Ateş Yalazan

Sizin makam aracınızın camından ne gözüküyor

22 Mayıs 2009
2009 yılının beşinci ayındayız. Yani yeni milenyumu geçeli dokuz yıl oldu.

21.yüzyıldayız artık. Uzay çağı...

Dünyada artık mobil iletişim dönemi. Bazı ülkelerin bilim adamlarının, uzaydaki istasyona gitmeleri, bizim otobandan İstanbul’a gitmemiz gibi bir hal aldı. Hatta parayı bastıran işadamlarına bile uzaya turistik seyahat imkanı tanınıyor.
/images/100/0x0/55eb6ad4f018fbb8f8bfc28b
Uluslararası bilim dergilerinin kapaklarında yeni inşa edilecek gökdelenlerin bir mil (1.6 km) uzunluğuna ulaşacağı müjdesi veriliyor.

Türkiye’de de hızlı tren Eskişehir’i Ankara’ya yaklaştırıyor. Üniversitelerde bilim adamları buluşlara imza atıyorlar.

Ama Türkiye’de bir sorun var ki, okyanustaki damla gibi ama tüm devlet örgütünü mat ediyor.

Ne olursa olsun bunun önüne geçilemiyor. Üstelik o damla, ülkenin gelecekteki toplumsal yaşamını da tehdit ediyor.

Çocuklara dilencilik yaptırılması.

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti devleti, milyarlarca liralık bütçeye, uçaklara, tanklara, onbinlerce polise, kamu çalışanına sahip devlet örgütü, çocukların, bebeklerin dilenciler tarafından kullanılmasının önüne geçemiyor.

Evet bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. İtalya gibi Avrupa ülkelerinde de benzer sorunlar var.

Ama en azından o ülkelerde çocukların dilenci olarak kullanılmasının önüne geçmeye çalışan bir yapı mevcut.

Ankara’da dilenciliğe zorlanan ya da sokakta çalışan kaç çocuk var bilmiyorum.

Ancak bu sorunu çözümsüzlüğünün temelinde cahillik ve umursamazlık yatıyor.

Anayasada yerini bulan sosyal devlet ilkesinin "sadaka veren devlet" anlayışına çevrilmesini de unutmamak gerek.

Bu konuyu çözmek için kanun var...

İlgili kurum ve personel de...

Para harcanıp inşa edilmiş merkezler de mevcut.

Yani imkanlarda bir sıkıntı yok.

Ama belli ki kendisini bu konudan sorumlu hisseden bir siyasi ve bürokratik irade yok.

***

Dün sabah Kızılay’ın Meşrutiyet Caddesi’ni, Başbakanlık kanadına bağlayan yaya tüp geçidinden yürüdüm. Güvenpark’ın yanındaki çiçekçilerden geçerken kucağında bir bebek taşıyan dilenci bir kadın gördüm.

Kadın omuzundan aşağı bağladığı bir tülbente oturtmuştu bebeğin poposunu. Salına salına yürüyordu, polislerin yanından.

Bebeğin kafası aşağı sarkmış, üstü başı pejmürde...

Bakanlık koltuğuna ve makam aracına henüz yeni oturmuş bakan Selma Aliye Kavaf’a seslenmek gerekiyor.

Bilmiyorum bu makam aracına oturmadan önce hiç Kızılay’dan geçmiyor muydunuz?

Hiç yaya yürümüyor muydunuz Ankara’nın merkezinde.

En azından artık her gün Başbakanlık’taki makamınıza gidiyorsunuz.

Yani benim ve yüzbinlerce Ankaralı’nın her gün dilencilerle, karton kutu üzerine yatırılmış bebeklerle karşılaştığımız sokakların hemen dibindeki makamınıza.

Makam aracınızın camları karartılmış, dışarıyı görmenize imkan vermiyor olabilir.

Ancak danışmanlarınız, bu iş için bütçeden pay ayrılmış bir kadronuz var.

Örneğin bu sorunları çözmek için devletten her ay maaş alan bir Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Genel Müdürünüz İsmail Barış oturuyor o koltukta. Onun da onlarca bürokratı var hizmetinde.

Sosyal Hizmetler Ankara İl Müdürü var ayrıca . Neriman Koca...

Onun da işyeri Kızılay’da.

Sonra bir de Büyükşehir Belediyesi var. Sıhhiye’de Sokakta Çalışan Çocuklar Merkezi’ne sahip. Hani Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından örnek gösterilen, yakın zamana kadar başarılı çalışmalara imza atan merkez.

Ancak belli ki aksayan bir nokta var.

Öyle olmasa bizler hala sokaklarda dilenmeye zorlanan bebekleri, çocukları görür müydük?

Hani sizlerin makam araçlarınızın siyah camlarından göremediğiniz çocukları...

Yasa var ama uygulayan yok

Türk Ceza Kanunu’nun 229.maddesi, çocukları dilencilikte araç olarak kullanan kişilere bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilmesini öngörüyor. Eğer bu suç çocuğun yakınları tarafından işlenirse ceza yarı yarıya artırılıyor. Bir de örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenirse ceza bir kat daha artırılıyor.

Ayrıca bir de Çocuk Koruma Kanunu var.

Peki siz hiç çocuklara dilencilik yaptırdığı için hapse giren birini duydunuz mu?

Demek ki yasa var, uygulayan yok.
Yazının Devamını Oku

Metro vaadi buharlaşıyor

15 Mayıs 2009
MELİH Gökçek bir siyaset sihirbazı. Sihirbaz çünkü şapkadan tavşan çıkartmayı çok iyi beceriyor.

Ya da rengarenk kutular içinde bir şeyleri kaybetmeyi.

Sihirbazlığın dayandığı göz yanılması gibi, seçmende bilinç yanılmasını sağlamakta da Gökçek’in üstüne yok.

Başkent’in en önemli sorunlarının başında ne geliyor?

15 yıldır tamamlanamayan metro sistemi.

Yok yüzde şu kadarı tamamlanmış, yok mekanik sistem ihalesi yapılmış vs...

Ortada tek bir gerçek var.

Ortada metronun falan olmaması.

***

29 Mart’ta, kendi seçmeninin yüzde 31’inin oylarını kaybeden Gökçek’in seçim öncesindeki en büyük propagandası belediye yönetiminin beceriksizliği nedeniyle metro sisteminde yaşanan finansman sorununun, merkezi hükümetin desteğiyle aşılacağıydı.

Hem Başbakan Tayyip Erdoğan, hem de Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Ankara’nın seçim meydanlarında aynı sözü verdiler.

Ama bakın ne oldu?

Başkent’te beceriksizliğin, kötü yönetimin simgesi haline gelen metro sisteminin bitirilmesi için bakanlıkla ortak şirket kurulmasını sağlayacak hüküm geçen hafta yasa tasarısından çıkartıldı.

Seçimlerin üzerinden henüz 45 gün bile geçmeden verilen söz buhar oldu.

Yani 5 milyon Ankaralı "düpedüz akılsız yerine" mi konuldu?

Artık bu yapılanlar için siyaset cambazlığı, sihirbazlığı tanımlamaları yetersiz kalıyor.

Bu durumda ya belediye başkanı ya da Ulaştırma Bakanı görevinden hemen istifa etmeli.

Düpedüz bir kandırmaca var ortada.

Neden vazgeçildi metroya finansman desteği verilmesinden?

Hükümetteki parti AKP...

Meclis’e hakim parti AKP...

Belediyeye sahip parti AKP...

Verdiği sözü yutan yine AKP...

Başkan Gökçek önceki gün Sabah Ankara’daki habere göre Ulaştırma Bakanlığı’nın olumsuz görüşüne şaşırıyor ve "öz kaynaklarla metronun beş yıl içerisinde bitirilmesinin çok zor olduğunu, ancak Ankaralıları biran önce metroya kavuşturmak için tüm şartları zorlayacaklarını" söylüyor.

Arkadaşlarımız bu açıklamayla ilgili iki gün içinde tam üç kez Gökçek’in basın danışmanı Avni Kavlak ile görüştü.

Açıklamanın doğruluğunun veya yanlışlığının resmi olarak açıklanmasını istedi. Ancak yanıt gelmedi.Yalanlanmayan bir açıklama da, doğal olarak doğru kabul edilmiştir.

Bundan sonra ya bu metronun bitmesi için gereken finansmanı sağlanmalıdır ya da bakan ve başkan görevlerinden istifa etmelidir.

Dört dönemdir metro sözüyle kandırılan bizler daha fazla akılsız yerine konmadan.

Ferat Dayi ve Makarios

HER
şehrin hikayeleriyle meşhur ya bir avcısı vardır ya da palavracısı.

Kenan Öncüler’den dinlediğim Karadeniz’in meşhur Ferat Dayisının hikayesi Kıbrıs Barış Harekatı’nda geçer. Ferat Dayi anlatıyor:

"Sahilden Kıbrıs’a çıktım. Beşparmak Dağları’nı tırmanıyorum, tepenin üstünde bir karaltı. Baktım, Makarios, seslendi yukarıdan: ’Ferat Dayi, sen bu işe karışma. Sen karışırsan biz kaybederiz."

Ne zaman vaatlerden söz eden bir siyasetçi görsem aklıma gelir Ferat Dayi.
Yazının Devamını Oku

İki oda bir salon kentte teğet geçmek

17 Nisan 2009
YILLARDIR, en derinde hissettiğim ve dilimden de düşürmediğim bir söz var: "Ankara, iki oda bir salon."

Şimdiye kadar hiç bunun aksi bir durumla karşılaşmadım.

2 Nisan günü, sabah güne bilgisayarımdaki tatsız notla başladım.

Çankaya Belediyesi’nden Şebnem Erol yazmıştı:

"Ateş günaydın. Kötü bir haberim var, maalesef Davran’ı kaybettik."

Bir kalp krizine yenik düşmüştü genç heykeltraş.

Davran Erdayı ile sadece bir kez karşılaşmış ama sıkça telefonda konuşmuştuk.

Geçen yılki Ankara Hürriyet Genç Nota Liseler Arası Müzik Yarışması’nın hemen öncesindeydi. Yarışma sonucunda kazananlara verilen ödül heykelciğini tasarladı Davran.

O dönemde hergün defalarca telefonlaşıyorduk.

Keyifli bir çalışmaydı. Tasarım çok güzel olmuştu.

Sonrasında bir kez de bir konuda akıl danışmak için aramıştım aylar sonra.

Ardından bir daha görüşemedik Davran’la.

Davran’ı kaybettiğimizin sonrasındaki günlerde aslında onunla geçmişte hep aynı adreslerde dolaştığımızı, birbirimize teğet geçtiğimizi gördüm.

O kadar çok ortak arkadaşımızın onu anan elektronik postası, notu, fotoğrafıyla karşılaştım ki, yine "Ankara iki oda bir salon" sözünü hatırladım. Ve de Murathan Mungan’ın "Yalnız Bir Opera"sındaki takvim tutmazlığını...

Üstelik bu arkadaşlar sadece "tanıdık" değildi, bazıları çocukluktan beri beraber yol aldığımız kişilerdi.

Davran’ın heykeltraş kimliğinin yanısıra, iyi bir müzisyen olduğunu da, bu kentte müzikle bu kadar ilgilenen bir kişi olmama rağmen ancak onun ardından öğrenmiştim. Utandım.

Bugün onlarca genç müzisyenin evinde onun tasarladığı küçük ödül heykelciği duruyor en önemli köşede. Üstelik müzisyen bir heykeltraşın imzasıyla...

Eminim iki hafta sonra düzenlenecek yeni Genç Nota yarışmasında da unutulmayacak bu çok yönlü sanatçı.

Son iki haftadır herşey Davran ile o kadar yollarımı kesiştirdi ki...

Fotoğraflardaki notlara bakıyorum.

Hepimizin ortak adresleri.

Uzun yıllar boyunca bu iki oda bir salon kentte Davran’la birbirimize "teğet" geçmiş, geçen yıla kadar tanışamamıştık.

Davran’ın ardından, onu tanıdığını o anda öğrendiğim arkadaşım Serap Gülay ve Simla Ergüven’in da bulunduğu bir dost sohbeti sırasında Sema Özçer’le Ankara, yazı serüveni ve edebiyat üzerine söyleştiğimiz keyifli bir akşam geçirmiştik.

Sema Özçer ile o sohbet sırasında, Ankara’da "teğet geçtiklerimiz, ıskaladıklarımız"dan söz etmiştik.

İstanbulluların İstiklal’de, biz Ankaralılar’ın ise Tunalı’da başımızı kaldırmadan, çevremizi algılamadan yürüdüğümüzden, içinde bulunduğumuz, devindiğimiz, yoğrulduğumuz, büyüdüğümüz sokakları ıskaladığımızdan, bu topraklarda kaybolduğumuzdan dem vurmuştuk.

Bu kadar bizim olan bu şehirde, ne kadar çok şeyi teğet geçtiğimizi bir kaç dakika da olsa düşünsek keşke.

Seveninin çok olduğunu çok iyi anladığım ve sadece benim değil bir çok Ankaralı’nın da "çok geç kaldığına" inandığım bu sanatçıyı anmayı "teğet" geçmek istemedim. Ve bir borç bildim Ankara Hürriyet adına teşekkür etmeyi.

Fikret Kızılok’un o sade ve duru ezgisi eşliğinde henüz 40’ına varmadan kalbine yenik düşen Davran için mırıldandım:

"Kalbim, dayanmak artık kolay değil, bırakacak gibisin yarı yolda."
Yazının Devamını Oku

Çok değil 20 yıl kadar önce

10 Nisan 2009
KIZILAY benim çocuk zihnimle kaybolduğum ilk adresti. Atakule yoktu o zaman.

Ve Çankaya son duraktı, ötesi "temiz hava şehri OR-AN"a uzanan gizemli bir yoldu.

Ablam Aytaç, kuzenim Sıla ve ben, bugün Atakule kavşağı olarak adlandırılan, o zamanlarda ne olduğunu bilmediğim dört yol ağzından taksi dolmuş olarak çalışan sarı siteyşın Amerikan otomobiline atlamış, arkanın bir önünü üçlemiştik.

Hergün bir bomba patlıyordu sokaklarda, biri can veriyordu.

Askerler ya çıkmışlardı kışlalarından ya da çıkmaya hazırlanıyorlardı. Sokak siyasetini hatırlamak için çok küçüktüm.

Kızılay’a inmiş, boynumuz kırılırcasına kafalarımızı yukarı dikmiş, salak salak gezinmiştik.

O zamanlar Gama İşhanı da yapılmamıştı henüz.

Cebimizde eve dönecek paramız olmadığını anladığımızda, zaten cebimizde evimize dönecek paramız kalmamıştı.

Kaç yaşında mıydık?

Birimiz belki beş, diğerimiz altı, bir başkası bilemedin yedi.

Eve nasıl dönmüştük, taksi dolmuşun şoförüne mi yalvarmıştık, yoksa jetonlu bir telefondan evi arayıp -ki numara çevirmeyi bilip bilmediğimizden bile şüpheliyim- ’Bizi gelip alın mı’ demiştik hiç hatırlamıyorum.

Belki de bu detay, hikayenin en önemsiz noktasıdır.

Daha sonraları SSK İşhanı yapılmıştı, devasa.

Kızılay, metro için trafiğe kapatılmadan, vagon restoranlarda bira keyfi yapmadan daha önceydi sanırım.

Karanfil-Konur-Yüksel üçgeninde bir kalp atardı.

Çok değil, az evvel bugünden.

Karanfil-Konur atardamarını buluşturan Yüksel Caddesi, o zamanki Büyükşehir Belediyesi’nin organizatörlüğünde yeni yıla Bulutsuzluk Özlemi’nin melodileriyle girildiği bir adresti.

* * *

Çok değil,
bugünden en fazla 20 yıl önce, 90’ların başında...

Gençler, gitarlarını alıp akşamüstü güneşinin vurduğu sokakta müzik yapar, Dost Kitabevi’nin, Mimarlar Odası’nın, Mülkiyeliler Birliği’nin önündeki alanda şarkılarını çalardı. Herkes bir diğerine, bildiği bir kaç armoniyi öğretirdi.

Henüz zengin-fakir makası bu kadar açılmamış, sokaklar simit "sarayları"nın egemenliği altına girmemişti.

Panburger vardı, haşhaşlı ekmeğe tostu, içine patates kızartması konulan orijinal köfte ekmeğiyle...

Bon Jour’un bulunduğu Meşrutiyet’e yaya üst geçidi prangaları takılmamıştı henüz.

İşporta olarak sahaflar, kıraathane olarak Engürü Kahvesi...

Buluşmak için Vakko’nun, YKM’nin, Dost’un önü...

Sevdiğinden ayrılmak için bulvardaki otobüs durakları vardı.

* * *

Bugün Konur-Karanfil Sokak bölgesi artık, ucuz don, toka, kemer işporta tezgahlarının krallık bölgesiyse...

Bugün bir tek Dost Kitabevi kaldıysa, layıkınca ayakta duran...

Sakarya’nın hali ortadaysa ve esnafı ayağa kalkmak için bile biraraya gelemiyorsa...

Herkes alsın takkesini önüne, bir zahmet düşünüversin.

Ve gelecekte birileri bu satırları Bestekar-Tunus-Tunalı üçlüsü için yazmasın istiyorlarsa...

Bugün Başkent’in "ortalama" eğlence merkezi durumunda olan ve üstelik "yayılan" Kavaklıdere’nin esnafı, takkesini erkenden kucağına koysun.

Ulus, Kızılay, Sakarya ve Konur-Karanfil hattının geçmiş 15-20 yılı, herkese ders olmalı.

Kavaklıderem Derneği’ne de bu semti, sadece eğlence değil, eskiden bu yana devam edegelen kültür ve sanatın da merkezi olma özelliğini sürdürecek birlikteliklerin adresini bünyesinde toplama görevi düşüyor.

Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık da bu bölgeye dikkat etmeli.

Her ne kadar biz çocukken bir siteyşın arabanın arka koltuğunda kentte kaybolan üç kardeş, bugün dünyanın dört bir yanında birbirimizi kaybetmişsek de...

Başkent’in, eğlence, kültür-sanat yaşamı böyle dağılmasın.

Her yazar, yazısını kutsar, kısaltmaktan korkar.

Lütfen bu uzun yazıyı sonuna kadar okuma zerafetini gösteren herkes, yazarının, kendi satırlarını değil, kenti kutsamak ve kaybetmemek arzusu içinde olduğunu bilsin.
Yazının Devamını Oku

İçimizdeki haber zehiri

3 Nisan 2009
TÜM Türkiye gibi Ankara da çok yorucu, yıpratıcı, hırpalayıcı bir seçim dönemi geçirdi. Bu seçim döneminde, "Yok artık o kadar da olmaz" diyeceğimiz ne çok olay yaşandı.

Bir düşünün.

Zamanlaması tuhaf haberlerle donatılmış bedava gazeteler mi dağıtmadılar?

Altına imzalarını atamayacakları görüntüler, reklam kampanyaları mı yürütmediler?

İthal gazetecilerle manüplasyonlar mı yapmadılar...

Başkent, bunları da yaşadı, gördü.

Bütün bunlar gazetelerin sarı sayfalarına, tarihin artık elektronik bilgi yüklü hafızasına kazındı.

Seçim gecesinden hiç söz etmiyorum.

Artık önümüzde Başkent için yeni bir beş yıl uzanıyor.

Bu beş yıl, geride bıraktığımız iki ayın da izlerini taşıyacak şüphesiz.

Vatandaşa verilen sözler, bol kepçeden dağıtılan vaatler, tamamlanamayan ve tamamlanması şüpheli görülen raylı sistemler, kent kimliğine yönelebilecek tehditlere karşı, bizler gazetecilik görevimizi yerine getireceğiz.

* * *

Zuhal Olcay’ın Radikal Gazetesi’ne verdiği bir röportajında okumuştu. Olcay, sanatçıların asıl kimliğinin "muhaliflik" olduğunu söylüyordu:

"Sanatçı sadece muhalefet etmeli. Kendi inandığı görüş iktidar olsa bile o an için de hep muhalefette kalmalı."

Gazetecilikte çok sevdiğim, geride bıraktığım yıllar içinde kendime şiar edindiğim çok önemli bir söz var:

"Gazetecinin tek yükümlülüğü gerçeğedir."

İşte bu nedenle gazeteci muhalif olmak zorundadır.

Çünkü gazetecilikte gerçeğin çetin yoluna sadece sorgulayarak girilebilir. Bu çetin, labirent gibi yolda, araştırmak, bilgilere ulaşmak, bunları belgelendirmek ve nihayetinde haberleştirmek, sadece ama sadece gerçeğe duyulan özlemle aşılabilecek çöldeki tepelerdir.

Serap görmeden, hayallere tutunmadan birbiri ardına tepeleri aşmak gerekir.

Ve Zuhal Olcay’ın söylediği gibi "kendi inandığı görüşe bile muhalefet ederek" yol almalıdır gazeteci.

Her meslekteki gibi bizimkinde de, hamaset, büyük laflar kısa vadede çözüm getirici olabilir.

Ama yıllara yayılan, hayatının her anı, her karesi araştırılmaya açık kimliklerle yola çıkmak gerekir.

Ve arşivi güçlü olmalıdır gazetecinin. Kentin hafızası niyetine.

Sadece, gerçeğe ulaşmak isteyen gazeteci bu çetin yoldan, yolları çatallanan bahçeden galip çıkar.

Sıkça karşılaştığımız bir klişe vardır.

"Ayıdan post, gazeteciden dost" denir.

Çünkü haber gerçektir ve gerçek bizlerin panzehiri.

İçimizdeki haber zehirinin.

* * *

Kante dair kalem sallayan, gazete hazırlayan, soru soran kişiler olarak yeni seçilen başkanların hiç şüphesi olmasın ki...

Bol kepçeden vaatlerde bulunan siyasiler hiç unutmasın ki...

Yıllarca insanları kandırabildiklerini zanneden isimler fark etsin ki...

Bizler kent gazetecisi olarak bu vaatlerin tek tek takipçisi olacağız.

Nelerin mi?

Örneğin, şeffaflık sözlerinin.

Örneğin, mega yatırımların.

Örneğin, metroların...

Örneğin, Gerede suyunun.

Örneğin, Modern Çarşı’yı unutturduğunu sanarak Söğütözü Kongre Merkezi adını verdiği o hilkat garibesinde mağdur olan esnafa sunulan pembe tablonun.

Kısacası artık kimse bu kentte "cek cak" başkanı olamayacak.

"Bize kabus yaşattıklarını düşünenlerin bundan sonra geceleri uykuları kaçacak" diyenler unutmasınlar ki, eğer birilerinin uykusu kaçacaksa...

Herkes emin olsun ki, bizler yatağa yattığımızda, başımızı yastığımıza mesleğimizi onurumuzla yapmanın huzuruyla koyacağız.
Yazının Devamını Oku

Cek cak başkanı

20 Mart 2009
GÜLDÜNYA Konseri’nde Kürtçe şarkı söyleyen Ajda Pekkan-Aynur ikilisi Hürriyet’ten Ezgi Başaran’ın sorularını yanıtladı. Geçen haftaki pazar ekinde bunun detayları var.

Ben orada Ajda’nın Aynur için bir soruyu yanıtlarken, kendi geçmişiyle hesaplaşmasını anlattığı bir kaç cümlesine takıldım.

Ajda, Aynur için "Benim gibi görünmesin o" derken, evdeki ve sahnedeki Ajda arasında büyük fark olduğunu söylüyor. Ajda bunun "şizofrenik" bir durum olduğu tespitini yaptıktan sonra benim en çok takıldığım o cümleyi söylüyor:

"Çünkü biliyorum insanlar illüzyonun peşine takılmayı istiyorlar."

Ajda’nın bu sözleri yeni dünya düzeninde, siyasetin, sanatın, magazinin ve dolayısıyla medyanın yaratabildiği illüzyona işaret ediyor.

İnsanların illüzyonun peşinden koştuğunu bilen tek kişi Ajda değil şüphesiz.

Siyasetçiler de bunu gayet iyi biliyorlar.

Örneğin Ankara, 15 yıldır bir illüzyonun içinde sağa sola çarpıyor.

Gökçek, her seçimden önce bazı vaatlerde bulunuyor.

Üstelik bunların gerçekleşme ihtimallerini, yapılabilir olup olmadıklarını ya da kazanç getirip getirmeyeceklerine bakmadan bazı animasyonlar, çizgi filmler hazırlatıp bir "illüzyon" yaratmaya çalışıyor.

Bu illüzyon sayesinde kazandığı seçimden sonra hayata geçmeyeceğini bildiği projelerine göstermelik startlar veriyor. Sonra da bu projeler yargı tarafından durduruluyor.

Gökçek de çıkıp dava açanları ve yargıyı suçluyor.

Yani anayasal bir hak olan dava açma hakkını kullandı, bağımsız yargıya sığındığı için kişileri ve kurumları suçluyor.

Kimse de çıkıp, "Yasalara aykırı proje yaparsan, bu projeler doğal olarak yargıdan döner. Yasalara uygun projeler üret" demiyor. Dese de, Gökçek bunları duymazdan geliyor.

Bakın, Gökçek 2004 yerel seçimleri öncesinde, hangi vaatlerde bulunmuştu:

"Eskişehir Yolu’na Nasrettin Hoca’nın eşeğe ters binişini tasvir eden heykel, Konya yoluna içinde alışveriş merkezlerinin olduğu semazen heykeli, Hıdırlıktepe’ye 20’şer katlı iki uçak otel, peluş hayvanat bahçesi, Disneyland, metrolar, vs."

Bunlardan hiçbiri hayata geçirilmedi.

Gökçek şimdi de "2009 illüzyonunda" 141 proje vaadinde bulunuyor. Disneyland hala vaat, Sincan, Çayyolu, Söğütözü ve Keçiören metroları da.

Gerede’den su getirilecek.

Yine bir sürü anlamsız alt ve üst geçitler yapılacak.

Söğütözü Kongre Merkezi adını verdiği o hilkat garibesi yapı da vaatler arasında.

Oysa Gökçek’in Genel Başkanı, Başbakan Tayyip Erdoğan, Kızılcahamam konuşmasında ne demişti?

"Belediyelerde yaptık, ettik diye konuşacağız. Cek’li cak’lı konuşmayacağız. Biz başlarız, tarih veririz ve o tarihte de evelallah bitiririz. Bizim özelliğimiz bu. Bugüne kadar biz hep verdiğimiz sözleri tuttuk."

Tam Gökçek’e göre sözler bunlar.

15 yıldır belediye başkanı olan bir kişi, üstelik geçmiş dönemdeki vaatlerinin bir çoğunu yerine getirmemişken, bu kadar çok yeni vaatte bulunmaz.

Bulunursa da ona "illüzyonist cek cak başkanı" denir.

15 yıldır kim yönetimde

GÖKÇEK’in beni en çok güldüren vaadi "Şeffaflık ve katılımcılık projeleri" başlığı altındaki vaatler.

Gökçek, bütün ihalelerin sonuçlarını internet sayfasında yayınlayacaklarını, ihalesi yapılan işlerin istihkak raporlarını en ince detayına kadar yayınlayarak bizzat halkın denetlemesini sağlayacağını, belli rakamların üzerindeki belediye ihalelerinin de televizyon kanalı ile halkın önünde yapılacağını söylüyor.

İşte burada kahkahayı patlatmadan duramıyorum.

Sanırsınız ki Gökçek muhalefette, şehri 15 yıldır Mansur Yavaş veya Murat Karayalçın yönetiyor.

Allahaşkına, Gökçek bu vaatleri hayata geçirmek için neden 15 yıl bekledi ki?

Sanki 15 yıldır ihaleleri Gökçek değil de başkası yapıyor.

Peki Gökçek neden bugüne kadar yaptıkları ihaleleri de açıklamıyor?

Oysa biliyoruz ki belediye ihalelerini genelde yine belediyeye ait şirketler alıyor.

Peki belediye şirketi alınca ne oluyor?

O şirket bu işi başka taşeronlara yaptırıyor. Bu taşeronlar nasıl belirleniyor?

İşte orasını biz de bilmiyoruz. Gökçek ancak yeniden seçilirse şeffaflık vaat ediyor.

Anlıyoruz ki, Gökçek için şeffaflık ancak vaatlerde kalıyor.
Yazının Devamını Oku

Ankaraspor ve Modern Çarşı

13 Mart 2009
ANKARASPOR ile ilgili iddialar Başkent için yeni değil.<br><br>Bu iddialar çok uzun zamandır kulaktan kulağa dolaşıyor. Ancak bu konu kızgın bir demir gibi, kimse elini sürmek istemiyor.

Ankaraspor’un şirketleşme sürecini geçen haftalarda anlatmış ve bazı sorular sormuştum.

Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankaraspor konusunda bazı açıklamalar yaptı. Ancak bu açıklamaların hepsi sadece Sayıştay sorgusuyla ilgiliydi.

Oysa o sorgu dışında da yanıt bekleyen o kadar çok soru vardı ki.

Örneğin;

"Ankaraspor AŞ’nin belediye ile ilişkisi kalmadıysa, şirketleşmeden önceki dönemde belediyenin kaynaklarıyla Turkcell Süperligi’ne çıkan Ankaraspor’un tüm malvarlığı ve değerleri şirket ortaklarına mı ait?"

Ya da;

"Seçimleri Gökçek’in kaybetmesi durumunda Ankaraspor, belediyeye mi yoksa Gökçek’in bürokratları ve yakınlarından oluşan Ortaklar Kurulu’na mı ait olacak? Yani, Ankaralı’nın parasıyla başarılar kazanan ve bir marka değeri oluşan, Türkiye Futbol Federasyonu’ndan yayın hakkı ve başka gelirler elde eden Ankaraspor Futbol Takımı kişilere mi devredildi."

Hangi para karşılığında?

Şirket ortağı 10 kişi bir sabah uyandılar ve birden milyon dolarlık bir futbol takımına mı sahip oldular?

Gökçek, bu konuların hiçbirisiyle ilgili soruları yanıtlamıyor.

Bir soru daha:

Ankara’nın otopark gelirleri nereye gidiyor?

Ya hafriyat gelirleri?

Bu iki kalem de çok ciddi meblağlar tutuyor. Ve bunlar Ankara kentine ait.

Eğer bu paralar Ankaraspor’a veriliyorsa, şirket ortağı 10 kişiye mi gitmiş oluyor?

Sahi, otopark demişken, Modern Çarşı’yı da unutmamak gerekiyor. Hani 24 Aralık 2003’te yanan, Ağustos 2006’da "yeni bir alışveriş merkezi yapılması için" yıkılan Modern Çarşı’yı.

Hani Gökçek’in aynı günlerde Ankara Hürriyet’e "İki proje geliştirdim. Bunlardan birincisi; Ankamall alışveriş merkezinin karşısında bir çarşı yapacağız. Buraya küçük esnafı toplayacağız. İkinci projem ise, Modern Çarşı yerine yapılacak yeni alışveriş merkezinde onlara dükkan vermek" dediği Modern Çarşı.

Gerçekten nerede o yeni alışveriş merkezi?

Otopark olmadı mı şu anda orası?

Peki kime ait o otopark?

Geliri kime gidiyor?

Modern Çarşı’nın yıkılması nedeniyle sıkıntılar yaşayan esnafa gitmediği kesin.

Peki herkes nerede? Neden kimse ses çıkartmıyor?

Neden kimse intihar eden insanların, tutulmayan sözlerin hesabını sormuyor?

Neden "iftiralara yanıt veriyorum" diyerek internet sitesinde gösteriş yapan Gökçek’in ağzını bu konuda bıçak açmıyor?

Karagedik’te parsel parsel

ANKARASPOR ile ilgili sorulara bir de arsa konusunu eklemek gerekiyor. Ankaraspor’un üzerinde ne kadar arsa var. Örneğin Karagedik’te, 2886 numaralı parselde 506 bin 312 metrekarelik bir arsa bulunuyor mu?

Ya da 56 numaralı parselde 365 bin 880 metrekarelik?

Sadece Karagedik’te Ankaraspor’a ait 17 adet, yüzbinlerce metrekarelik taşınmazlar bulunuyor mu?

Eğer bulunuyorsa, bu arsalar nasıl alındı?

Ve tabi ki asıl soru:

Bu arsalar Ankaraspor’un sahibi 10 kişiye mi, yoksa Ankara’ya mı ait?

Takip edilemeyen belediye başkanı

MELİH Gökçek’i takip edebilen basın kuruluşu var mı acaba?

Sanmıyorum.

Çünkü Gökçek seçim dönemindeki programlarının hemen hemen hiçbirini basına duyurmuyor.

E tabi bizler de izleyemiyoruz.

Peki Gökçek neden seçim çalışmalarının takip edilmesini istemiyor?

Yoksa gittiği yerlerde bazı protestolar ve tepkilerle mi karşılaşıyor?
Yazının Devamını Oku

Siyasetin derinlik sarhoşluğu

27 Şubat 2009
JACQUES ile Enzo’nun hikayesini anlatır Le Grande Bleu.<br><br>Bu ikilinin rekabetinin arenası da denizdir, ortak tutkuları da. Tehlikeli bir mücadeleyi anlatır Luc Besson’un filmi.

Nitekim hikayenin finali, filme Türkçe adını veren "derinlik sarhoşluğuyla" tamamlanır.

Derinlik sarhoşluğu, dalgıçlığa ilişkin bir tanım.

Nedeni, denizde belli bir derinlikten sonra kana normalin üstünde azot karışması.

Derler ki, derinlik sarhoşluğuna giren bir kişi, yönünü kaybedebilir.

Aşırı cesaret kazanabilir.

Dikkatini toplayamaz.

Son dönemde siyasette bir "derinlik sarhoşluğu" yaşanıyor.

Hedefsiz, plansız siyasi çalışmalar göze çarpıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’a yönelik sıkça gündeme gelen "tek adam" eleştirileri aslında Başkent’in yerel siyasetinde de hakim.

Bu tek adam psikolojisi, derinlik sarhoşluğuyla birleşince, yönünü şaşırmış, kimi zaman kendi ayağına ateş eden, bindiği dalı kesen siyasi hamlelere neden oluyor.

Üstelik anlaşılmaz, kestirilemez hamlelere.

Son haftalar bunun sayısız örnekleriyle dolu.

Bu dönem 1989 yerel seçimlerini hatırlatıyor biraz. ANAP’ın beş yıllık güçlü bir tek parti iktidarının ardından yapılan ve iki yıl sonra erken genel seçime neden olan o meşhur seçimi.

Orada da belden aşağı savaşlar, kumpaslar, hedef şaşırtmalar, insanı hayrete düşürecek komplolar yaşanmıştı.

Teşbihte hata olmaz.

Herkes 20 yıl sonra tarihin başka aktörlerle tekerrür edebileceğini söylüyor kaç zamandır.

Siyasetteki derinlik sarhoşluğuna bakınca, insan bu tekerrürün, seçim maratonunda sürpriz olarak nitelenmemesi gerektiğini düşünüyor.
Yazının Devamını Oku