Ateş Yalazan

Bir manşetin gerçek hikayesi

20 Şubat 2009
İSTİHABARAT şefimiz Eray Görgülü, pazartesi günü Büyükşehir Belediyesi’ndeki mezarlık yolsuzluğuna ilişkin iki belgeyle geldi. Belgelere göre, "Mezarlıklar Müdürü İsmail Çalık hakkında belediyeyi 403 bin TL zarara uğrattığı gerekçesiyle soruşturma açılmış, Çalık da iki ay sonra emekliye ayrılmıştı." Eray’dan belgelerle ilgili belediyenin de görüşünü almasını istedik.

Sağlık İşleri Daire Başkanı Fatih Hatipoğlu’nu aradı ancak ulaşamadı. Sekreterine arama gerekçesini de belirterek not bıraktı.

Sonra ne mi oldu?

Büyükşehir Belediyesi Basın Merkezi konuyla ilgili olarak "alelacele" bir bülten gönderdi.

Bültende "Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in, 2007 yılında kendisine gelen bir şikayeti değerlendirmesi için müfettişlere intikal ettirdiği, Müfettişlerin tuttuğu rapor sonucunda daha sonra emekli olan Eski Mezarlıklar Müdürü İsmail Çalık hakkında Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunularak, ağır ceza mahkemesinde dava açıldığı belirtildi" deniliyordu.

Biz haberde bu açıklamaya da yer verdik, ancak yukarıda anlatılan süreci de doğal olarak habere yansıttık.

Bu konu diğer gazetelerde de belediyenin açıklamasına dayanarak haberleştirildi.

Gökçek, çarşamba sabahı bir televizyon kanalında programa katıldı. Başkan, bu programda Çalık ile ilgili açtığı soruşturmayı ve gelişmeleri aktardıktan sonra sözü bizim gazetemize getirdi.

Ekranda önce bizim gazetemizi gösterdi ve "Mezardan bile yolsuzluk çıktı" manşetini okudu.

Gökçek’i televizyonda konuk eden Yılmaz Tunca girdi söze:

"Haberi ve olayın içeriğini ifade ediyor o başlık. Hakikaten mezarlıktan yolsuzluk çıkmış."

Gökçek itiraz etti. "Altını okuyun" dedi ve yüksek sesle okudu:

"Yaklaşık bir yıldır soruşturmayı kamuoyuyla paylaşmayan Büyükşehir Belediyesi Basın Merkezi, konunun Ankara Hürriyet tarafından sorulması üzerine anında bir açıklama yaptı. Açıklamada, soruşturma ve ardından gelişen yargılama süreciyle ilgili ayrıntılı bilgi verildi."

Gökçek bize seslenerek şöyle devam etti sözlerine:

"Bunu mahkemeden öğrendin. Bize de soruyorsun. Bize sorduğun işle ilgili bizim ayrıntılı bilgiyi vermemizden daha normal bir hadise olur mu?"

Olur.

Bu soruşturma dosyasını ilk bizim edindiğimizi, belediyenin de bizim sormamız üzerine tüm kurumlara açıklama gönderdiğini bilmeyince, olay çok farklı yorumlanır.

Nitekim bu detayı bilmeyen diğer gazeteler, haberi sadece o boyutuyla gördüler.

Soruşturma 2007 yılında açılıyor, belediye bu konuda herhangi bir açıklama yapmıyor. Pazartesi günü biz soruyoruz, hemen ardından "tüm gazete ve televizyonlara" konuyla ilgili açıklama gönderiliyor. Biz de bunu gazetemizde aynen bu açıklıkla yazıyoruz.

Bundan doğal ne olabilir?

Ama Gökçek televizyona çıkıp, "Bu gazetecilik değil. Bu etik değil, ahlaki değil" demekten çekinmiyor.

Herkese işini öğretmeyi çok seven, ancak kendisine yönelik bir toplu iğnenin ucu kadar eleştiri yöneltildiğinde sinirlerine hakim olamayan Gökçek bize "ahlaksız" diyor.

Sonra çarşamba günkü gazeteyi kaldırıyor ve "İhale patladı" haberini eleştiriyor ve bizi taraflılıkla suçluyor.

Sanıyorum ki Gökçek’i basın konusunda doğru bilgilendirmiyorlar.

Çünkü o gün Ankara Hürriyet’in manşetinde yer alan o haber, içinde de belirtildiği üzere, Referans Gazetesi’nin bir gün önceki manşeti. Ama Gökçek, sanıyorum o gün gazete okumadığı için konuyu sadece bize kızmak için kullanıyor.

Siyasilerin gazetecilere kızması yeni bir şey değil. Bunu sıkça yaşıyoruz. Miting meydanlarında hedef gösterilmeye de alışkınız.

Ama gazete okumayıp kızan belediye başkanını yeni görüyoruz.

Gökçek’in tasarruf anlayışı

"ONLARIN
projesi suyu 500-600 metre yukarıya pompayla basarak dağın üstünden geçirmekti. Bunda sadece enerji maliyeti yıllık 30 milyon dolardı. Bizim yapacağımız proje ile tünel açarak suyu bu şekilde getirmek. Böylece yıllık 30 milyon dolar tasarruf yapmış olacağız."

Yukarıdaki sözler, 8-14 Ağustos 2007 tarihli 141 sayılı Belediyenin Ankara Bülteni’nde yayınlandı.

Bültendeki haberde Gökçek, Japonların Gerede projesini reddetme gerekçesini açıklıyor.

Ama aşağıdaki Kızılırmak suyunu kesme gerekçesiyle ilgili sözler de Gökçek’e ait. Önceki gece Ali Kırca’ya anlatıyor:

"Büyük bir enerji gidiyor. 485 metreye çıkarıyoruz. Enerjiden tasarruf edeceğiz."

MHP Ankara Milletvekili Cihan Paçacı 30 Ekim 2007’de TBMM Genel Kurulu’nda konuşuyor:

"Melih Gökçek, Gerede suyunun ihale aşamasından geri dönmesine gerekçe olarak pompaları gösteriyordu. Gökçek, yılda 30 milyon dolar elektrik maliyeti olacağını söylüyordu. Oysa pompa istasyonunun elektrik ihtiyacı sisteme yerleştirilecek bir hidroelektrik santralinden sağlanacaktı. Pompalarla terfi ettirilen su düşüşe bırakıldığında kendi elektriğini üretecekti. Alternatif Kesikköprü Projesi’nin, yani Kızılırmak suyunu içeren projenin elektrik maliyeti Gerede sisteminin en az iki katıdır. Yani, Melih Gökçek pompadan kaçarken pompaya yakalanmış."

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş, 5 Şubat’ta İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi veriyor. Önergeden:

"Kızılırmak suyunun sadece Kesikköprü barajından Ankara’ya ulaşması için aylık ortalama 8 milyon TL elektrik gideri ödendiği iddia edilmektedir."

Melih Gökçek, geride bıraktığımız hafta içinde Ankara’ya artık Kızılırmak suyunu vermeyeceklerini "müjdeledi."

Bu "müjde"nin gerekçelerinden birini de elektrik tasarrufuna dayandırıyor.

Ateş’in iddiası doğruysa Kızılırmak suyunun enerji maliyeti yıllık 96 milyon TL. Gökçek’in "tasarruf ettik" dediği Gerede’nin ise 30 milyon dolar, yani yaklaşık 50 milyon TL.

Eğer Ateş’in iddiası doğruysa Gökçek’in tasarruf anlayışını gözden geçirmesini salık veriyorum.

Ama tabi bu soruları yanıtladıktan sonra.

Şakacı belediyeye "ciddiyet" daveti

MELİH
Gökçek’in "asfalt görevlisi" eski Genel Koordinatörü, sağ yumruğuyla meşhur olan Burhan Yazar, Kızılırmak suyu ilk olarak Mogan’a verilince gazete bürolarına "yazılı" bir açıklama geçerek "Sazanlar ishal oldu" demişti.

Bu açıklamasını telefonda kendisine sormuş, o da açıklamayı doğrulamıştı.

Diğer bir çok gazete gibi biz de bu açıklamayı o dönemde gazeteye taşımıştık. Aslında orada haber balıkların ishal olması değil, bir Genel Koordinatörün "sazanlar ishal oldu" açıklamasını yapmasıydı.

Ama ardından Gökçek, "asfalt görevlisi eski Genel Koordinatörü, sağ yumruğuyla meşhur Burhan Yazar"ın "şaka yaptığını", bizleri "sazan durumuna düşürmek için" bu açıklamayı yaptığını söyledi. Gökçek bunu söylerken hep kendisini işin dışında tutmuş, "Arkadaşlar yapmış işte" diyerek tebessüm etmişti.

Balçiçek Pamir’e şaka organizasyonunun başında kendisinin olduğunu itiraf etti.

"Haber uçurduk sazanlar ishal oldu diye" dedi.

Uçurduğu haber, Büyükşehir’den yapılan resmi yazılı açıklama.

Ciddiye alıp haber yaptılar dediği de, Belediye’yi ciddiye alan tüm Türk basını.

Evet, biraz ciddiyet lütfen.
Yazının Devamını Oku

Hafızayı beşer nisyanla malul

13 Şubat 2009
MELİH Gökçek, Ankara adaylığını partisinin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’dan koparmak için çok uğraştı. AKP’nin adaylığını geç açıkladığı Gökçek, bu süre içinde sürekli olarak "Sayın Başbakanımızın takdiridir" diyerek geleceğini Erdoğan’a endeksledi. Hafızayı beşer nisyan ile maluldur.

Türk insanı da unutkanlığıyla meşhurdur.

Ayrıca 45 gün sonra oy kullanacak olan bazı gençler, bu ikilinin yolculuğu başladığında en fazla üç yaşındaydılar.

Bugün siyasi olarak Başbakan’a muhtaç olan Gökçek ile Erdoğan’ın siyasi yolculuklarını hatırlamakta fayda var.

Bundan 15 yıl önce Türkiye’de Refah Partisi rüzgarı esmişti. RP’nin belediye başkan adayları bir çok şehirle birlikte Ankara ve İstanbul Belediyelerini kazandı. İstanbul’da bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan, Ankara’da ise hala aynı görevi sürdüren Melih Gökçek oturdu başkanlık koltuğuna.

O yıllarda bu iki ismin başkanlığı, adaylık dönemindeki açıklamaları ve Genel Başkanları Necmettin Erbakan’ın demeçleri nedeniyle toplumun bazı kesimlerinde endişeler oluşmuştu.

Nitekim her iki isim de endişelenenlerin "yüzünü kara çıkarmadılar."

Bu iki ismin seçilmesiyle birlikte her iki şehirde de alkol yasakları başladı.

Erdoğan, bale sanatı için "Belden aşağı" dedi.

Gökçek ise, bazı heykelleri müstehcen bulup "Tükürürüm böyle sanatın içine" demekten çekinmedi.

Özellikle Gökçek, Başkent’in kimliğine müdahale eden icraatlara imza attı.

Amblemi değiştirdi, sokak isimleriyle oynadı, kendi ve vekilinin isimlerini caddelere, sokaklara, bulvarlara verdirdi, belediye çalışanlarını kavşaklarda araç saymaya zorladı, metro inşaatını durdurup gecikmeye neden oldu, toplumun tüm kesimleriyle kavga etti.

Bu liste uzayıp gider.

Bu iki "denk" isim Fazilet Partisi’nde de yol arkadaşlığı yaptı. Ancak milenyumda FP’nin kapatılmasıyla birlikte ikili arasında da iktidar mücadelesi başladı.

Erdoğan "yenilikçiler" nitelemesiyle AKP’yi kurmak için yola çıktı.

Gökçek ise rotasını başka yöne çevirdi.

Büyük törenlerle Demokrat Parti’ye katıldı. Televizyonlarda, gazetelerde boy gösterdi, açıklamalar yaptı.

Ne mi dedi?

11 Haziran 2002’de Akşam Gazetesi’nden İsmail Küçükkaya’ya verdiği ropörtaj:

"Erdoğan’a ciddi bir yönelim olduğu doğru. Çünkü alternatifi yok. Erdoğan’ın karşısına güçlü bir aday çıksa, oyları siler süpürür. İşte o isim ben olacağım."

Gökçek’in bu açıklamaları o gazetede "Tayyip’i silerim" başlığıyla yayınlandı.

Başka?

15 Aralık 2001’de Kanal D:

"Halk AKP’den geriye doğru kaçmaya başlamıştır. Yarın merkez sağda bir hareket ortaya çıktıktan sonra kesinlikle barajda boğuşacak bir siyasal hareket haline gelecektir."

Hiç hata yapmadığını düşünen belediye başkanımızın pusulası bazı siyasi öngörülerinde oldukça şaştı. AKP iktidar koltuğuna oturunca Gökçek de iyi bir manevrayla AKP’nin kapısını çaldı.

Aslında geçmişi tırmalamak, Gökçek yönetiminin Nazım Hikmet’in adını "önemli bir caddeye" verme hazırlıkları nedeniyle geldi aklıma.

Gökçek yıllar önce, AKM alanındaki Nazım heykeli için "Partim iktidara geldiğinde Nazım Hikmet’in heykelini kesin kaldıracağım. Türk vatandaşlığından atılmış bir kişinin heykelinin dikilmesine karşıyım" demişti.

Bugün Gökçek’in başkanvekilliğini yapan Seyfi Saltoğlu da, "Sokaklara Nazım Hikmet gibi isimler verilmemeli. Burası Başkent. Başkent’in şanına yakışır isimler koyalım" demekten çekinmemişti.

Bugün Gökçek ve Saltoğlu, en büyük Nazım Hikmet savunucusu oldular.

İşte siyaset böyle bir şey.

Ağızdan çıkan söz geri dönmüyor.

O yüzden çok dikkat etmek gerekiyor.



Yazının Devamını Oku

Öykülü hatırlı şiiri kentimin

6 Şubat 2009
İMRENİYOR insan. Şair kalemiyle yazdığı hikayelerini geç öğrendiğim, dostum Ayşegül Çelik Şahin anlattı ve çektiği fotoğrafları gönderdi. Datça’da belediye, sokakları onurlandırmış.

Mesela birisine Louis Aragon demiş.

Yanına resmini ekleyip, bir kaç cümleyle özetlemiş yaşamını şairin.

Bir diğeri Shakespeare Sokağı.

Kimbilir daha kaç şairin dizeleriyle ismi dolaşıyor Arnavut kaldırımlarında Datça’nın.

Oysa biz, çağdaş Türkiye’nin kravatlı ruhları, o kadar alışmışız ki sokakların kafa kağıtlarının değişmesine.

İnternete düştü mü "Akdeniz Caddesi’nin ismi değişti" haberi...

Şaşırmıyoruz.

Belediye yalanlasa da, hemen koşup, kafamızı yukarı dikip bakıyoruz sokağın başındaki tabelaya; "Duruyor mu?" diye.

En kötüsü alışmak derler ya insan için.

Aşinayız sokaklara saldırıya.

Niye şaşıralım ki?

Değil miydi, 30 yıllık kıdemli belediye meclis üyesi, yargıyla raks ederek adını verdirdikten sonra bir caddeye buyurmuştu:

"Zaten eski sokak isimleri abuk sabuktu. Yok, Kediseven Sokak, yok Buluşmalar Sokak, yok Öykü Sokak. Değişmişse ne olmuş? Arkadaşlar benim adımı da bulvara vermeye layık görmüşler."

Niye şaşıralım ki?

Sakız Hanım Sokak’ı Zemzem Sokak; Günışığı Sokak’ı Medrese Sokak; Gündönümü Sokak’ı Müderris Sokak; Camadan Sokak’ı Kümbet Sokak yapan kim?

Ya Sevdalı Patika’yı kapatan?

"Taşplak, Çeşmeli, Öykülü, Kediseven, Buluşmalar, Sırvermez, Hatırlı, Meraklı, Buselik, Hoşsohbet, Akşam simidi, fincan sokak" katledilmedi mi bu şehirde?

Sonra bir de hiç kızarmadan çıkıp da, "Sokak isimlerinin, hangi nedenle olursa olsun değiştirilmesine karşı olduğumu, belediye meclisinde defalarca ifade etmişimdir" demediler mi?

İşte Datça Belediyesi, kucağında yatırdığı Can Baba’ya yakışanı yapmış.

***

Dili Ankara’ya değmemiş şair yoktur neredeyse.

Cemal Süreya başında geliyor.

"Aşk yok gayri memlekette/Cemal Süreya beri gideli" diyen Can Yücel, Ayrancı’da oturmuş şairin parkına, almış karşısına Cemal Süreya’yı, konuşuyor:

"Hiç bu kadar mülk sahibi olmamıştın / Darpháne müdürü olduğunda bile... / Epiy bir yüzölçümün var / Bir basket sáhan / Çocuk bahçen / Havuzun / İki kutu gibi helán / Sunay’ın dediğince Gülcemaller’in solmuşsa da / Tektük çimen yeşilin var sağa sola serpili... / Çocuklar bu ara okulda / Ama firarîler de var aralarında / Erkek-dişi kışkırtıyorlar. / Arabalar etrafında vızır vızırmış / Olsun! / Sen geceleri çıkarsın záten ortalığa / Bankların üstünde eski gözağrılarınla / Al takke ver küláh / Parkın sana mübarek olsun!.."

Bahsettiği Can Yücel’in, Ayrancı Pazarı’nın yakınındaki Cemal Süreya Parkı.

Biliyorum her gidenin ardından denir ama, "Ah keşke yaşasaydın Can Baba..."

Ne yazardın ama "Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi"nin oğlunun gözünden bugünkü kıvranan Ankara’yı.

Hani demiştin ya, "Názım için ’Gurbette yazdığı şiirler / Kartpostal şiiri’ diyen Ece’nin kendisi / Kart bir postal..." diye.

İşte öyle artık Ankara.

Tıpkı 22 yıllık kısa olacağını sezdiği tüberkülozlu yaşamına enfes tadlı şiirler sığdıran Rüştü Onur’un Hülasa şiirindeki gibi çıplak bugün Ankara:

"Ben ölsem be anacığım / Nem var ki sana kalacak / Ceketimi kasap alacak, / Pardösömü bakkal / Borcuma mahsuben... / Ya aşklarım / Ya şiirlerim ne olacak / Ya sen ele güne karşı / Nasıl bakacaksın insan yüzüne / Hülasa anacığım / Ne ambarda darım / Ne evde karım var. / Çıplak doğurdun beni / Çıplak gideceğim."

Rüştü Onur’u kimse hatırlamıyor bugün, bilmiyor.

Ölümünden sonra şiirlerini yayınlayan Salah Birsel’in dizeleri şairleri unutmamayı hatırlatıyor oysa:

"İnanın sözüme şairler / Üçer beşer söneceğiz / Yirmi ikiye varmadan / Rüştü gibi öleceğiz."

Öyleyse kitapevlerinde üç beş rafa sıkışan şiir kitaplarının şairleri -eğer kaldılarsa- seslensin bugün:

"Verin adını şairin bir Ankara sokağına, belki bir sakini merak eder, araştırır, anımsar..."

Yazının Devamını Oku

MS’le mücadeleye parasızlık engeli

26 Ocak 2009
Rüya YELSALI

MS hastalarını bir araya getiren ve onlara fizyoterapi dahil çok sayıda hizmet sunan Türkiye Multipl Skleroz Derneği Ankara Şubesi, son zamanlarda zor günler yaşıyor. MS’lileri bir araya getirmeye çalışan derneğin şuan en büyük sıkıntısı fizyoterapi alanı.

Ayda bir MS’liler için bilgilendirme toplantıları düzenleyen dernek, 15 günde bir de psikoterapi gerçekleştiriyor. Bu toplantılarda cinsel işlev bozukluğundan diğer sağlık problemlerine, hastalığın toplum düzeyinde algılanışından öfke kontrolüne kadar geniş bir konu yelpazesi bulunuyor. Hastalar arasında dar gelirli olanların daha ağırlıkta olduğunu söyleyen Nazire Özdem, dar gelirlilerin toplantılara "gelemediğini", geliri iyi olanların ise "gelmediklerini" ifade etti. "Koltukları dolu görmek istiyoruz" diyen Özdem, hastaların diğer gelmeme nedenlerini şöyle açıkladı:

"MS’in çeşitli aşamaları var. Kimi zaman bu hastalık, kendini fiziksel bozukluklar ve engeller olarak gösterebiliyor. Dar gelirli hastalarımız zaten gelemezken, fiziksel engelleri de onlar için büyük problem oluyor. Bir de hasta, daha ileri MS’leri görüp onlara benzeme korkusu yaşıyor. Fakat herkesin MS’i farklıdır. Kimse benzemesinden korkmasın. Aksine burada hem sorunları paylaşıyorlar, hem de birbirlerine destek oluyorlar." dedi.

Bugün kermesleri var

Yer sıkıntısı, derneğin şu an birinci problemi olarak yer alıyor. Hali hazırda bağış bir binada tutunmaya çalışan derneğin, fizyoterapilerini daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilmek için daha geniş bir alana ihtiyacı var.

Aynı zamanda bağışların çok önemli olduğu derneğin ikinci problemi ise ekonomik sıkıntılar. MS’lilere destek olmaya çalışan dernek, hem hastalara yardımcı olmak, hem de keyifli bir gün geçirmek için bugün bir kermes düzenliyor. Starton Hotel’deki kermes, 10.00 ile 17.00 arasında MS’lilere destek olmak isteyen Ankaralılar için açık olacak.

Geçmişin hesabını kim verecek?

BAŞKENT, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in su faturalarının 30 günde bir düzenleneceği açıklamasıyla 18 yıllık bir hatadan geç de olsa dönmek üzere.

Gökçek, CHP adayı Murat Karayalçın’ın 30 günde bir fatura vaadini seçime yönelik bir "siyasi taktik" olduğunu söylüyor ve eleştiriyordu.

Ama ardından da şöyle diyordu:

"Biz seçimi de beklemeyeceğiz ve 10 Şubat’tan itibaren su tüketimini 30 günden sonra faturalandıracağız."

Okumayanlar için Gökçek’in bir başka gazeteye verdiği demeçte, satır arasına sıkışan bir ifadesine dikkat çekmek istiyorum.

Gökçek, bu demecinde 45 günde bir fatura kesilmesini "haksız uygulama" olarak niteliyor ancak bunun 1991 yılında, Karayalçın döneminde başladığını söylüyordu.

Gökçek’in, uygulamanın "haksız" olduğunu kabul etmesi çok sevindirici.

Ama kendi döneminde başlamamış olması bu uygulamanın sorumluluğunu Gökçek’in omuzlarından indirmiyor.

Gökçek 15 yıldır bu kentin yönetiminde. Diğer bir deyişle, bu "haksız uygulamayı" düzeltmek için koskaca 15 yılı vardı.

Ama o seçimlerden iki ay öncesini bekledi.

Siyasi bir taktik mi, yoksa hatayı kabullenmek mi bilmiyorum.

Ama bu durumda tüm Ankaralılara "Neden 15 yıl beklediniz de, seçimlere iki ay kala böyle bir kararı aldınız?" sorusunu yöneltmek düşüyor.

HHH

ASKİ de geçen haftalarda bu konuda yaptığı açıklamalarda sürekli basını ve tüketici derneklerini suçladı. Tasarruf nedeniyle 45 günde bir fatura kesildiğini, ayrıca fatura okumak için 30 günün yetmediğini söylüyordu. Şimdi ASKİ tasarruftan mı vazgeçti. Ya da zamanında fatura kesebilmek için yeni personel mi alıyor?

Yoksa bunlar zaten "sudan" bahaneler miydi?

Madem faturalar düzeliyor, bu belediye yönetiminin geçtiğimiz 15 yılın hesabını da vermesi gerekiyor. Eğer geçmişte bizlerden alınan fazla su parası doğru idiyse, bundan sonra alınmayacak olması bir kamu zararı doğurmuyor mu?

Yok eğer bugün yapılan doğruysa, o halde bizlerin ödediği fazla su paraları ne olacak?

Sanırım herkes geçmişte ne kadar fazla su parası ödediğini 30 günde bir kesilen su faturaları evlerine ulaşınca anlayacak. Toplam zararı anlamak için de Gökçek’in belediyenin BOTAŞ’a olan borcunda yapmayı sevdiği şu bakkal hesabını yapmak yeterli olacak:

18 yıl çarpı 12 ay, eder 216 ay.

Her ay ödediğiniz fazla parayı da 216’yla çarpın...

İşte cebinizden boş yere çıkan para.

Meme kanseri tanısında önemli adım

MEME kanseri tanısında önemli katkı sağlayan "Dilon-sintimamografi" cihazı, Türkiye’de ilk kez Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde hizmete girdi.

Gazi Üniversitesi (GÜ) Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Ünlü, "Sintimamografi cihazı Türkiye’de bir ilk. Henüz başka bir merkezde bulunmuyor. Avrupa’da bu cihazı kullanan üçüncü merkez olduk" dedi.

Cihazın, "özellikle meme kanserinde, diğer inceleme yöntemlerinde şüpheli bulguları olan hastalarda tanıya yardımcı olduğunu ifade eden Ünlü, "Uygulama, Sosyal Güvenlik Kurumu’nca belirlenen Sağlık Uygulama Tebliği’nde (SUT) yer alıyor. Bu nedenle hastalar, herhangi bir ücret ödemek zorunda değiller" diye konuştu.

Ünlü, cihazın özellikle meme kanseri gibi önemli bir sağlık sorununa özgü geliştirildiğinin altını çizerek, şunları kaydetti: "Mamografide gördüğümüz anatomik detayların hücresel aktivite yönünden değerlendirilmesi sağlanıyor. Yani, metabolik olarak aktif olan kanser dokularının ayırt edilmesini sağlıyor. Mamografide kimi zaman lezyonların kötü huylu olup olmadığı konusunda şüpheye düşebiliyoruz. Ama bu cihaz, yüksek bir çözünürlüğe sahip olduğu için sağladığı ek bilgilerle bize daha doğru tanı koyma olanağı veriyor. Mamografiye çok benziyor. Aynı o yöntemde olduğu gibi dedektörler arasına meme dokusu sıkıştırılarak çekim yapılıyor" dedi.

Krizden işçi çıkartarak değil tasarrufla çıkacak

ÖZEL Lokman Hekim Hastaneleri Genel Müdürü Nazım Bilgen, tüm dünyayı sarsan küresel ekonomik krizde işten çıkartma yöntemine başvurmayacaklarını ifade ederek, "Bunun yerine çalışan arkadaşlarımızı çalışma ortamlarında tasarrufa yöneltiyoruz. Personelimizi sıkıntıya sokmadan alınabilecek her türlü önlemi almaya çalışıyoruz" dedi.

Bilgen, yapılan çalışma ile kurum içerisindeki aksaklıkların daha net bir şekilde tespit edilerek, sorunların çözümü için İnsan Kaynakları biriminin daha etkin adımlar atacağını söyledi. Bilgen ayrıca "Kurumumuzun, personelimizle ilgili politikaları arasında açık aramak, hata bulmak, cezalandırmak yoktur. Aksine gelişmeye açık yönlerimizi, beklentilerimizi, alt ve üst birimler arasında paylaşarak ve bunu kurum içi eğitimlerle destekleyerek daha verimli ve başarılı çalışmalar yapabilmeyi, sorunları bu şekilde aşmayı hedefleriz" dedi.

Tüketici için yeni laboratuvar

REFİK Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’nin (RSHM) Tüketici Güvenliği ve Sağlık Etkileri Araştırma laboratuvarları ile Kuş Gribi ve Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) gibi hastalıkların analizinin yapılabileceği P3 laboratuvarı açıldı.

RSHM Başkanı Doç. Dr. Mustafa Ertek, laboratuvarların açılış töreninde yaptığı konuşmada, söz konusu laboratuvarları kurmadan önce AB ülkelerindeki benzer kuruluşların yapılarını titizlikle incelediklerine belirtti.

Tüketici Güvenliği ve Sağlık Etkileri Araştırma laboratuvarlarının tüketici sağlığına olan etkileri nedeniyle çeşitli ürünleri inceleyen çalışmalar yapacağını anlatan Ertek, bunların başında su, gıda, pestisitler, biyosidal ürünler, insektisitler, dezenfektan ürünler, su ve gıda ambalaj materyali, tıbbi amaçlı mamalar, enteral beslenme ürünleri ve oyuncakların geldiğini söyledi.

Ertek, yeni laboratuvarlardaki ekipmanla Türkiye’de bugüne kadar yapılamayan analizlerin yapılabileceğini bildirdi.

Tüketici güvenliği ve sağlık etkileri araştırma laboratuvarlarında içme, kullanma ve kaplıca suları, atık suları, enteral beslenme ürünleri, mamalar analiz edilebilecek. Burada aynı zamanda gıda zehirlenmeleri ve halkın rasyonel bir şekilde beslenmesi konularında çalışmalar yapılacak. İnsan sağlığıyla ilgili dezenfektan maddelerin biyo etkinlik testleri yapılabilecek, havuç kimyasalları gibi bazı aktif kimyasalların etkinlik ve zararları araştırılabilecek.

En yüksek güvenlik düzeyine sahip laboratuvar anlamına gelen P3 laboratuvarında ise mikrobiyoloji alanında bulaştırıcılığı yüksek ve ciddi hastalık etkeni olan mikro organizmalarla ilgili gerek tanıya gerekse araştırmaya yönelik incelemeler yapılacak.
Yazının Devamını Oku

ASKİ ile aynı dili konuşmuyor muyuz?

19 Ocak 2009
ASKİ’nin, faturalandırmayı tüm kamu hizmetlerindeki gibi 30 günde bir yapmamasının vatandaşlar açısından yarattığı zararı geçen hafta anlattım. ASKİ, faturaları 45 günde bir keserek hepimizin mağduriyetine neden oluyor.

Belediye yönetimi faturalarla ilgili açıklamalar yaptı.

Ama anladığım kadarıyla ASKİ’nin elinde sabit/standart bir açıklama metni var. Siz ne derseniz, ne yazarsanız yazın ASKİ hemen o açıklamayı gönderiyor ve diyor ki:

"Kurumumuz, suyun tasarruflu şekilde kullanılmasının sağlanması amacıyla uzun yıllardır fiyatlandırmada kademe uygulaması yapmakta olup, su faturaları da yine uzun yıllardır 45’er günlük dönemlerde düzenlenmektedir."

Yani uzun yıllardır su için fazla para ödediğimizin itirafı.

Sanırım ASKİ’ye anlatamıyoruz.

Mesele sadece 45 günün üzerinde kesilen faturalar değil. Meselenin temelinde ayda bir kesilmeyen faturalar var.

Ancak ASKİ bunu anlamazdan gelerek standart bir açıklama metni göndermekle yetiniyor.

Ama bu durum, faturalardaki gerçeği değiştirmiyor.

Haber yok edilemez

EN
kolay şeydir.

Gazeteciye saldır, kamerasını ya da fotoğraf makinesini kır, hırpala.

Böylece korkutmaya çalış.

Çalış ki, diğer gazeteciler de haber yapmaya yeltenmesinler.

Gözleri korksun, senden uzak dursunlar, yazmasınlar-çizmesinler.

Siyasetçiler sıkıntılı zamanlarında hep gazetecileri suçlarlar. Önce sert açıklamalar yapılır. Sonra açıklamaların hedefine yerleştirilir gazeteciler.

Sonunda da tabi ki birileri saldırır.

Daha bir kaç ay önce Selçuk Şenyüz’ün Sheraton Oteli’nde kolunun kırılmasını anlatırken Durak Doğan’dan söz etmiştim:

"Tıpkı türban eyleminde ağzı gözü dağılan, nefes alacak takati kalmamasına rağmen, yerlerde sürünürken kamerasını korumak için havaya kaldırmaya çalışan Durak Doğan gibi."

Durak şimdi de belediye görevlilerinin saldırısına uğradı muhabir arkadaşımız Gamze Dondurmacı ile birlikte.

Ne oldu?

Onlar yine haberin peşinde, "asfalt görevlisi" olduğu açıklanan zat ise müstafi.

Bu kural hiç değişmeyecek. Yarın bir gün, başka saldırılar olacak.

Ama haber, habercilik hiç yok edilemeyecek.
Yazının Devamını Oku

Fatura 45 günde bir kesilince bakın ne oluyor?

12 Ocak 2009
TÜKETİCİ Dernekleri Federasyonu Başkanı Ali Çetin geçen hafta içinde ASKİ’nin su faturalandırmasıyla ilgili bir açıklama yaptı. Çetin’in açıklamasının özü, "su faturalarının aylık kesilmemesi nedeniyle daha fazla su tüketildiği için vatandaşların kademe hesabıyla daha yüklü bir fatura ödediği"ydi.

Bu haberin Ankara Hürriyet’te yer almasının ardından ASKİ yazılı bir açıklama yaptı.

ASKİ açıklamasında, su faturalarının 45 günlük periyotlarla okunarak değerlendirildiği belirtiliyordu.

Açıklamada 45 günü aşan faturalandırmalarda 45 günün üstü kullanımın ilk kademeden faturalandırıldığı iddiası da bulunuyor.

Bu noktaya kimsenin itirazı yok.

Ancak ASKİ’nin atladığı ve bizlerin de atlamasını istediği çok önemli bir nokta var.

Türkiye’de bir çok hizmetin fatura dönemi bir aydır. Bu telefonda da böyledir, elektrikte de, kredi kartlarında da.

Oysa ASKİ, konut aboneliklerinde faturalandırmayı 45 gün üzerinden yapıyor.

Ve de ASKİ böyle yapınca bakın ne oluyor.

FATURA DEDİĞİN AYDA BİR KESİLİR

Diyelim ki üç günde bir metreküp su kullanan bir abonesiniz.

ASKİ’nin internet sitesinde tarife ücretleri bulunmadığı için suyun metreküp fiyatını hayali bir biçimde yuvarlak bir rakam üzerinden alalım.

Yani diyelim ki suyun normal tarifedeki metreküp fiyatı 10 lira, zamlı tarifedeki fiyatı 15 da lira olsun.

Eğer ASKİ sizin faturanızı diğer bütün hizmetlerde olduğu gibi 30 günde bir keserse siz faturanızı 10 metreküp üzerinden ödeyeceksiniz.

Yani yüz lira.

Çünkü bir ayda tükettiğiniz su miktarı bu kadar.

Ama eğer 45 günde bir keserse, faturanızı 15 metreküp üzerinden ödeyeceksiniz.

Yani 175 lira.

Tamam ilk 10 metreküpünü normal tarifeden, geri kalan beş metreküpünü de daha yüksek tarifeden ödeyeceksiniz.

Ancak...

Eğer faturanız 30 günde bir kesilmiş olsa, 45 günlük dönemin son 15 günündeki tüketim, bir sonraki aya kayacağı için bu tüketimi normal tarifeden ödemiş olacaktınız.

Yani üç aylık dönemde normalde 300 lira ödeyecektiniz.

Ama faturanız 45’er günlük dönemler halinde kesildiği için, son 15 günlük tüketimin ücretini, aynı fatura döneminde sınırı aştığınız için farklı tarifeden ödüyorsunuz.

Yani üç aylık su faturası ödemeniz 175 artı 175 toplam 350 lira oluyor.

Kaba bir hesapla 50 lira fazla ödüyorsunuz.

Bu yapılan hesapta kullanılan su metreküp fiyatları hesabın kolay anlaşılması için hayali.

Ama hepimiz biliyoruz ki, bizim su faturalarımız gerçek.

Ah nisan gelse de korku filmi bitse

BİLİRSİNİZ.

Korku filmlerinde bazı klişeler vardır.

Cem Yılmaz’ın espri konusu yaptığı, "Önce şişmanlar ve gözlüklüler ölür" gibi.

İşte o klişelerden biri de bu filmlerin zaman dilimi olarak hep gecelerde geçmesidir.

Bütün gerilim, korku, varsa kanlı sahneler geceleri yaşanır. Özellikle vampir filmlerinde. Hani vampirler geceleri kan emerler, insanların nefes alacakları tek zaman dilimi güneş doğduktan sonradır.

Ve izleyenlerde hep "Ah gündüz olsa, güneş doğsa da bunlar bitse" duygusunu uyandırır.

Ve elbet her korku filminin sonunda gündüz olur ve gerilim, vahşet sona erer.

Ankara’da yedi öğrencinin ölmesiyle zirveye tırmanan doğalgaz ölümleri de bende bu duyguyu uyandırıyor işte.

Gün geçmiyor ki bu çağda böyle kahreden ölümler yaşanmasın.

İşte bu durum insanda, "Kış bitse, güneşin yüzünü göstereceği nisan ayı gelse, kombiler sönse de ölümler de son bulsa" isyanını yaratıyor.

Tıpkı korku filmlerindeki gibi.

Diyeceksiniz ki, "Bu kış bitse ne olacak, gelecek kış aynı tehlike yine kapıda."

Siz de haklısınız.

Ama bu kentin yönetimi bir şey yapmayınca bizlere de sadece bu korku filmini izlemek ve "Ah şu kış bitse" demekten başka çare kalmıyor.
Yazının Devamını Oku

İlanihaye beklenir mi o doğalgaz kuyruğunda

5 Ocak 2009
YILLAR boyunca her ortamda Ankara’yı savunmuş, bu kenti, kimliğiyle, dokusuyla, geçmişiyle özümsemiş, bu kent üzerine kalem sallamış biri kişi olarak çok hazin günler yaşıyorum. Geldiğimiz noktada bu şehir artık dayanılmaz bir hal aldı.

Biz Ankaralılar yazın susuzluktan kavruluyor, şehri esir alan kanalizasyonun dayanılmaz kokusuyla yaşamdan beziyoruz.

Sonbahar yağmurlarıyla göl haline gelen yollarda yürümeye çalışıyor, plansız, hesapsız-kitapsız yapılan alt geçitleri basan yağmur sularından balıkadamların yardımıyla kurtuluyoruz.

Kış geliyor, doğalgaz kuyruklarında saatlerce doğalgaz alabilmek için bekliyoruz. Üstelik geçen yıl 150 lira ödediğimiz gaza bu yıl 350 lira ödüyor, yine de ısınamıyoruz.

Bahar aylarında, kültürel ve sosyal dokusu hançerlenmiş mahallelerde sürdürmeye çalışıyoruz yaşamımızı.

Kısacası dört mevsim, hayatımızdan beziyor, ünlü Rus yazar Çehov’un bazı oyunlarında anlattığı, sürekli gitmek isteyen, ancak eylemsizlik içinde durup bekleyen karakterleri andırıyoruz.

Evet artık Ankara bırakın cazibe merkezi olmayı, yaşanabilir bir kent olmaktan bile çok uzak.

Artık Kanat Atkaya, Ruşen Çakır gibi gazeteciler Ankara’da yaşamadıkları için duydukları mutluluğu taşıyorlar köşelerine.

MAHKUM MUYUZ?

Biz Ankaralılar ise dört mevsim mahkumuz bunlara.

Ölümün ardından bir genel müdürün anlamsız sözlerini dinlemeye.

15 yıldır tek bir metre metro açamamış bir başkanının danışmanın "Ankara’da toplu taşıma araçlarını kullanma alışkanlığı çok düşük düzeyde" cümlesini duymaya...

Bir temiz hava projesi olan doğalgaz kullanımını değil kolaylaştırmak, tam tersi imkansızlaştıran bir yönetimin çileden çıkaran açıklamalarını işitmeye...

Bir yandan siyasi iktidarın çağdaş cumhuriyetle uyumsuz dokusu, bir yandan iktidar partisine mensup belediyenin şehri çolaklaştıran, topallaştıran uygulamaları hepimizi soğuttu bu şehirden.

Bütün bunlar, cumartesi akşamı geçti aklımdan.

Bu kadar umutsuzluğa düştüğüm o akşam, durduğum yer bir doğalgaz kuyruğuydu.

O akşam, o kuyrukta çaresizce bekledim 17.23’ten 18.48’e kadar. Yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu.

85 GÜN 85 DAKİKA

İnsan böyle bir kuyrukta "salak salak" beklerken zaman geçirmek için anlamsız hesaplamalara giriyor.

Örneğin beklediğim süreyi saydım, 85 dakika. Tam tamına 1.5 saatten beş dakika eksik.

Sonra yerel seçimlere ne kadar süre kaldığını hesapladım.

Tam tamına 85 gün.

İronik geldi bana. Belediye başkanlığı seçimlerine 85 gün kala, anlamsız bir kuyrukta boş boş beklemekle geçen 85 dakika.

Sonra neden bu kuyruğa mahkum olduğumuzu düşündüm.

Ankara’daki toplam bir milyon 112 bin 240 doğalgaz abonesinin 967 bin 648’i ön ödemeli sayaç, geriye kalan 144 bin 592’si ise faturalı sayaç kullanıyor.

CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i kış ortasında terlettiği o meşhur duellodaki sözleri geldi aklıma.

Faturalı sayaçlarda tahsilat oranı yüzde 99. Yani belediyenin, kamunun tahsil edilemeyen faturalardan bir kaybı yok.

Ne gerek vardı o zaman ön ödemeli doğalgaz sayaçlarına?

Ya da en azından sayaç seçimi bizlere bırakılamaz mıydı?

Eğer kartlı sayaç değil de faturalı sayaç kullanıyor olsaydım, o akşam 85 dakika beklemeyecektim o kuyrukta.

Evimde, oturduğum koltuktan önümdeki bilgisayarıma uzanacak, bankaya bir ödeme talimatı yaparak doğalgaz faturamı ödeyecektim.

Üstelik henüz almadığım bir hizmetin parasını da peşin peşin ödemiş olmayacaktım.

Ayrıca sayaçları edinmek için öyle yüzlerce dolar para da çıkmayacaktı cebimden.

İşte o akşam seçimlere 85 gün kala tek tek saydığım o 85 dakikada bunları düşündüm.

Sonra benimle beraber bekleyen insanlara baktım.

Onlar da düşünüyorlar mı bunları diye...

Bir cevap bulamadım.

İnsaf et kombi

DOĞALGAZ kuyruğundan eve dönünce bilgisayarda tatlı bir kliple karşılaştım.

Kuyrukta geçen dakikalarıma olan kızgınlığımı bir nebze de olsa azaltan bu klip Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden bir grup genç tarafından hazırlanmış. The Cranberries’in ünlü "Zombie" şarkısına Türk sözler yazan gençler, şarkının adını da "Kombi" olarak değiştirmişler. Bakın şöyle diyorlar şarkıda:

"En az bir iki yüz elli gelmesi belli bu ay / Son fatura hala burada, yok ki bizde para / Halbuki seçmiştik en düşük seviyeyi / İndirdik indirdik dereceyi / Hem ocak, banyoda su sıcak akacak / Doğalgaz imkansız az yanacak / İnsaf et, insaf et kombi."

Kızarmış dudaklarda tebessümle gelen ölüm

YEDİ
gencin yılbaşı gecesi doğalgazdan zehirlenerek ölmesi herkes gibi benim de "kimyamı" bozdu.

Gazetelerin sayfaları bu haberlerle doluydu. Uzmanlar konuşuyor, kombi satıcıları ekranlarda boy gösteriyor, bu tür ölümlerden kurtulmanın yollarını anlatıyorlardı.

Ölüm gecesine ilişkin yaptığı basın toplantısını bile yüzüne gözüne bulaştıran bir genel müdürün tahammül edilemez, garip sözlerinden kaçarken küçücük bir haber çekti dikkatimi. Karbonmonoksit zehirlenmesinin belirtilerini ve onunla birlikte gelen ölümü anlatıyordu haber:

"Dudak rujla boyanmış gibi kızarır. Yüz tebessüm eder bir hal alır. Deri, kiraz kırmızısı renge döner."

Bu tarif bana çok dokunaklı geldi.

Yedi tane gencecik insan, umutların yeşerdiği o yeni yıl gecesinde, neşeli, keyifli, saatlerin ardından can verdiler.

Çoğu 17-18 yaşında, en büyüğü 22...

Kimbilir belki onların da dudakları kırmızı, yüzlerinde genç ömürlerinde doyasıya yaşayamadıkları tebessüm.
Yazının Devamını Oku

Dudaklarımızdaki yeni yıl şarkıları

29 Aralık 2008
KİMİ zamanları anlatmak zordur. Kıvrılan yolda giderken sabahın ilk saatlerinde dağların ardında gördüğün deniz, senin için bütün bir yazın miladıdır.

Portakal marmeladıdır belki, kızarmış ekmek ya da. Veya yol kenarındaki böğürtlen tarlaları...

İşte o anda umut, denizin tuzlu yüzüdür.

Sabah imbatı, güneşin gülümseyen siması...

Sonra yıllar geçer, yollar döner ve uzağa düşersin o denizden./images/100/0x0/55ea95c9f018fbb8f8899193

Böğürtlen artık sadece kapalı ambalajında marketten aldığın sıradan bir meyvedir, toplarken ellerini boyamayan, hayatı dışlayan.

Hayatta bazı yaşam virajları vardır oysa.

Dönem açar, dönem kapatırlar.

Aslında yeni yıllar da bu yüzden kutlanmaz mı biraz?

Hepimizin, hayatında yolunda gitmeyen noktalar için bir umut ışığı yakar yıl dönümleri.

Sanki bir viraj daha alacakmışız ve yeniden karşımızda görecekmişiz gibi hissederiz denizi.

Mazhar Alanson’un umudu kamçılayan şarkısındaki o basit gözüken sözleri bağırırız içimizden:

"Bitsin artık bu dram, bu fotoroman."

"Batsın bu dünya" ile farklı rayların yolcusudur bu mısra, karıştırmamak gerekir.

Melodramdır belki evet ama geleceğe dönüktür yüzü, aşkları için yaşamış Edith Piaf’ın ölüme yürürken haykırdığı gibi:

"Artık ilgilenmiyorum geçmişimle, hayallerimle / Acılarımı ve sevinçlerimi ateşe verdim / artık yok hiçbirine ihtiyacım / uzaklaştırdım hepsini / sıfırdan başlıyorum bir kez daha / hayır hiçbirinden, hiçbir pişmanlığım yok."

***

Ankara bir kez daha karlar altında karşılıyor yeni yılı.

Ahmed Arif’in dizelerindeki gibi:

"Kar altındadır varoşlar / Hasretim nazlıdır Ankara."

Kar yine değiştiriyor bu şehri. Örtüyor, gizliyor çıplak gerçekleri.

Tıpkı yılbaşı geceleri gibi...

Bu kentte ne çok şeyin üstü örtülüyor değil mi?

Onno Tunç’un yazdığı gibi soyamıyoruz bu şehrin örtülerini:

"O ise bir bakışta beni örtülerimden / Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu."

Yılbaşı gecesi hepimiz saniyeleri geri sayarken Houdini’nin pelerinini savuruşu gibi kaldırıp atmasını bekliyoruz örtülerimizi.

Hep birilerinin bizim için yapmasını bekliyoruz bunu.

Oysa 1 Ocak sabahı aynı kente, aynı sorunlara, aynı yaşama uyanıyoruz sürekli.

Tıpkı bu yıl da bizi bekleyen o döngü gibi.

Bu yıl da yine geceki pırıltıların hepsi sönmüş, sokaklar yeniden eski griliğine bürünmüş olacak.

Yine hepimiz sokaklarda koşturmaya, hiç bitmeyen, bitmeyecek mücadelelerimize devam edeceğiz kaldığımız yerden.

Ve unutacağız o şarkıları.

Oysa umuttur her yeni yıl.

Belki yine dağların ardından görmek için denizi, belki de kirletmek için ellerimizi böğürtlenle.

Herkesin bir yeni yıl şarkısı vardır biliyorum.

Sadece yılbaşı gecesi söylenen.

Kimbilir belki bu kez, yeni yıla ilk uyandığımızda dudaklarımızın kenarından bir mısra dökülecek yastıklarımıza geceden kalmış ve basacağız zihnimizin müzik çalarına:

"Benim hala umudum var."
Yazının Devamını Oku