yıldızı Nicolas Cage, bu kez bağımsız bir film olan “Pig” (Domuz) ile seyirci karşısında. Domuzuyla birlikte trüf mantarı avlayan Rob rolünde yine oyunculuğuyla adından söz ettiren Cage, bu kez farklı bir meydan okuma ile karşı karşıyaydı. Oregon’daki bir domuz çiftliğinden getirilen Brandy isimli ‘rol arkadaşı’, hiç oyunculuk tecrübesi olmadığı gibi, sık sık oyuncuyu ısırdı. Cage, yönetmene “Bugüne kadar rol gereği yakıldım, araçlardan atıldım bir şey olmadı ama domuz ısırığından öleceğimi sanırım” dedi.
* Oyunculuğa yaklaşımınızı konuşmak istiyorum. Birçok unutulmaz karakter yarattınız. Tamamen doğal bir performans gibi görünen şeyin ardından nasıl bir çalışma var?
- Bunu sorduğuna sevindim. Öncelikle natüralizmden çıkıp, daha abartılı bir davranış yolunu bulma arayışında olurum. Japon tiyatro sanatı ‘Kabuki’de olduğu gibi. İnsanların en üst düzey davranışlarını ele alırsak... Mesela akıl hastalığı, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı veya büyük trajedilerle karşılaştıklarında yaşadıkları gerçek duyguların, tuhaf davranışların mekanizmalarını karakterde bulmak isterim. Çünkü bunun arkasında ‘gerçek’ var. Samimiyet var. Mesela sadece vahşilik uğruna vahşi değil, gerçekten vahşi olması gerekiyor. Bu karaktere sahip olan birinin gerçek duygusuna sahip olmalıyım diye düşünürüm.
* Size ilham veren sanat eserlerinden bahsetmiştiniz daha önce. Bazı karakterlerin ilhamının neler olduğunu bilmek isterim…
- Bir sanat formunda yapabileceğinizi, muhtemelen başka bir formda da yapabilirsiniz. Ve eğer film performansını bir sanat formu olarak kabul ederseniz, o zaman bu sanat eşzamanlılığı kavramı geçerlidir. Örneğin, “Wild at Heart”ı yaptığımda insanlar Elvis’i taklit ettiğimi düşünüyordu. Ama gerçek şu ki, bu karaktere Andy Warhol yaklaşımım daha fazlaydı. Çünkü Warhol’un yapacağı şey, bu inanılmaz simgeleri alıp onlardan harika kolajlar çıkarmaktı. Stanislavski, bir oyuncunun yapabileceği en kötü şeyin kopya çekmek olduğunu söylerdi. Stanislavski’nin kitabını okudum ve programını takip ettim. Ama aynı zamanda, biraz asi biri olarak, bununla formumuzu bozup bozamayacağımızı görmek istedim, çünkü bazen yeni şeyler bulmak için kuralları çiğnemek zorundasın. David Lynch’e gidip, “Bir fikrim var” dediğimde, karakterim Sailor’ın giydiği yılan derisi ceketi ikinci el bir dükkanda buldum. Sailor, bu tür bir kanun kaçağı türü olan, 50’lerin tarzı bir adam. Muhtemelen Elvis’i, bir şekilde mücadele ettiği her şeyi atlatmasına yardımcı olacak bir idol olarak kanalize edecektir. Ve David o güzel satırı yazdı, “Bu ceket inancımın, kişisel özgürlüğümün ve bireyselliğimin bir sembolü”. Hepsi Warhol’dan aldığım ilham yüzündendi. Ve bu, onun sunumunu bir film performansına nasıl getirebilirim düşüncesinden çıktı.