TAMAM başlığı okudunuz ya, Bahar yine belediyelere saydırıyor. Zannettiniz siz.
Fena halde yanıldınız. Sözüm; bisikletli gördüğünde arabasıyla sinek gibi ezmek isteyen, bisiklet yolundan başka yolda yürümeyen, bisikleti ulaşım aracından saymayan “bazı” İzmirlilere...
Üzgünüm ama acı gerçek bu!
Tabii ki, yerel yönetimle ilgili de pek çok yazılması, söylenmesi gereken hata var. Ki, ilerleyen satırlarda bulacaksınız...
Biliyor musunuz? Ben ve benim gibi bisiklet özgürlükçüleri belki göremeyeceğiz ama bu kent, bir gün bir bisiklet kenti olacak. Tıpkı Berlin gibi, Barcelona gibi, Kopenhag gibi, Amsterdam gibi. Çünkü dümdüz. Çünkü upuzun bir sahil şeridine sahip. Çünkü dünya giderek kirleniyor. Çünkü benzin, gün gelecek 10 TL’ye dayanacak. Çünkü, bir gün başka çareniz kalmayacak. Belki sizin değil, ama çocuklarınızın.
O kadar çok sorunu var ki bisikletlilerin, hangi birini sayıp dökeyim?
Bir akşamüstü Ahmet külüstür kamyoneti ile kasaba yolundan evine gidiyordu. İçinde bulunduğu taşra ortamındaki işsizlik onu çok yıpratmıştı, ama Ahmet gene de iş aramaktan vazgeçmemişti. Fabrika kapandığından beri işsizdi...
Kasaba yolu boş bir yol sayılırdı. Ahmet’in bir çok arkadaşı da kasabayı terk etmişti. Ne de olsa geçindirmeleri gereken aileleri ve gerçekleştirmeleri gereken hayalleri vardı. Ahmet, burada doğmuştu ve buradan ayrılmaya yüreği razı gelmiyordu.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. Çılgın bir yağmur yağıyordu. Az ötede yol kenarında kalmış kadını tam seçemedi yanından geçiverdi. Sonra kamyonetini geri sürdü ve akşamın loş ışığında bile yardıma muhtaç olduğu kolaylıkla anlaşılan yaşlı bir kadın gördü. Kamyonetini, kadının eski arabasının önüne çekti ve aşağı indi. Ahmet’in yüzündeki gülümsemeye rağmen kadın durumdan endişelenmişti, yaklaşık bir saattir kimse yardım için durmamıştı. Ahmet, yaşlı kadının korkmuş olduğunu görünce rahatlatmak için “Adım Ahmet. Size yardım etmek istiyorum. Çok yağmur var. Lütfen benim kamyonete geçip orada bekleyin” diye seslendi.
Kadının tüm sorunu patlak lastikti, ama yaşlı kadın için oldukça büyük bir sorundu bu. Ahmet önce ellerini ovuşturdu sonra krikoyu yerleştirecek bir yer bulmak için arabanın altına doğru eğildi, 15 dakika içinde lastiği değiştirmeyi başarmıştı. Ahmet bijonları sıkarken korkusu iyice azalmış olan yaşlı kadın camı açarak konuşmaya başladı. Denizlili bir emekli banka müfettişi olduğunu ve torunlarını görmek için İzmir’e giderken yolunun bu kasabadan geçtiğini söyledi. İkisi için de zor bir gündü.
Ahmet krikoyu bagaja yerleştirdiği sırada yaşlı kadın “borcum ne” diye sordu. Genç adam paragöz biri değildi, hatta para işlerinden pek anlamazdı. Onun için yardımsever olabilmek önemli bir meziyetti ve kendisi de elinden geldiğince zor durumdaki insanlara yardımı severdi. Kendisi de bir çok kez, zor duruma düştüğünde başka insanların yardımını görmüştü. Bunları düşünürken, yaşlı kadın bir kez daha sordu “Size borcum ne?” Ahmet, “Gerçekten bana bir şeyler vermek istiyorsanız, yardıma muhtaç birini gördüğünüzde ona yardım etmenizi diliyorum.”
Ve ekledi, “Böyle bir durumla karşılaştığınızda beni hatırlayın!” Kadın arabasını çalıştırıp uzaklaşana kadar Ahmet orada bekledi. Kendisi için kötü bir gündü. İş bulamamış halde evine dönüyordu. Üstelik üstü başı da kirlenmişti, ama yine de kendini iyi hissediyordu.
DÜNYANIN her yerinde olduğu gibi, “Night Out Shopping” yani NOS gecesi, artık İzmir’de de klasikleşme yolunda. Kısaca özetlemek gerekirse; yeni yıldan 1 ya da 2 hafta önce, gecelerden bir gece yaşadığınız kentin tüm alışveriş mağazaları gece yarılarına kadar açık oluyor. Her mağaza etkinliğe indirimler ve ikramlarla katılıyor. Siz de yeni yıl öncesi tüm ihtiyaçlarınızı indirimle ve keyifle karşılayabiliyorsunuz.
İzmir’in bu yıl ki, Night Out Shopping gecesi 14 Aralık 2012 Cuma. Ama bu yılki gecenin bana göre çok önemli bir ayrıcalığı var diğerlerinden. Çünkü bu yıl, “Ben bir dilek tuttum” projesi kapsamında, Alsancak Garanti Bankası önündeki ağaç, NOS liderleri tarafından süslenecek. Ancak bu ağaç süslenmekle kalmayacak. Çünkü proje 2 aşamalı.
Projenin ilk aşaması
Ege Üniversitesi Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi Çocuk onkolojisi Servisi’nde tedavi gören ve hayati tehlike taşıyan hastalığa yakalanmış çocukların dilekleri bu ağacın üzerine asılacak. Bu çocukların dileğini yerine getirmek isteyenler, ağacın dalları üzerindeki dileklerden birini seçip ertesi gün teslim etmek üzere işe koyulacak. Bu dilek bir bisiklet de olabilir, lunaparkta geçirilecek bir gün de...
Projenin ikinci aşaması
14 Aralık tarihine kadar Onur Mahallesi Evren Paşa İlköğretim Okulu’nda maddi durumu elvermeyen, yardıma muhtaç çocuklarımızın kış ihtiyaçlarını karşılamak. Belki de hayatında hiç hediye paketi açmamış çocuklarımızı, temel ihtiyaçları olan mont, palto, bot ve kaban alarak, çok ama çok mutlu etmek. Unutmayın buradaki en önemli nokta hediyenizin “yeni” olması.
Bu gazetenin en iyi röportajlarını Ayçe Dikmen, Banu Şen ve Adnan Kaya yapar. Ben de sizin gibi keyifle okurum. İzmir Kısa Film Festivali’nin Jurisi’nde hayran olduğum bir kadına; Serra Yılmaz’a rastlayınca fırsatı kaçırmak istemedim ve iki aşamalı bir röportaj gerçekleştirdim. Ve şunu gördüm... Hayatta ustaca yapılan her işte olduğu gibi, röportaj da dünyanın en zor kotarılan işlerinden biriymiş. Bir dakika içinde karar verdim, aklımdan sorularımı geçirdim, kayıt cihazımı çalıştırdım ve Serra Yılmaz’ın karşındaydım. O ise heyecandan eli ayağına dolaşan bu acemi röportajcıyı büyük bir olgunlukla yatıştırdı. Sorularıma tüm bilgeliği ve zarafeti ile cevap verdi.
- Ege’ye hoş geldiniz. Burada olmak size ne hissettiriyor?
- Ege’yi çok seviyorum. Doğası, kültürü, coğrafyası, insanı ve mutfağı ile Türkiye’nin en özellikli bölgelerinden biri. Özellikle Kuzey Ege, benim 80’li yıllardan beri üzerinden olmaktan en çok haz aldığım toprak parçalarından biri. Tabii ki, o yıllardaki doğal ve el değmemiş hali ile bugünkü giderek kalabalıklaşan hali arasında büyük farklar var. Alabildiğine zeytin ağacı ile kaplı bir coğrafya bugün beton bloklar ile bölünmeye başladı ve bu beni çok üzüyor. Bu yaz Midilli Adası’nda bizim Kuzey Ege sahillerimizin korunmuş hali ile karşılaşmak daha da acı verici oldu.
- Ya İzmir?- Biraz önce bunu düşünüyordum ben de. İzmir’e gelince, bu şehri ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi anladım. Hani öyle olur ya; bazen çok sevdiğiniz bir arkadaşınızı yıllarca göremezsiniz araya türlü hayat gailesi girer ve yeniden kavuştuğunuzda onu ne kadar özlediğinizi fark eder, sıkı sıkı sarılmak istersiniz. İşte İzmir öyle bir arkadaş benim için.
- Değişmiş buldunuz mu İzmir’i? Yoksa İzmir değişmesin diyenlerden misiniz?
- Benim korumacı bir şehircilik anlayışım var. Çocukluğuma ait, hatırladığım şeylerin yitip gitmesini istemiyorum. Ama bir taraftan da şehirlerin ve o şehirde yaşayan insanların doğal ihtiyaçları var. İşte bu ikisinin iyi bir şehircilik potasında, mimarlık potasında eritilmesi gerekiyor. Bir de Kadifekale’nin yenilendiği daha doğrusu oradaki tarihi dokunun gün ışığına çıkarıldığı hakkında duyumlar aldım. İlk fırsatta gidip görmek istiyorum.
BİR Egeli gözüyle Malatya notlarına, kaldığımız yerden devam. Siz bu satırları okurken, ben ya Fuar’ın tartan pistinde ya da spor salonunda ter döküyor olacağım.
Sebebini ilerleyen satırlarda zaten anlarsınız.
Herkese kazasız - belasız - savaşsız - şehitsiz - kavgasız - gürültüsüz nefis bir hafta ve günlük telaşlarınızda sakinlikler diliyorum.
Bir de bunu eski Malatya ağzı ile söyleyecek olursak;
Cegetin başında çağa çıplıyı, çap*
Sokağın başında çocuk ağlıyor, koş!
Sosyal Yaşam
ÖNCE yaklaşık 10 gün Malatya’da ne işim vardı onu açıklayayım... Malatya Valiliği’nce gerçekleşen 3. Malatya Uluslararası Film Festivali. Üstelik konuk olarak değil, profesyonel anlamda çalışmak için. Ödül töreninin açılış ve kapanış koordinatörü olarak. İtiraf ediyorum; burun kıvırarak gittim. Şehre değil, festivale. Ama sonra kendimden utandım.
Kendimi bir hafta süren, Venedik, Berlin, Cannes gibi festivallerden bizzat seçilmiş 140 filmin, onlarca sinema atölyesinin, serginin ve Kadir İnanır’dan Türkan Şoray’a bir sürü Yeşilçam starının ortasında buldum. Karşımda festivalini önemseyen ve sahip çıkan, Malatya ismini duyurmak için büyük çaba gösteren, sanat ve sinema meraklısı bir halk buldum.
Ve ödül törenlerine 100’e yakın basın mensubunun, yabancı konukların katıldığı, kırmızı halısından A Haber canlı yayınına dört dörtlük planlanmış bir organizasyonu yönettim. Küçük, ama yaptığı işe inanan bir ekiple birlikte.
Dünyada bir kentin tanınmasına en büyük katkı sağlayan sanatsal etkinliklerinden birine Malatya uyanmış. İzmirlilerse uyumaya devam ediyor.
(Lütfen bana iktidar – yerel yönetim dengelerinden bahsetmeyin. Bu çapta bir organizasyon yapmaya kalkışalım, projeyi önlerine koyalım, Kültür Bakanlığı destek vermezse, ayıp onların olsun.)
15 Kasım gecesi ödüllerin dağıtılması ile sona eren, ana teması Ortadoğu ve Barış olan festival sonrası, yerel televizyoncu ve herkes tarafından çok sevilen Cumali Bey ile birlikte kenti dolaştım.
İşte madde madde Malatya...
Canım okur, ayran içtik ayrı düştük okur. Ben köyümü özledim sevgili okur. Burcu burcu Ege kokusu, burnumda tüten okur...
3. Uluslararası Malatya Festivali’ni takip etmek için yaklaşık bir haftadır Malatya’dayım. Şehir hakkındaki izlenimlerimi ilerleyen günlerde yazacağım. İzmir’de neden bu çapta bir festival yapılamıyor konusuna da ayrıca gireceğim.
Ancak şu an gündemim çok daha heyecanlı.
Çünkü ben bugün ömrü hayatımın en önemli deneyimini yaşadım. Avuç içi kadar beynim ve bütçemle bu yaşıma kadar kısmen dünyayı dolaştım. Ama böylesine kendimden geçmedim.
Kendimi sonsuzluğa bu kadar yakın hissetmedim. Ben bugün, Nemrut Dağı’na çıktım. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi ile koruma altına alınan Nemrut’a. Dünyanın 8. harikası kabul edilen Nemrut’a. Yüksekliği 2150 metre.
Hikayesine gelince...
BAZEN ya da çoğu zaman uzaydan geldiğini düşünüyorum. Kripton’a komşu bir gezegenden ya da. Çocukluğumdan beri böyle bu. Geldin, tak tak tak her şeyi hallettin ve gittin. Hiç abartmadan. Ego nedir bilmeden. Yağmurlu gün görmeden.
Ya da buradan öyle görünüyor. Bilmiyorum. Kalbimin orta yerinden.
Okutuyorlar ya, kitaplarda masal gibi. Bunu yaptı, bunu da halletti, ha bir de arada memleketi düşmanlardan kurtardı. Nasıl oluyor da oluyor, akıl, sır erdiremiyorum. Bir bakıyorum Trablusgarp, bir bakıyorum Samsun. Arada 1. Dünya Savaşı. Anafartalar. Üzerine Kurtuluş Savaşı. Foursquere’de bile bu kadar yeri aynı anda işaretleyemiyoruz biz. Ki üzerine devrim, mevrim.
Asıl o değil de bir sürü kariyeri sayende yaptık, biliyor musun? En gidilmez okulların, en baba fakültelerini bitirdik. Makine mühendisliğini geçtim. Siyaset bilimi, atom mühendisliği filan okuduk. Koca koca adamlara kafa tuttuk. Bir kez bile benim sayemde bunların hepsi demedin. “Kızlar okusun da... Kimseye muhtaç olmasın da.” Sen olmasan o kızlar o okulları rüyalarında biraz zor görürdü de. Neyse.
Hiç mi günahın yoktu senin? Hiç mi hata yapmadın? Hiç mi kalp kırmadın? Hiç mi zulüm etmedin? Kim bilir, belki yaptın belki ettin de. Ama bilmiyorlar ki, kül olmaz ateş yanmadan, durulmaz denizler dalgalanmadan.
Ve aynı zamanda şunu da bilmiyorlar; biz hiç birimiz, 10’umuz, 100’ümüz, 1000’imiz, solumuz, sağımız, ateistimiz, muhafazakarımız bir araya gelsek, bırak memleketi, başımızda sen olmadan bir küçük ada kuramazdık.