2 Haziran 2008
İSTİHBARAT Şefimiz Eray Görgülü’nün telefonda yaptığı konuşmaya ister istemez kulak misafiri olduk. Eray, "Mogan’da balıklar ishal olmuş" diyordu. Büroda bir kaç kişi göz göze geldik. Soğuk bir tebessüm yayıldı suratlarımıza. Sık sık kendi aramızda yapılan esprilerden biri daha diye düşünerek "sazanlık" yapmak istemedik.
Ama ardından Eray odaya dalıp tekrar etti:
"Balıklar ishal olmuş."
Gazete bürolarına çoğu zaman ilginç iddialar, komik saptamalar yansır. Telefonla onlarca istihbarat gelir. Bir kısmı doğru çıkar ama büyükçe bir kısmı da hayal mahsülüdür.
İlk olarak bu ishal vakasının da "canı sıkılan bir vatandaşın" telefon istihbaratı olduğunu düşündük.
Ancak Eray, açıklamanın Büyükşehir Belediyesi Genel Koordinatörü Burhan Yazar’ın yazılı açıklaması olduğunu söyledi.
Yani Yazar, ne kendisine bir gazetecinin sorusu üzerine bu açıklamayı yapmıştı, ne de ayak üstü bir sohbette bu sözleri sarf etmişti. Bilerek yapılmış yazılı bir açıklamaydı.
Önce elektronik postayla gelen bu açıklamanın bir dezenformasyon olup olmadığı kaygısını taşıdık. Çünkü açıklamanın gönderildiği posta adresi, herkesin kolayca alabileceği açık servis sağlayıcılardan birine aitti.
Olayı aydınlatmak için hemen Burhan Yazar’ı aradık.
Yazar, Eray’a açıklamayı kendisinin yaptığını doğruladı.
Bunun üzerine diğer arkadaşlarımız da Tarım İl Müdürlüğü, Tarım Bakanlığı, üniversitelerin ilgili bölümleri ve bu konuların uzmanlarıyla görüştüler.
Aynı saatlerde Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek de bir Türkiye’nin Kıyı ve Deniz Alanları 7. Ulusal Kongresi’ndeki konuşmasının ardından gazetecilerin bu konudaki sorularına, "Arkadaşlarımız sazanların ishal olduğunu söylüyorlar" açıklamasını yaptı.
Bizler bu haberi gazeteye koyup koymamayı tartıştık. Ancak yapılan resmi bir açıklamaydı. Ayrıca bu kentin belediye başkanı da ishal iddiasını doğruluyordu.
Bu açıklamalar ertesi gün Ankara Hürriyet’te "Mogan Gölü’nde sazanlar ishal" başlığıyla manşetten duyuruldu.
Haberin yayınlandığı gün, Gökçek bu sefer yeni bir açıklama yaparak, "Bu bir espri, ben öyle değerlendiriyorum. Genel Koordinatörümüz espri yapamaz mı? Benle ilgisi yok" dedi.
Bu sözlerin hemen ardından yeniden Burhan Yazar’ı aradık. Yazar da bu sefer, "Özel Çevre Kurumu yetkilileri Mogan Gölü’nde başkanımızı eleştirmişti. Balıklar ishal oldu demişlerdi. Ben de onlara cevap vermek için böyle bir espri yaptım" açıklamasını yaptı.
Bakınız... Başkent Ankara’da sayısız sorunlar var.
Kızılırmak suyu konusunda kimse ikna olmuş değil.
Bu kentte, trafik sorunu trilyonlar harcanan köprülü kavşaklarla çözülmeye çalışılıyor ancak başarılı olunduğu söylenemez.
14 yıldır tek metre metro hizmete verilebilmiş değil.
Gençlik Parkı, yıllardır kapalı, bir suç mekanı haline geldi.
Kuğulu Kavşağı’nda trafik, Rusya ile anlaşılamadığı için halen polis tarafından idare ediliyor. Akşamları trafik yine sıkışıyor.
Bunlar gibi daha bir çok sorun var bu kentte.
Ama bu kentin belediyesinin tepe noktasındaki isimler, espri bültenleri yayınlıyorlar.
Yukarıda saydığımız gibi daha onlarca konuyu yıllardır tartışıyoruz ama bir çoğu hala çözümsüz önümüzde duruyor.
Ne diyelim?
"Leyleğin ömrü, laklakla geçer."
Bu da unutulur
BÜYÜKŞEHİR Belediye Başkanı Melih Gökçek, ishal iddialarına karşı, kendince bulduğu bir yöntemle önlem aldı.
Hepimize 21 gün boyunca habersizce Kızılırmak suyunu kullandırttı.
Gökçek’in yönetim anlayışındaki en önemli sorun bu aslında.
Gökçek’e şunu sormak gerekiyor: "Bir belediye başkanı, insanların tüketecekleri suyu seçme özgürlüklerini nasıl olur da ellerinden alır?"
Ama merak etmeyin, bu da daha bir çok konu gibi, "Ben yaptım oldu" mantığıyla unutulup gidecek.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2008
NE yazık, televizyonlardaki tematik kanallar ne kadar da açtı ufkumuzu.<br><br>Zihnimizdeki belgesel tanımlarını genişletti. Artık belgesel deyince sadece doğayı izlemiyoruz.
Yaşamda yankısını bulan her konunun, belge niteliğinde görselliğe aktıralabildiğini öğrendik.
Devasa yapılar, herkesin anlayabileceği bilimsel deneyler, yüzlerce yıl önce küçücük bir tepede geçen ama bir kıtanın yazgısını geri dönülmez biçimde değiştiren bir meydan savaşı, teknik yapımlar, radikal bir sanatçının sayfalarda eskimiş gizleri ve daha neler neler.
Üstelik bu belgeseller sayesinde, teknolojik olarak kendimizi sınırlamamamız gerektiğini, bize dikte ettirilmeye çalışılan bazı durumların gerçek olmadığını da fark ettik.
Bu belgesellerden birinde ABD’deki bir çöp toplama alanının nasıl oluşturulduğu anlatılıyordu.
Devasa bir alanda, önce toprağa katlarca yalıtım yapılıyor. Çöp sularının yeraltı sularını kirletmemesi için.
Daha sonra onların üstüne borular döşeniyor. Çöp sularının toplanabilmesi için.
Daha sonra yeniden yalıtım yapılıyor. Ardından bacalar dikiliyor. Patlamalar olmasın diye.
Bunlar yapılırken uygulanan binlerce teknik detay var şüphesiz.
Ama sonuç şu.
Toplanan çöp suları, arıtılarak bölgedeki binlerce evin bahçe sulamasında kullanılıyor.
Bacalar aracılığıyla toplanan atık gazlarla da aynı bölgenin enerji ihtiyacı karşılanıyor.
Bizde çöplükten poşet uçuyor
Dünyada çöp alanı oluşturma teknolojisindeki bu gelişmeleri izlerken, Mamak Çöplüğü’nden uçan poşetlerin Doğukent Caddesi’ndeki yerleşim yerlerini nasıl çöplüğe çevirdiğini geçen hafta Ankara Hürriyet’te okudunuz.
Bazı konular vardır, her kuşaktan gazeteci mutlaka onunla ilgili bir haber yazmıştır.
Mesela Kars-Tiflis demiryolu projesi.
Mesela Ankara Metrosu.
Alın işte Mamak Çöplüğü.
Bunlar kangren sorunlardır.
Tam çözüldü dersiniz, yeni bir sorun çıkar.
Bundan yıllar önce Sincan Çadırlıktepe’ye çağdaş bir çöp toplama alanı oluşturuldu. Ancak 14 yıldır transfer istasyonları bir türlü hayata geçirilemedi.
Bizde hala çöp toplama alanından uçan poşetler, bir caddedeki yaşamı zindan ediyor.
Mamak Belediyesi Temizlik İşleri Müdürü Cengiz Topel Tekin ise, fazla mesai yaparak poşetleri topladıklarını söylüyor. Tekin, "Rüzgara yapılacak bir şey yok. Kağıtlar, poşetler uçacak biz de toplayacağız" diyor.
Aslında müdüre kızmaya gerek yok.
Tekin, çok önemli bir noktaya işaret ediyor:
"Mamak Çöplüğü, sadece Çankaya ve Mamak’ın atıklarını karşılayacak kapasitede. Ancak Ankara’nın tüm atıkları buraya geliyor. Sincan’daki çöp toplama merkezi açılmadığı için bütün çöpler, hala vahşi depolama yapılan Mamak çöplüğüne geliyor."
Müdür ne yapsın?
Ama ne yazık ki, artık tematik kanallar var.
Ve bizler insana değer veren, kent sağlığını bazı rantlardan daha öne alan, modern kent yönetimlerinin nasıl işlediğini bu kanallardan öğreniveriyoruz.
Taşlar şimdilik yerine oturdu
ANKARA Hürriyet defalarca gündeme getirdi.
Gündemde tuttu.
Haberlerimizi takip edip, gelişmeleri sizlere aktardık.
İstihbarat Şefimiz Eray Görgülü, bir an bile konunun peşini bırakmadı.
Kaybolan heykelleri, bunları ilişkin "düşündürücü" açıklamaları, müzenin tadilat bahanesiyle uzun yıllar boyunca Ankaralılar’dan koparılışını, tadilat sırasında sigortalanmadığını ve sanat müzesinin İlahiyat Fakültesi mezunu birine emanet edilmesini...
Bunların hepsini yazdık.
Resim ve Heykel Müzesi ile ilgili her haberi Ankara Hürriyet’ten okudunuz.
Daha sonra tadilat tamamlandı, müze yeniden ziyarete açıldı.
Daha önce yazmıştık.
İlahiyat Fakültesi mezunu bir müze müdürünün, görevin gereklerine uygun olup olmadığını sormuştuk.
Pektaş’ın bir sanat eğitimi alıp almadığını.
Geçen hafta arkadaşımız Özün Yeniay, müzenin yönetiminde yeniden değişiklik yapıldığını yazdı.
İlahiyat mezunu Özgür İzzet Pektaş görevden alınarak, Uludağ Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu olan eski müdür, Ömer Gündoğdu yeniden Resim Heykel Müzesi müdürlüğüne getirildi.
Müzenin yeniden bir sanatçının yönetimine teslim edilmesi umut verici.
Ancak şüphesiz bir müzenin iyi yönetilmesi için sanatçıya teslim edilmesi tek şart değil.
Çağdaş müzeciliğin, sorumlu ve hesap verebilir bir yönetim anlayışının ve en önemlisi, sanatı öne çıkaran bir bakış açısının hüküm sürmesi gerekiyor.
Bir başka deyişle, şimdilik "taşlar yerine oturdu" gibi gözüküyor.
Ancak bu bizlerin denetim görevinde rehavete düşeceğimiz anlamına gelmiyor.
Ankara Hürriyet, bundan böyle de objektiflerini bu tarihi müzenin üzerinden çekmeyecek.
Sanatçı değil sanatçılar
KANGREN konulardan birisi de Ankara’nın amblemi.
Hitit Güneşi’nin değişmesinden bu yana krizler aşılamadı.
Son olarak Atakuleli, minareli amblemin mahkeme tarafından iptal edilmesiyle birlikte bu kez de yeni amblem tartışması başladı.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, amblem için bir "sanatkarın çalışmalara başladığını" açıkladı.
Kentin hemen hemen bütün kesimleri bir noktada birleşiyor.
Yeni amblem belirlenirken "ortak akıl" gerekli. Yani toplumun tüm kesimleri, "bir sanatkarın değil", "sanatçıların önderliğinde" çalışmalı.
Genelde, "Ben yaptım oldu" anlayışındaki kent yönetiminin bu çağrıya nasıl yanıt vereceği halen net değil.
Ancak ortak akıla kulak verilmeyip, Ankara Kalesi’nin üzerine, iki minare, bir kaç da hilal konulup, yeni amblem diye önünüze getirilirse de şaşırmayın.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2008
BAŞKENT’e yakışmadığı, bu şehri temsil etmediği defalarca kez dile getirilen Atakuleli, minareli ambleme veda ettiğimiz kesinleşti. Geçen haftalarda mahkemenin bu ambleme yönelik iptal kararının ardından Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in artık bu amblemde ısrarcı olmayacağına dönük ilk işaretlerini Ankara Hürriyet’te okumuştunuz. Gökçek, o açıklamasında yeni amblem hazırlanabileceğine yönelik ilk sinyalini vermişti.
Bunun ardından, Gökçek’in tüm belediye birimlerine gönderdiği genelge de bu konudaki niyetini gözler önüne serdi. Ankara Hürriyet’in özel haberinin başlığı "Büyükşehir’den vedada ilk adım" biçimindeydi.
Gökçek, mahkeme kararına yönelik olarak Danıştay’a başvurup başvurmayacağı konusunda net bir beyanatta bulunmadı. Ancak bu genelge bundan böyle 13 yıldır Başkent’in mahkum edildiği "eklektik" amblem konusunda "havlu atıldığının" da işaretlerinden biri oldu.
Gökçek, son olarak da arkadaşımız Deniz Gürel’e amblemle ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Bugün Ankara Hürriyet’te okuyacağınız bu açıklamaya göre, "bir sanatkar yeni bir amblem için" çalışmalara başlamış durumda. Gökçek her ne kadar mahkemenin iptal ettiği amblemi, "eklektik" eleştirilerini doğrulayacak biçimde "bilinç akışı yöntemiyle" savunmaya çalışsa da artık Başkentlilerin bu amblemle vedalaştıkları kesintleşti sayılabilir.
Ancak burada yeni bir soru sormak gerekiyor.
Mahkeme 13 yıldır kullanılan Atakuleli, minarele amblemi iptal ettiğine göre...
Ve henüz belediye meclisinden yeni ambleme ilişkin yeni bir karar çıkmadığını düşünürsek.
Şu anda Başkent’in amblemi nedir?
Bu konuda iptal edilmeyen son amblem Hitit Güneşi olduğuna göre...
Ankara geçici de olsa bu amblemine yeniden kavuşmuş olmuyor mu?
Ya da daha kısa bir soru.
Gökçek ve Büyükşehir Belediyesi’nin de yeni amblem kararlaştırılana kadar Hitit Güneşi’ni kullanması gerekmiyor mu?
Gazetede iki atılım
ANKARA Hürriyet geçen hafta, çok önemli iki yeni atılım başlattı.
Bunlardan birincisi, her kent için önemli olan ancak bir Başkent’in kalkınması için başat rolde bulunan küçük orta ölçekli işletmelerle ilgili.
Bundan böyle her hafta çarşamba günleri Ankara’da ekonominin büyüyen yıldızlarına ilişkin çarpıcı, destekleyici ve yön gösterici haberler okuyacaksınız.
KOBİ sayfalarımızda kimi zaman ihracatın lokomotifi, kimi zaman da kentteki sermaye ve bilgi birikiminin önderlerini kendi ağızlarından dinleyip, tanıma fırsatı bulacaksınız.
Ekonomi uzmanlarının, bu işletmelere yönelik değerlendirmelerini sayfalara taşıyacağız.
Kısacası, "kentin görünmez kahramanları" artık Ankara Hürriyet’te kendilerini, sıkıntılarını, gelişimlerini ifade etme şansı bulacaklar.
Bir atölyedeki ustayı da, bir tezgahtaki kalfayı da, yurt sınırlarını aşarak ihracata destek olma çabasındaki girişimciyi de bu sayfalarda okuyabileceksiniz.
Turistin not defteri
Gazetede geçen hafta buluştuğunuz ikinci önemli atılım ise tüketiciye dönük, yol gösterici bir köşeydi.
"Turistin not defteri", girmekte bulunduğumuz tatil döneminde sizleri sıkıntılardan uzak tutacak, yaşadığınız sorunları aktarıp net yanıtlar alabileceğiniz, tüketiciye ait bir köşe olacak.
Turizm sektörünün tecrübeli ismi Seçim Aydın, bu köşede tüm sorularını yanıtlayacak. Aydın, hem Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) 2. Başkanlığı hem de Anadolu Turizm İşletmecileri Derneği (ATiD) Başkanlığı görevlerini yürütüyor.
Aydın’ın bilgi birikiminin, sektördeki tecrübesinin ve sivil toplum örgütü yöneticisi olarak sağduyusunun turizm sektörüyle ilgili sıkıntılar yaşayan herkesin sorularını gidereceğini düşünüyoruz.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2008
ANKARA, Başkent olmasından dolayı, siyasi iklimi sert bir kenttir. Bu sertlik, devletin merkezi olmaktan dolayı hemen hepimizin damarlarında yerini bulmuştur.
İstanbul’lu gazeteciler için Ankara’lı meslektaşları kravat, takım elbise, siyasi haberler demektir.
Başkent’te siyaset, haftasonları bile mola vermez, kırıcı, sert yapısını kolay kolay yumuşatmaz. Ama her insan gibi, siyasetçilerin içinde de zayıf, kırılgan, hasretle andıkları bir nokta hep vardır.
Ankara Hürriyet geçen hafta hazırladığı özel Anneler Günü dosyasında kent siyasetçilerinin bu ince noktalarına dokundu.
KÖFTE VE MÜCVER
Belediye başkanları, annelerini, onlarla ilişkilerini, özlemlerini, anlattılar. İşte o sayfa, katı, sert, tartışmacı mizaçlı siyasetçilerin ortak paydası oldu.
Siyaset stili tartışmaya en çok yaslanan politik kimliklerin başında gelen Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. Ve hemen her konuda onunla karşı karşıya duran Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz.
Gökçek, Ankara Hürriyet’e annesini anlatırken, 1993 yılında onu kaybettiğini söylüyor. Ardından, hepimizin içindeki bir duyguyu anımsatıyor:
"Çok güzel mücver ve köfte yapardı. Ne zaman bu iki yemeği görsem annem aklıma gelir."
Gökçek’le sık sık karşı karşıya gelen Eryılmaz, o günkü sayfada hemen Gökçek’in yanındaydı:
"Annem, ’Hayvan seven, insanları da sever, onlara kıyamaz’ derdi. Bu yaşımdayım annemin bu sözü bana hala rehberlik ediyor."
Ve hem Gökçek’in hem de Eryılmaz’ın hepimizi iç dünyamıza götüren anne cümleleri o gün siyaseti yumuşattı.
Hepimizin kişisel hafızasında bir anne yemeği vardır. Ve o yemek yeri gelir, şefkatin adı, yeri gelir sığınmanın tarifi olur. Annelerimizin bazı cümleleri kaç yaşımıza gelirsek gelelim kulaklarımızdan silinmeyecek.
KENDİSİ ÇOCUK
OLAN ANNE
Dün Anneler Günü’ydü.
Geçen yılki haberlerde, İstanbul’da en genç anne 17 yaşındaydı. Yani henüz lise çağında.
Henüz kendisi büyüyemeden, bir yaşam yeşertmeye çalışan bir çocuk. Kimbilir yaşı çok daha küçük, nüfus kağıdı olmayan kaç tane anne var bu ülkede?
Tadımızı kaçırmadan düşünmek gerek.
Bu ülkede hala anne ve bebek ölüm oranları çok yüksek.
Bu ülkede hala emekli maaşı kuyruklarında zorluklar çeken, aile içi şiddeti içine akıttığı gözyaşlarıyla göğüslemeye çalışan kadınlarımız var.
Ve bu ülkede hala bazı anneler çocuklarını yetiştirmek, doyurmak için hakkaniyetsiz koşullarda çalışıyorlar. Nazım’ın, dizelerindeki gibi:
"Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır/acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan/karabasanlar gibi çizer kadınların yüzünü."
Ve bazen anlamak için okumak yetmez, yazmak gerekir.
Kişisel takvimimizin hangi yaprağı dönerse dönsün, hepimiz annelerimize yaşattığımız acılarla yazıyoruz tarihimizi.
Ve kaç yaşımıza gelirsek gelelim, içimizdeki adalet terazisini hiç kaybetmememiz gerekiyor. Bilmeliyiz ki, içimizdeki bu terazinin denge noktası annelerimiz.
Acılarımızla yazdığımız, annelerimiz.
Büyü ve günün maviliği üzerine
HER gün yüz yüzeyiz o gerçeklerle.
Soğuk, çıplak, sert gerçeklerle. Ya da gerçeklerin yanılsamasıyla.
"Sana ne istediğimi anlatayım" diyor Blanche duBois.
"Büyü!"
"İnsanlara bunu vermeyi istiyorum. Onlara gerçeği değil, gerçek olması gereken şeyi göstermek istiyorum. Eğer bu günahsa, bu günah tüm lanetiyle bana ait."
Tenneessee Williams’ın Blanche’ı fısıldıyor kulağımıza.
Gerçek, o silahın hiç patlamamış olması. Gerçek, hiç bir boşluğun kirli ellerle doldurulmaması. Gerçek, hiç kirlenmemek.
İşte bu, büyü!
Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü öğrencileri, öğretmenleri yönetmen Levent Suner’in rejisini taşıyorlar sahneye. Tennessee Williams’ın unutulmaz eseri Arzu Tramvayı’nı.
Suyun öte yanından Yunanlı müzisyen Manos Hadjidakis’in notalarını, İris Anlıatamer’in buğulu, büyülü sesi kursağımızda bırakıyor.
Karşımızda patlayan bir volkan görüyoruz.
Ebru Özkan, tiyatro tarihinin en önemli karakterlerinden biri olan Blanche’a yepyeni, izleri silinmesi zor bir hayat veriyor. Blanche’ın "büyü"sü sahnede gerçeğe dönüyor. Karşısında "gerçek" ile Stanley’i canlandıran Sertan Müsellim var. Büyü ile gerçek arasında Stella rolünde Çiğdem Sarıhan. Ve dönüşümlü oyunlarıyla Mitch’i canlandıran Ömer Eryiğit ve Utku Oğuz.
YÜZÜMÜZDE BİR ESİNTİ
Blanche, büyüyü anlatıyor. İstanbul, tarihi tramvayı geçiriyor halen damarlarından. Hep ardından koşarak tutunmak istediğimiz o tramvayı. Çanı, metal tekerlerin demire çarpmasına eşlik ederken, bir elimiz ve ayağımız tramvayda, diğerleri havada...
Yüzümüzde bir kent esintisi. Yüzümüzde bir büyü.
Oyun bir arzuyu mu, bir tutkuyu mu anlatıyor?
Belki Orhan Veli’nin dediği gibi:
"Arzular başka şey, hatıralar başka."
Bir başkasında:
"Bir tren sesi/duymaya göreyim/iki gözüm iki çeşme."
O tren sesi ki, bir katarsis kimisine. Ve hemen öncesinde:
Bir büyülü anda, "günün maviliği ondan" diyebilmek için...
Blanche’ın fısıltısı "yırtılan bir ipek sesiyle" yankılanıyor.
Bir silah patlıyor. Bir baht dönüşü. Ve asla dikilemeyecek (yırtılamayacak) bir yazgı başlıyor.
Kaçırılmaması gereken bu oyun, her cuma DTCF Tiyatro Bölümü’nde sahneleniyor.
Ve o unutulmaz replik, kırmızı fenerin hemen yanında, havada asılı kalıyor:
"Bazen tanrı gülümser insana."
Yazının Devamını Oku