Ateş Yalazan

Mahkum kentler

13 Ekim 2008
BÜYÜK ustanın o dizeleri yıllarca dilden dile dolaştı.<br><br>Büyük sıkıntılar içinde, küçük anlardan mutluluk çıkarabilmenin simgesiydi. İnsanın içine huzur dolduran o güneşli günü anlatıyordu:

"Bugün pazar.

Bugün beni ilk defa güneşe

çıkardılar.

Ve ben ömrümde ilk defa

gökyüzünün

bu kadar benden uzak

bu kadar mavi

bu kadar geniş olduğuna

şaşarak

kımıldamadan durdum."

* * *

Nazım Hikmet, bu ülkede çok uzun süre hapis yatmış, düşünceleri nedeniyle büyük haksızlıklara uğramış, acılar çekmiş aydınların başında geliyor.

O uzun yıllar bir mahpus, bir mahkum oldu.

İnsanlar gibi zaman zaman kentler de mahkum olabiliyor.

Betona, alışveriş merkezlerine, trafiğe...

Hepimiz de bu kentlerle birlikte mahpusluk yaşıyoruz.

Metrosuzluk, sanatsal yoksunluk, plansız, hesapsız mali yönetimlerle yüzyüze geliyoruz.

Uzlaşma kültüründen yoksun, saldırgan siyaset üslubuna mahkum ediliyoruz.

Oysa büyük ümitlerle, devrimler eşliğinde kurulan genç cumhuriyetin omuzlarında yükselmişti bu kent.

Bu kentin hayallerinde rant savaşları yoktu. Sürahilere indirgenen sanat anlayışı, kavgacı, zedeleyici siyasi yaklaşımlar, kendi kendisini yiyen ihtiraslar yer almıyordu rüyalarında.

* * *

Bugün pazar.

Ankara’nın meşhur ayazını kıramasa da, gülümseyen bir güneş var gökyüzünde.

Kışa giriyoruz.

Başkent’in meşhur gri günleri yeniden başlıyor. Ancak her gri günün ardından doğacak güneş gibi yeniden gelecek bahar.

Silueti bozulan, temel değerleriyle oynanan ve kimliği değiştirilmeye çalışılan bu kent, mavi gökyüzünü bekleyecek.

Biz de bekleyeceğiz.

Bekleyeceğiz ki, bir pazar günü bizi de çıkarsınlar güneşe. Ve kımıldamadan duralım, maviye bu kadar şaşırarak.
Yazının Devamını Oku

Başkanları buluşturan ortak nokta

6 Ekim 2008
YEREL seçimlere altı aydan daha kısa bir süre kaldı. Seçim hattına girildi. Ankara Hürriyet bayram süresince başkanlarla seçim konusunu görüştü.

Başkanlar bu konudaki görüşlerini ilk kez açıkladılar. Arkadaşımız Deniz Gürel’in, hedefi tam 12’den vuran soruları seçim konusunda bazı başkanları terletti. Gürel’in akıcı üslubu da bu röportajları keyifle okunur hale getirdi.

Önümüzdeki süreçte bu dosyanın kent siyasetine ışık tutacağına, referans olacağına inanıyorum.

Röportajlardaki ilk ortak nokta, bütün başkanların hizmet aşkına doyamamış olmaları. İster beş yıllık başkan olsunlar, ister 15 yıllık... Hepsi yapacakları hizmetlerin bitmediğini belirtiyor, bir dönem daha istiyorlar.

Buna şaşırmamak gerekiyor. Bizde zaten, "Ben artık görevimi tamamladım. Gençlere yer açmak için görevimden ayrılıyorum" demek gibi bir siyasi anlayış bulunmuyor. Bütün siyasetçiler istiyorlar ki, ölene kadar o makamlarda kalsınlar.

Eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e atfen bir hikaye anlatılır. Bu gerçek midir, yoksa fıkralaşmış bir şehir efsanesi mi bilmiyorum. Ama her halükarda mesajı çok net.

Hikaye bu ya, İsmail Cem bir yurtdışı gezisinde meslektaşı ile sohbet ederken konu ülkelerdeki siyasetçilere gelir. Muhattabı, Cem’e, "Sizde de siyasette çok köklü aileler var. Örneğin Demirel ailesi. Bir çok başbakan ve bir de cumhurbaşkanı çıkarmış" der. Cem’in bu sohbeti yakın çevresine anlatırken, "Ne ailesi, onların hepsi aynı kişi diyemedim, utandım" dediği rivayet edilir.

Bizde siyaset böyledir. Geldin mi gitmeme esasına dayanır. Gittin mi tekrar gelmektir amaç.

Bir de yükselemedikleri için koltuklarına yapışanlar vardır. Kendilerine daha iyi bir siyasi makam bulamadıkları için o koltuklarda otururlar.

Oysa elbette ki, hepsinde tıpkı Başbakan Tayyip Erdoğan gibi belediye başkanlığından kabineye, başbakanlığa uzanan merdivende ilerleme ihtirası çok yoğundur. Ama bir kaç kez çaba harcasalar bile bu imkanı bulamaz, liderlerine biat ederler.

LİDER Mİ SEÇİYOR, BİZ Mİ?

Gürel’in röportajındaki bütün başkanları buluşturan bir başka nokta daha bulunuyor.

Bütün başkanlar partilerinden yani genel başkanlarından sinyal bekliyorlar. Bakın neler söylüyorlar:

Melih Gökçek: Bir dönem daha Allah izin verir, Başbakanım uygun görür, vatandaş oy verirse olacak.

Abdülnasır Haşlak: Partimiz uygun görürse bir dönem daha istiyorum.

Muzaffer Eryılmaz: Adaylıkla ilgili süreç parti yönetimimize aittir.

Hasan Altın: Partimizden bir dönem daha istiyoruz.

Turgut Altınok: Parti bize görev verirse biz hazırız.

Gazi Şahin: Partimiz uygun görür de tekrar aday yaparsa...

Veysel Tiryaki: "Aday gösterildiğim takdirde...

Serhat Kemal Yılmaz: ’Aday yaparlar mı’ stresine girip işleri aksatma gibi bir durumumuz yok.

Bu cümleler, Türk siyasetinin geldiği noktayı bir kez daha bize hatırlatıyor.

Başkanlara çok da kızmamak gerekiyor. Çünkü Türkiye’de siyaset lider sultasında yürüyor. Liderler bir kaç istisna hariç parti tabanının görüşüne çok da itibar etmiyor.

CHP son seçimlerde sadece bir kaç ilde ön seçim yaptı. Kararı Genel Başkan Deniz Baykal ile Genel Sekreter Önder Sav veriyor.

AKP ise resmi olmayan bir yoklama yapıyor ama son sözü yine Başbakan Tayyip Erdoğan söylüyor.

Diğer partilerde de durum bundan çok farklı değil.

TABANDAN GELMEYEN SİYASET

Hiçbir partide tabanın sesine kulak verilmiyor. Böyle olunca da siyaset tabandan yukarıya ilerlemiyor. Sabitliğini koruyor.

AKP siyaset akademisi açıyor, herkesi siyaset yapmaya çağırıyor.

Çağırdığı siyasi anlayış ise liderin iki dudağının arasında. Böyle bir siyasi anlayışta hangi genç siyasetçi fikrini, doğru bildiğini özgürce söyleyebilir, savunabilir? Bırakın genç siyasetçileri koca koca milletvekillerinin, 12 Eylül öncesinden bu yana politikanın içindeki ağır topların bile liderlerine karşı ağızlarını açamadıklarını biliyoruz.

Bunun örneklerini CHP’de de çok yakından görüyoruz.

Bütün bunların ışığında Türk siyasetini özetlemek gerekirse;

Lidere bağlanıyorsun, bir koltuğa yerleşiyor, yapışıyorsun... Kalkmamak için her şey mubah.

Yerel siyasette bunu çok daha net hissediyoruz.

Peki biz seçmenlere ne düşüyor?

Liderlerin tayin ettiği adaylardan birisini seçmek.
Yazının Devamını Oku

Çıplak yalanlara alışacak mıyız

29 Eylül 2008
YENİ eğitim-öğretim yılı başladığında her zamanki gibi bir çok sorun vardı. Okula gönderilmeyen kız çocuklar, gönderildiklerinde okullarını yerinde bulamayan öğrenciler, emeklerinin maddi karşılığını alamayan öğretmenler, tüm siyasetçilerin artık en kolay söyledikleri yalan olan alınmaması gereken kayıt ücretini ödemek zorunda olan veliler... Bunlar bu ülkenin eğitim gerçekleri deyip alışıyoruz.

Eğitimde yaşanan eşitsizlikler, kalite düşüklüğü ve okullardaki şiddet konularında hiçbir gerileme yaşanmış değil.

Bunları da garipsemiyoruz.

Tam da tüm bu gerçekleri kanıksamak gibi son derece tehlikeli ve körleştirici bir ruh haline girmişken...

Bu yıl eğitim-öğretim döneminin başında Anadolu Ajansı’ndan bir haber düşüveriyor.

Yeni bir şey mi? İlk kez mi karşılaşılıyor?

Hayır!

İnsanın köpeği ısırması gibi bir haber mi?

Hayır!

Aslında hepimizin aşina olduğu, aşina olmaktan utandığımız bir durumu anlatıyordu. Polatlı’ya doğudan mevsimlik işçi olarak gelmiş ailelerin çocukları, akranları okula giderken soğan tarlalarında çalışıyordu.

"Okullar açıldı, onlar tarlada" idi haberin başlığı.

Okul sıralarında olmaları gerekirken, aileleriyle birlikte çalışıyorlardı.

Bu haberin gazetelerde yer almasının ardından Ankara Valisi Kemal Önal devreye girdi ve çocukların okula gitmesini sağladı. Ama Karagözli ailesinin beş çocuğundan sadece dördü okula dönebilmişti.

En büyükleri Ömer 15 yaşında. Onu, Abdulkadir, Büşra ve yedi yaşındaki Kübra izliyor. Diğer çocuğun neden tekrar okula gitmediği ise ilk haberin satır aralarında gizli.

Kardeşlerin en büyüğü 17 yaşındaki Ayşegül bugüne kadar hiç okula gitmediğini söylüyor. Babalarının gözü görmüyor, anneleri ise hasta. Günlük 20 YTL’lik yövmiye için çalışıyorlar.

OKUL ÖZLEMİ ÇEKTİM

Ayşegül, "Yıllarca okul özlemi çektim. Herkes gibi okuma yazma bilmeyi arzuladım. Bu saatten sonra okula gidebilir miyim bilmiyorum ama en azından kardeşlerimin okula gitmesini istiyorum" diyor.

En küçüklerden olan Büşra bugün sayfalarda okuyacağınız haberde mutluluğunu gizlemiyor:

"Okula gittiğim için çok mutluyum. Biz de diğer çocuklar gibi okula gidiyoruz."

Cümledeki "diğer" kelimesi yüreği burkan bir anlam taşıyor.

Bu zamana kadar dışlanmışlığın simgesi bu kelime.

Bu dört çocuğun bugün okul sıralarında olmaları ne bir daha böyle haberleri yapmaya gerek olmayacağını gösteriyor ne de eğitimde sorunların aşıldığını. Bu haberleri daha çok yazacağız, okuyacağız.

Tıpkı sokaklarda çalışan çocukların haberleri gibi.

Hergün, yollarda karşılaştığımız, görmemiz için bağırması gereken çocukların haberleri gibi...

Oysa onların yerine koyabilseydik keşke kendimizi... Ne derdik?

BIRAKIP DA GİDEMEMEK

"Sen olmak zor iş çocuk" derdik belki.

"Sen olmak ve yollarda, soğukta kalmak çok zor.

Her gün sabah ve akşam, yaz ve kış boyunca bir oyun sanarak Atatürk Bulvarı’ndan aşağıya rüzgar gibi geçen otomobillerin arasında dans etmek...

Her sabah ve akşam, minibüslere doldurulup, Altındağ’ın sönük sırtlarından Kızılay’a, Çankaya’ya getirilmek, bir köşe başından izlendiğini bilerek, kirle, pisle dolaşmak değil ama kirle pisle uğraşmak çok zor.

Avuç içlerin soğuktan kanarken, yanlış öğrenmek, yanlış yaşatılmak.

Israr etmek zor iş çocuk.

Bırakıp da gidememek çok zor."

Ahmed Arif’in hepimizin bildiği, ama unutmaya yatkın insanoğluna sürekli hatırlatılması gereken Karanfil Sokağı’ndaki gibi:

"Ekmeğe, aşka ve ömre / Küfeleriyle hükmeden / Ciğerleri küçük, elleri büyük / Nefesleri yetmez avuçlarına / -İlkokul çağında hepsi- / Kenar çocukları."

ÇIPLAK YALAN

Eğitim hakkı, yaşam hakkı, sağlık hakkı gibi temel kavramlardan söz ederken ulvi cümleler kurmaya gerek yok.

Çıplak gerçek en acıtıcı olan.

Ve en kolay yalan kendimize söylediğimiz. Ama en çok onun izi kalıyor.

Bizler hergün sabah, akşam heran bu konuda yalanlar söylüyoruz kendimize.

Resmi olarak 40 bin, gayri resmi olarak 80 bin çocuk sokaklarda çalışıyor Türkiye’de. Yani devlet resmen 40 bin çocuğun sokaklarda çalıştığını kabul ediyor. Ama hiçbir şey yapmıyor.

Bu 40 bin çocuğun sokaklardan kurtulması için kaç para gerekir dersiniz? Kaç batık banka, kaç yolsuzluk dosyası eder?

Ame ne bekliyoruz ki?

Bir kaçak Kuran kursunda öldürüyoruz 17 çocuğumuzu... Ardından da çıkıp "temizlik yapıyorlardı" diyoruz.

Bizler daha çok böyle haberler yazacağız, sizler okuyacaksınız.

Ama hiçbir zaman alışmayacağız.

Bayram boyu başkanlar konuşuyor

BAYRAM
boyunca yarından itibaren yaklaşan yerel seçimlerle ilgili mevcut başkanların değerlendirmeleri Ankara Hürriyet’te olacak.

Deniz Gürel’in kaleminden yayınlanacak bu mülakatlarda çok çarpıcı değerlendirmeler yer alıyor. İlki bugüh Melih Gökçek’in seçim değerlendirmeleri.

Gökçek, satır arasında tüm kentle kavga eden siyasi anlayışını da bizlere yansıtıyor. Uzlaşmacı, yapıcı bir üslubun yerine nasıl bir siyasi anlayışın yer aldığı bu satırlarda gözüküyor.

Başkan, "Benimle takışanla hesaplaşırım. Bir adım geriye gitmem" diyor. "Bazen hoşuma gidiyor" diye devam ediyor. "Polemikler benim üstümden yapılıyor. Benim bir huyum var, ben altta kalmam."

Gökçek’in bu sözleri bizler için sürpriz niteliği taşımıyor. Onun eleştirilere kapalı yapısını biliyoruz. En doğrunun kendi doğrusu olduğunu da.

Ama keşke arada bir dışarıya da kulak verse...

Ama sadece eleştirileri duymak, yapıcı sonuçlar çıkarmak için.
Yazının Devamını Oku

Su perisi heykeline Tandoğan izni yok

22 Eylül 2008
ANKARA’nın başkentlik tarihi kadar eski olan Su Perileri heykeli konusu daha önce Ankara Hürriyet’te günlerce gündemde kaldı. Toplumun değişik kesimlerinden, hatta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’dan da heykelin çürümeye terk edildiği depodan çıkartılması yönünde yoğun bir istek geldi. Bu süre içerisinde konuşmayan, açıklama yapmayan ve söylenenlere kulağını tıkayan tek bir kişi vardı:

Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek.

Gökçek bu konudan sorumlu, en yetkili kişi olmasına rağmen açıklama yapmaya yanaşmadı. Söylenenleri de duymazdan geldi.

Ancak, CHP’nin Grup Başkanvekili Fazıl Güleken’in bu konuyla ilgili soru önergesine verdiği yanıtla Gökçek sessizliğini bozmuş oldu. Gökçek’in yanıtında bir çok ilginç nokta var. Bunlara tek tek değineceğim.

Ancak önce, en önemli görülen son soruya verdiği yanıtla başlamak gerekiyor. Güleken soruyor:

"Su perileri heykelini yeniden Tandoğan Meydanı’nda değerlendirmeyi düşünüyor musunuz?"

Gökçek yanıtlıyor:

"Hayır düşünmüyoruz."

Gökçek’in bu kısa ve net yanıtı, su perilerinin depo mahkumiyetinin bir süre daha devam edeceği anlamına geliyor.

Tabi eğer Gökçek bu heykeli Ankara’nın başka bir bölgesinde değerlendirmeyi düşünmüyorsa.

Ancak başkanın genel tavrını düşündüğümüzde bu ihtimal de azalıyor.

KARAYALÇIN’A SORUN

Gökçek’e yine soruluyor:

"1924’ten beri Ankara’nın çeşitli yerlerinde sergilenen su perileri heykelinin, Büyükşehir Belediyesi’nin deposunda çürümeye terkedilmesini sanata saygı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?"

Gökçek yanıtında sanata bakışıyla ilgili ipucu vermemeye çalışsa da sorumluluğu yine üzerinden atıyor:

"Su perileri heykeli CHP’den aday olan Murat Karayalçın döneminde depoya atılmıştır. Eğer sanata saygısızlıktan bahsedilecekse bu soru bana değil, partinizin başkan adayına sorulmalıdır."

Gökçek’in kendinden önceki dönemde Ankaray inşaatı nedeniyle Tandoğan’dan kaldırılan su perileri heykelinin o dönemde yeniden Tandoğan’a konulmasının planlandığını bilmemesi mümkün mü? Su perilerinin mahkumiyetinin Gökçek döneminde kesin hüküm kazandığını kendisi de biliyor.

Ancak sorumluluğu yine Karayalçın’a atmaktan geri durmuyor.

O zaman da şu soruları yöneltmek zaruri hale geliyor:

"Bu heykelin depoda çürüdüğü dönemin 14.5 yılı sizin görev sürenize denk gelmiyor mu? Bu konudaki sorumlu kişi siz değil misiniz? O heykel Karayalçın döneminde depoya konulmuş olsa bile, sizin sorumluluk döneminizde yapmadıklarınızın siyasi bedelini de Karayalçın mı ödemeli? Sanata yaklaşım konusunda bile tartışmayı dipsiz bir polemiğe çekme gayreti yapıcı bir yaklaşım mıdır?"

Başkanın, "Ankara’da Sayın Gökçek döneminde hurdalıkta çürümeye terkedilen başka heykeller var mıdır?" sorusuna verdiği "Yoktur" yanıtı da aslında su perileri heykelini çürümeye terk ettiğinin kabulü anlamına geliyor.

Gökçek’in su perileri heykelini depodan çıkartmaya niyetinin olmadığı soru önergesine verdiği yanıtla iyice belirginleşiyor.

Dünyada sonsuza kadar yaşayan insan bilmiyoruz. Ancak yılları, çağları aşan onlarca sanat eseri var. Bu dünya kimseye mülk kalmıyor.

Bizler hepimiz ölümlüler olarak bu kentte sonsuza kadar bulunamayacağız. Elbet bir gün bu kentten ayrılacağız.

Ancak sanat eserleri birileri onları kasten, bilerek yok etmeye çalışmadığı sürece varlığını sürdürecek. Bir depoda bile olsa, bir gün yeniden hak ettiği yeri bulacaktır.

Hacettepe istedi mi?

BAŞKAN Gökçek, Güleken’in "Su perisi heykelinin Hacettepe Üniversitesi’nde sergilenme talebi neden kabul edilmemiştir?" sorusuna ise, "Kabul etmediğimizi kim söyledi?" sorusuyla yanıt veriyor.

Gökçek bu sözleriyle Hacettepe Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Tunçalp Özgen’i "yalanlamış" oluyor.

Hatırlamakta fayda var.

Su perileri konusu ilk gündeme geldiği günlerde burada yazmıştım:

Tunçalp Hoca, su perilerini üniversitede sergilemek istediğini söylüyor ardından ekliyordu:

"Peşine düştüm, talep ettim. Yazılı olarak da müracaat ettim..."

Eski rektör, yazılı başvurunun yanısıra sözlü olarak da Gökçek’e konuyu açtığını söylüyordu.

Ancak Gökçek’in bu konuda olumlu bir yanıt vermediği yaşanan süreçte ortaya çıkıyor.

Böylece Gökçek’in, heykeli vermeye yanaşmadığını da bizlere Tunçalp Özgen açıklamış oluyor.

BAŞKAN Gökçek, Güleken’in "Su perisi heykelinin Hacettepe Üniversitesi’nde sergilenme talebi neden kabul edilmemiştir?" sorusuna ise, "Kabul etmediğimizi kim söyledi?" sorusuyla yanıt veriyor.

Gökçek bu sözleriyle Hacettepe Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Tunçalp Özgen’i "yalanlamış" oluyor.

Hatırlamakta fayda var.

Su perileri konusu ilk gündeme geldiği günlerde burada yazmıştım:

Tunçalp Hoca, su perilerini üniversitede sergilemek istediğini söylüyor ardından ekliyordu:

"Peşine düştüm, talep ettim. Yazılı olarak da müracaat ettim..."

Eski rektör, yazılı başvurunun yanısıra sözlü olarak da Gökçek’e konuyu açtığını söylüyordu.

Ancak Gökçek’in bu konuda olumlu bir yanıt vermediği yaşanan süreçte ortaya çıkıyor.

Böylece Gökçek’in, heykeli vermeye yanaşmadığını da bizlere Tunçalp Özgen açıklamış oluyor.
Yazının Devamını Oku

Bir kenti sıfırlamak

1 Eylül 2008
BİR süredir hemen herkesin dudaklarında bir şarkının ezgisi geziniyor. Şebnem Ferah’ın "Sil Baştan"ı...

"Sil baştan başlamak gerek bazen, hayatı sıfırlamak."

Herkesin zaman zaman yüreğine dokunur bu sözler. Hüzünleri, acıları, umutsuzlukları arkada bırakıp sıfırdan başlamak duygusu gelir oturur yüreğimize.

Dersiniz ki kendi kendinize;

"Bir kenti sıfırlamak mümkün mü?

Hayallerinizi çaldıkları bir kenti...

Bir bahar akşamı bulvardan inerken, burnumuzun ucunda hissetmişken, gözümüze çalan gökkuşaklarını.

Kötü anılar, çıkışsız yollarla kapattılar önümüzü.

Çocukluğumuzu sildiler, ilk gençliğimizi, hatıralarımızı...

Ne Çankaya’da eski sokağımızın aydınlığı kaldı, ne yürüdüğümüz kaldırımlar.

Her sabah unutmaya uyanıyoruz.

Ama biz bu şehri yokluktan yarattık, elbette sil baştan yaşayabiliriz."

EĞER YENİDEN BAŞLAYABİLSEYDİM

Hemen ardından Jorge Luis Borges’in o pişmanlık manzumesi zihnimizden akıp geçer.

Borges’in 85 yaşında ölmeden bir yıl önce yazdığı ve "Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya" mısrasıyla başlayıp, "Ölüyorum" kelimesiyle bitirdiği şiirinde herkes kendi payına düşeni bulur:

"Daha çok güneş doğuşu izler,/ Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim./Görmediğim bir çok yere giderdim./Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye./Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.

Eğer yeniden başlayabilseydim,/İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım./Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla./Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,/Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer."

Hepimizi çocukluğumuzun aradan geçen yılların islendirdiği hayaline geri götürür bu mısralar.

İlk gençlikteki tutkulu, maceracı günlere.

Sezen’in sisli sesinden yankılanır:

"Ah biz ne kahraman ne cesur ne güzel çocuklardık/Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık/Ah kaldırımlar biliyor bir devir muhteşemdik/Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik/Hem utangaç, hem hevesli/mektepli sevgililerdik/Pek kırılgın pek acemi bir söyler bir dinlerdik."

BÜYÜKLERİN DÜNYASI

Durmaz ya zihin, ardından çocukluğunuzun temiz görüntülerini kirletir iftiralar, yalanlar, riyalar.

Kamyon arkasındaki bir yazı en anlamlı cümle oluverir o anda:

"Büyüme çocuk ortam bozuk."

Büyüklerin dünyasında, kir vardır çünkü. Riyakarlıkla, yalancılıkla, sahtekarlıkla karşılaşmamıştır henüz çocuk.

Murathan Mungan, Cenk Hikayeleri kitabında Şahmeran’ın hikayesini anlatırken kayda geçirir o riyanın, sahtekarlığın nedenini:

"Yaşamını yalnızca ihtiras üzerine kuran kişiler için amaç diye bir şey yoktur. Amaç sürekli değişir. Mutlak olan ihtirastır, ne olursa olsun ihtiras... Dolayısıyla ihtiras sanıldığının tersine amaçsız bir şeydir."

Büyüklerin yaşamı acımasızlıkla doludur evet. Entrikalarla, ayak oyunlarıyla bezenmiştir.

Ama kimse unutmamalıdır ve herkesin Leonardo Da Vinci’nin bir sözüyle uzanmalıdır başı yastığa:

"İyi geçirilmiş bir günün, mutlu bir uyku getirmesi gibi; iyi yaşanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir."

Yanlış anlaşılmasın, bir edebiyat değil duygu derlemesiydi bunlar.

Ve geçmişe değil, geleceğe özlem, yerel seçimlerin arifesinde...
Yazının Devamını Oku

Yeniden Hacettepe

25 Ağustos 2008
HACETTEPE’li Sarı Veli’nin Cebeci Asri Mezarlığı’ndaki mezarını ilk olarak bundan dokuz yıl önce gördüm. Ölüm tarihi 1953 olmasına karşın, eski mezarların bir çoğunun aksine yeni bir mermerden yapılmıştı, oldukça bakımlıydı.

Kim olduğunu bilmememe karşın Sarı Veli ismi zihnime kazındı.

Halil Soyuer’in "Ankara Kabadayıları" isimli kitabında Sarı Veli’nin hikayesi ayrıntılarıyla anlatılıyor. En yakın arkadaşı tarafından vurularak öldürülen Sarı Veli’nin mezarının benim için sır olan bölümünü de Soyuer’in kitabı araladı. Soyuer, Sarı Veli ile dost hayatı yaşadığı "Katır Cemile"nin mezarın bakımını ve taşını yaptırdığını yazıyordu.

Soyuer’in satırlarında dönemin Hacettepe semti de, oradaki sosyal yaşam ve kültürel yaşamının resmini önümüze seriyor.

Başkent’in "isyankar" semti Hacettepe bir çok kabadayı yetiştirmiş, ünlü boksörler çıkartmış bir semt. Sert mizaçlı bu semtin kaderi de hastane inşaatından sonra değişiyor.

Hacettepeli Sarı Veli’nin isminin aradan 50 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra tekrar gündeme gelmesinin nedeni ne kabadayılığı, ne de arkadaşı tarafından vurularak öldürülmüş olması.

Aradan geçen uzun yılların ardından, Ankara’nın eski "mahalle takımlarından" biri olan Hacettepe’nin yeniden Türk futbolunun zirvesinde mücadele edecek olması.

Renklerini, dönemin Hacettepe Parkı’ndaki menekşelerden alan "mor-beyazlılar"ın yeniden "Merhaba" demesinde Ankara Hürriyet Spor Yazarı Atilla Türker’in büyük emeği var. Konuyu gündeme getiren de, öneride bulunan da Türker.

Türker’in çabaları sayesinde şu anda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı yapan Melih Gökçek’in, Keçiören Belediye Başkanı iken, adını Keçiörengücü yaparak tarihin yapraklarından sildiği Hacettepe yeniden 1.Lig’de mücadele edecek.

Şimdi tüm biz Ankaralılara düşen, 1.Lig’de mücadele eden diğer Başkent takımlarına olduğu gibi Hacettepespor’a da destek olmak.

Çünkü, bundan on yıllar evvel bir semt takımı olarak, mahallenin gençleri tarafından kurulan, amatör ruhunu hemen hiç bir zaman kaybetmeyen böyle bir takıma bu kentin çok ihtiyacı var.

Planlamalar kent için yapılmalı

ANKARA Hürriyet’te yayınlanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Eskişehir Yolu’na inşa etmeyi planladığı VIP camiye ilişkin haber üzerine Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin açıklamasını geçen hafta içinde okudunuz.

Mimarlar Odası’nın açıklaması, cami tartışmalarının dışında Ankara’nın en büyük gelişim hattına ilişkin uyarılar taşıyordu.

Ne diyordu mimarlar?

"Tartışılması gereken caminin mimari tarzı değil, yerinin doğru olup olmadığıydı."

Gerçekten de Gökkuşağı, "inşaatı bir durup bir başlayan" kongre merkezi, birbiri ardına açılan alışveriş merkezleri zaten çok yoğun olan bu yolda yeni bir kargaşaya neden olacak. Üstüne bir de binlerce kişiyi daha bu güzergahta yolculuk etmeye yönlendirecek bir cami yapımı ne kadar doğru?

Halen metrosu bile tamamlanamayan bu güzergahta artık yeni yoğunluk noktası oluşturulmaması gerekiyor.

Hiç bir modern kentte olmaması gerektiği gibi Ankara’da da ranta dayalı bir imar planlaması yapılmamalı.

Planlamalar, kentin doğru yönde, akılcı, geleceğe ilişkin bir perspektif sahibi bakış açısıyla ortaya konulmalı.

Her kentin gelişimi belediyelerin doğru planlamasıyla yönlendirilebilir, doğru bir yöne kanalize edilebilir.

Ama yeter ki bunun için belediyeler, gerçekçi ve kent lehine bir planlama içine girsinler.

Eskişehir Yolu şu haliyle bile çoğu zaman yoğun trafik saatlerinde içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Yapılan tüneller, özellike kente dönüş yönünde trafiği rahatlatmaktan çok uzak. Bu altgeçitler nedeniyel dah çok trafik kent merkezinde birikiyor.

Artık kent yönetimi, Eskişehir yolunun dışında da gelişim aksları oluşturmalı ve "ranta" dayalı olmayan politikalar üretmeli.

Ares’in ardından

GEÇEN perşembe akşamüstü telefon çaldığında sakin bir gündü.

Telefondaki Ümit Çetin üzücü haberi verdi.

Ümit ve Senem’in oğlu, altı yıllık yol arkadaşları Ares hayata veda etmişti. Her köpek gibi Ares de özel bir köpekti. İyi huylu, insan canlısı, dost bir hayvandı. Her dost gibi eksikliği çok hissedilecek.

Yolda Ümit’in yanına giderken yedi yıl önce bir cuma akşamüstü ailemizin 16 yıllık dostu Haydut’un son nefesini verişini hatırladım. Ümit ile birlikte hava kararmadan onu defnetmenin yollarını düşünmüştük.

Üzüntümüzü yaşayamadan hemen bir kazma ve kürek bulmuş, şehrin dışına çıkmış bir dağ başında bir mezar kazmış ve Haydut’u oraya defnetmiştik.

Ares ise son yolculuğuna Meliha Yılmaz Vakfı’na ait Gölbaşı Hayvan Barınağı’nın içindeki hayvan mezarlığında çıktı.

Her ne kadar fiziki koşulları yeterli olmasa da böyle bir mezarlığı oluşturduğu için vakfı tebrik etmek gerekiyor. Ve tüm hayvanseverlerle birlikte yerel yönetimlere de bu atılan ilk adımı geliştirmek, aşmak ve barınağın dışında, ayrı bir bölgede, daha özenli bir hayvan mezarlığı oluşturmak düşüyor.
Yazının Devamını Oku

Gökçek ve devletin resmiyeti

18 Ağustos 2008
ANKARA Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek dün öğlen saatlerinde bir televizyon programına katıldı. Gökçek bu programda, kendisinin dört ay önce ODTÜ’ye kaçak yapılarla ilgili yazı gönderdiğini ve bu yazıya eski Rektör Ural Akbulut’un yanıt vermediğini söyledi. Gökçek’in iddiasına göre, Akbulut yanıt vermeme gerekçesini "Şaka zannettim" sözleriyle açıklamıştı.

Gökçek dünkü programda bunu açıkladıktan hemen sonra şaşkınlıkla kafasını sallayarak, "Devletin resmiyetinde şaka olur mu? Bu işlerin şakası filan olmaz" dedi.

Gökçek’in bu açıklaması bizi geçen hafta sonuna götürdü.

Ankara İl Sağlık Müdürlüğü’nün valilik aracılığıyla gönderdiği "uyarı" yazısını Ankara Hürriyet Başkent’e duyurduğunda daha sonra yapacağı -ancak halen yapmadığı- açıklama öncesindeki "ön açıklamasında" şöyle demişti Gökçek:

"Hürriyet Ankara ilavesinin rutin bir yazışmayı halkı paniğe sevk edecek bir şekilde sunmasının nedeni; geçtiğimiz aylarda aynı gazetenin Kızılırmak Suyu’nun Mogan Gölü’ne can suyu olarak verilmesinin ardından, yapılan bir şakayı, espriyi ciddiye alarak Kızılırmak suyunu kötülemek düşüncesiyle ’Mogan’da Sazanlar İshal Oldu’ başlığı ile haberi sunması sonucunda zor duruma düşmelerinin intikamı olsa gerek."

SÖZ SÖYLEYENİ BAĞLAR

Gökçek’in sözünü ettiği "espri, şaka" Belediye Genel Koordinatörü Burhan Yazar’ın "yazılı" olarak yaptığı bir açıklamaydı. O açıklama sadece Ankara Hürriyet’te değil daha bir çok gazetede yayınlanmıştı. Üstelik bizler bu açıklamayı "ciddiye alabilmek" için telefonla Yazar’ı aramış, teyidini de almıştık. Yazar bu açıklamanın kendisine ait olduğunu ve ciddiyetini bize doğrulamıştı.

Bize düşen de bir belediye yöneticisinin bu açıklamasını kamuoyuna duyurmaktı. Unutulmamalıdır ki sözler, söyleyenleri bağlar.

Peki Gökçek geçen haftaki açıklamasında ne diyor?

"Yapılan espriyi ciddiye aldılar."

Espriyi yapan kim? Genel Koordinatör.

Peki Burhan Bey bunu bir soru üzerine veya özel bir sohbette fıkra arasında mı söylemişti?

Hayır. Burhan Yazar, bunu durup dururken yazılı bir açıklama yaparak tüm kente duyurmuştu.

Gökçek dünkü programında Genel Koordinatörü Burhan Bey’in görevinde tenzilata gitmiş olacak ki, "Bizim bir işçi kardeşimiz var. Böyle bir espri yapmış. Hürriyet de inanmış. Hemen manşet atmış" diyor.

Başkan Gökçek bu haberi Ankara Hürriyet’in "art niyeti" olarak yorumluyor.

Herhalde diğer gazetelerdeki aynı yöndeki haber de diğer gazetelerin "art niyeti" olsa gerek.

Gazeteleri resmi bir açıklamayı ciddiye alıp haberleştirmekle suçluyor.

Peki aynı Gökçek dün ne diyor?

"Devletin resmiyetinde şaka olur mu?"

Eh bize de sormak düşüyor:

"Sayın Gökçek, devletin resmiyetinde şaka olur mu?"

Hangi gün Kızılırmak suyu içiyoruz?

ANKARA
Valiliği’nin, belediyeye gönderdiği yazıda Kızılırmak suyunun diğer barajlardan gelen suyla karıştırılma oranlarının sürekli değiştiği bilgisi yer alıyordu.

Gökçek dünkü televizyon programında 1-31 Temmuz arasındaki su değerlerini açıkladı. Sanki her gün karışım oranı aynıymış, her gün değerler aynıymış gibi.

Halbuki valilik yazısında diyor ki:

"Kesikköprü baraj suyunun ilimiz şebeke suyuna dahil edilmesi ile müdürlüğümüzce söz konusu baraj suyu ve İvedik arıtma tesisinde Kurtboğazı, Çamlıdere ve Kesikköprü baraj sularının belirli oranda karışımı yapılan şebeke suyundan alınan numunelerin analiz sonuçları incelendiğinde, arsenik, klorür, sülfat ve nikel parametrelerinde oranların dönem dönem değişiklik gösterdiği tespit edilmiştir. Müdürlüğümüzce söz konusu analiz raporları değerlendirildiğinde, karışım oranlarında değişiklik yapıldığı anlaşıldığından Genel Müdürlüğünüzce söz konusu baraj sularının karışım oranlarının sabitlenmesi, karışım oranlarının haftalık analiz sonuçları ile birlikte Müdürlüğümüze bildirilmesi gerekmektedir."

Yani Sağlık Müdürlüğü diyor ki:

"Her gün suya karıştırdığın Kızılırmak suyu oranı değişiyor. Bu nedenle de arsenik, klorür, sülfat ve nikel oranları her seferinde değişiklik gösteriyor. Bunları sabitle."

Diğer bir deyişle, Gökçek’in açıkladığı değerlerin Kızılırmak suyunun kaçta kaç oranında şebekeye verildiğindeki değerler olduğu bir muamma. Gökçek bunu değil halkla, devletin ilgili organıyla bile paylaşmıyor.

Sabah dişimizi fırçalarken, yiyeceğimiz meyveyi yıkarken, duş alır yıkanırken, kullandığımız suyun ne kadarı Kızılırmak’tan ne kadarı diğer barajlardan geliyor bilemiyoruz.

Bir belediye, kentlileri bu kadar bilgisiz bırakmamalı.

Bunun kolay bir yolu var.

Belediye hergün internet sitesinden, o gün şebekeye ne kadar Kızılırmak suyu karıştırdığını açıklasın. Böylece tercihlerimizi de bizler yapalım.
Yazının Devamını Oku

Kalp ağrıları kenti Ankara

11 Ağustos 2008
HERKESİN başına gelmiştir. Göğsünüzün üstüne bir ağırlık konulmuş gibi hissedersiniz. Sol kolunuzdan sinir uçlarına kadar yayılan bir elektrik geçer.

Derin bir nefes almak istersiniz. Başaramazsınız.

Bir kabus, bir karabasan çöker üstünüze.

Uyandığınızda bile hissedersiniz o ağrıyı.

İşte Ankara, artık bu kalp ağrılarının şehri.

Trafiğe ilaç olacağına çözümsüzlüğü arttıran, burnunuzun direğini kıran tünelleri, alt geçitleriyle...

Hiç bitmeyen, 15 yıldır sözlerle, vaatlerle geçiştirilen metrosuyla...

Kayıp meydanları, bu meydanlardaki kayıp heykelleriyle...

Hiç bir perspektif sunmayan, planlı bir biçimde kurgulanmayan, kentsel değil rantsal gelişime dayalı bir kalp ağrısı kenti Ankara.

Ankara Hürriyet’in geride bıraktığımız 40 günlük gazetelerini tarayınca daha net bir tablo beliriyor önümüzde.

Manşetler ardı ardına sıralanıyor.

SU SIKINTISINDAN ANKARA ÇAYI’NA

Kırıkkale’ye yapılan yeni arıtma sistemi, Ankara’nın eski ilçesine Başkent’ten daha kaliteli içme suyu vaat ediyor.

Yedi milyon YTL’den fazla paranın harcandığı öne sürülen bir kavşak sistemi, plansızlık, hesapsızlık, öngörüsüzlük nedeniyle dünyanın belki de ilk "kiralık yolu"na dönüşüyor.

Ata’nın sadece Ankaralılara değil tüm Türkiye’ye emanet bıraktığı çiftliğin arazileri parça parça yok ediliyor.

Başkent’e sadece 75 kilometre uzaktaki bir ilçesi kerbela gibi su sıkıntısı çekiyor.

Kentin su kaynakları, dereleri ağır atıklarla kirletiliyor. Başkent’in adını taşıyan Ankara Çayı, kokusu ve pisliğiyle kimseyi yanına yaklaştırmıyor.

ANAVATAN Genel Merkezi’ni "Özal’ın anısına saygı göstermek için" yıktırmayan kent yöneticileri, aynı özeni heykellere, sanata, tarihi dokuya göstermiyor.

HALKI PANİĞE SEVK ETMEK

Bütün bu sorunlar içerisinde birden bir damacana suyu tartışması başlıyor. Suların sağlıksızlığı üzerine iddialar atılıyor ortaya. Üstelik hiç bir bilimsel veri, belge olmadan. Nihayet sonunda bu iddiaları en yetkili kurum, Sağlık Bakanlığı yalanlıyor.

Ankara Hürriyet’in valiliğin bir yazısını, "tarafsız, yargı içermeyen, kamuoyuna bilgilendirici" biçimde üstelik suyun kalitesiyle ilgili tek bir kelime bile yazmadan duyurmasını, "halkı paniğe sevk edecek" sözleriyle niteliyor kent yönetimi.

Ama aynı yönetim nedense damacana sularıyla ilgili kendi açıklamalarının halkı nasıl da yok yere "paniğe sevk ettiğini" görmezden geliyorlar.

Nalıncı keseri gibi her durumu, her tartışmayı kendinize yontacaksınız, "Benim ODTÜ’lü öğretim görevlileri ile hiçbir sorunum yok" deyip, hemen ardından da ODTÜ’lü bilirkişileri eleştireceksiniz. Kim bu bilirkişiler? ODTÜ’lü öğretim görevlileri.

Hemen her gün yaşıyoruz bu sorunları. Ve her biri bir külçe gibi çöküyor göğsümüzün üstüne.

ART ARDA İKİ SİLUET

Tüm Ankaralılar, CEPA Alışveriş Merkezi’nin yemek katına çıkıp, terastan bu şehrin güneyine doğru bakmalı.

Önde yemyeşil bir örtüyle ODTÜ arazisini, hemen arkasında ise üst üste binmiş apartmanları, yüksek katlı binaları, beton barikatlarıyla Dikmen sırtlarını görecekler.

Yeşil alan ODTÜ yönetiminin, diğeri kent yönetiminin eseri.

İki siluet gayet açıklayıcı aslında.

Bu tablo bile yeşil kuşaktan yol geçirmek isteyenlerin sözlerini ağır ağır çöktürüyor göğsünüzün üstüne.

Tıpkı artık Ankara’nın yaptığı gibi.
Yazının Devamını Oku