
Benim Namibya’m
“Afrika’da safari yapacağım için çok heyecanlıyım” dediğimde tur liderimiz “Safari, gezimizin bir parçası, biz Namibya’yı yaşamaya gidiyoruz” dedi. O zaman ne kastettiğini pek anlamamıştım. Eve döndükten sonra “Hadi anlat bakalım, neler gördün” sorularına sessiz kaldım. “Fil gördüm, zürafa gördüm, çölde yürüdüm” demek yetersizdi sanki…
Namibya’yı havadan gördüğüm an büyülendim. Johannesburg’dan Windhoek’a doğru süren 2,5 saatlik uçuş boyunca, uçsuz bucaksız bir manzara eşlik etti bana. Ne yeşil tepeler ne de bildiğimiz anlamda bir çöl... Aşağıda uzanan dümdüz savan otlakları, tamamen farklı bir dünya gibiydi. Ama en dikkat çekici olan o uzun, dümdüz çizgilerdi. Uçaktan bakarken ne olduklarına dair hiçbir fikrim yoktu. Ne bir şehir ne bir köy! Bu gizemli çizgilerin anlamını çok sonra öğrendim; meğer onlar, büyük çiftliklerin sınırları ve uzaklardaki yolların izleriymiş.
Uçağımız çevresi bomboş bir alana indi. Bizim dışımızda, bir uçak daha yolcu getirmişti. Pasaport polisleri, şahane güzel genç kadınlar, çok şık üniformaları ve bakımlı yüzleriyle gülerek karşıladılar hepimizi. Üzerinde yıldızlar ve minik bir tüy olan fötr şapkalarıyla polis memurundan ziyade tiyatro sanatçısı gibiydiler.
Alandan çıkıp dümdüz yolda giderken, yapraksız ağaç dalları arasından sızan kıpkırmızı günbatımı inanılmazdı. Büyü devam ediyordu.
Havaalanından başkent Windhoek arası yaklaşık 70 km, yol boyunca hiç ama hiç yerleşim yok. Bunun nedenini sonraki günlerde daha iyi anladım. Namibya, Türkiye yüzölçümünden az biraz büyük olmasına rağmen nüfusu 3 milyon. Yüzölçümüne göre nüfusu en az ülkelerden.
Evler tel çitlerle çevrili
Windhoek küçük bir Avrupa şehri havasında. Geniş caddeler, en fazla 3-4 katlı binalar, bunlar da
resmi binalar, oteller, işyerleri... Yüksek duvarlar arkasında tek katlı evlerden (belli ki modern ve şık evler) oluşan sitelerde beyazlar yaşıyor. Siyahların siteleriyse yine tek katlı ama baraka gibi. Ancak her ikisinin de ortak özelliği duvarların üzerindeki tel çitler. Ne yazık ki burada da güvenlik nedeniyle bütün yerleşimler kendilerini koruyorlarmış. Şehrin en popüler geniş caddesi, alışveriş dükkânları olan yerde, gece tek başına sokağa çıkmak oldukça riskliymiş.
Ertesi gün, yaklaşık 2 bin kilometre olan yolculuğumuza başlıyoruz. Grupta 8 kişiyiz, tur liderimiz Faruk Bey ve Namibyalı şoförümüz Richard ile toplam 10 kişi bir minibüse sığdık. Bavullarımız minibüsün arkasında bizi takip eden römorkta. Trafik soldan işliyor ve yolumuzun dörtte üçü toprak. Bavulların sadece dışı değil, içine kadar toz toprak doldu.
Yol, çevremiz, bütünüyle doğa parkı gibi. Kilometrelerce gidiyorsunuz, bırakın köy-kasaba, tek bir bina görülmüyor. Çevre, yarı çölsel, dikenli çalı, funda savanalarıyla dolu. Buraya özgü altın renkli akasyalar, değerli ana ağacı gibi geniş bir florası var. Gündüzün sıcak ve kuru havası, güneş batınca serinliyor. Tüm yolun iki tarafı düzgün çitlerle kaplı. Yerleşim yerlerinin ve milli parkların haricinde gördüğümüz her yer özel arazi ve beyazlar tarafından sahiplenilmiş.
Kaldığımız lodge’lar (loca-baraka) bu özel arazilerin/çiftliklerin içinde. Her biri birbirinden güzel, yeterli seviyede konforluydu. Yabani hayvanlar bu özel parklarda özgürce yaşıyorlar, beslenmeleri, hastalıkları, nüfusları kontrol altında, takip ediliyor. Özellikle kaçak avcılardan korunuyor.
İşte karşımızda bir fil ailesi. İki küçük yavru, anne ve teyzeleriyle birlikte dolaşıyor. Sabah odanızın kapısını açıp minik bir impala (orta boy bir tür antilop) ile karşılaşmanız büyük bir olasılık.
Zürafayla selfie
Yaşadığım en unutulmaz anlardan biri, karşıma aniden çıkan devasa zürafayla göz göze gelmemdi. Koca gövdesi ve zarif adımlarıyla yanıma yaklaşırken heyecanla telefonumu çıkarıp bir selfie çekme cesaretini gösterdim. Bir an için nefesimi tuttum; devasa boynunu eğip sanki poz verir gibi fotoğrafıma katıldı. O an, vahşi yaşamın bu kadar yakınında olmayı gerçekten hissettim.
Namibya gezimizin en büyüleyici bölümlerinden biri, Etosha Milli Parkı’nda yaptığımız safari. Gezimiz sırasında yol üzerinde antilop, zürafa gibi hayvanlara sürekli rastladık. Ancak burası bambaşka. Afrika’nın en büyük savan koruma alanlarından biri olan Etosha Milli Parkı’nın sonsuzluğa uzanan savanalarında müthiş bir maceranın içine çekildiğinizi hissediyorsunuz.
Sonu olmayan yollarda, açık alan labirentlerde dolaşıyoruz. Karşılaştığımız her otomobilin penceresinden bir objektif uzanmış, enteresan bir kare yakalama peşinde.
Özellikle sabah ve akşam saatlerinde çöldeki vahaya hayvanların su içmek için gelmelerini seyretmek, muhteşem! Suya ilk önce sürü halinde çoluk çocuk filler geliyor. Diğer hayvanlar biraz uzakta bekliyor. Zürafalar ön ayaklarını iki yana genişçe açıp zarafetle su içiyor. Daha sonra zebralar, ardından antilop ve domuzlar geliyor. İşin en etkileyici yönü herkes birbirini bekliyor, sıra kapmaca, kargaşa yok. Hakkın böyle adil şekilde kullanıldığını görmek, doğal yaşamın büyüsüne kapılmak için yeterli bir neden bence.
Dolaşmaya devam ederken bir ara, telsizden aslan göründüğü mesajı geldi. Şoförümüz hızlandı ve gözlem noktasında durdu. Yaklaşık 500-600 metre uzaklıkta bir mesafede devasa bir fil yerde yatıyordu. Dürbünle baktık. O sırada ağaçların gölgesinden iki aslan süzülerek geldi ve yavaşça fili yemeye başladılar. Zaman zaman biri öne doğru geliyor, filin üstüne çıkıyor, geri dönüyor. Yaklaşık yarım saat sessizce izledik. Rehberimiz muhtemelen yaşlı bir fil olduğunu, aslanların onu yere yıktığını ve orada öylece öldüğünü söyledi. Ne korku ne de üzüntü hissettim; her şey o kadar doğal ve olması gereken gibiydi ki... O an, insanların birbirine yaptığı zulüm aklıma geldi. Doğa bu kadar dengeliyken, insanın içindeki yıkıcılığa anlam vermek güçtü.
Anaerkil bir köy
Ülkede yaşayan birçok farklı kabile var. Biz bir Himba köyünü ziyaret ettik. Yarı-göçebe olan bu kabilede, diğer kültürlerin etkisi çok az. Kadınları, karışık saç şekilleri, değişik takıları ve çıplak bedenleriyle heykelsi bir güzelliğe sahip. Anaerkil bir toplum. Topraktan yapılmış basit çadır formunda evlerde yaşıyorlar. Köyün ortasında mutlaka ateş yanıyor. Ateş kutsal. Yemeklerini dışarıda pişiriyorlar.
Kadınlar koku veren bitkilerle tütsü yapıp bedenlerinin kıvrımlarına dumanını sürüyor ve bu sayede güzel kokuyorlar. Derilerinin güneşten zarar görmemesi için keçi yağı, birtakım otlar ve kırmızı boyadan yaptıkları karışımı sürüyorlar. Ciltleri pürüzsüz ve koyu kırmızı renk. Kadınlar el şaklatarak, kollarını aşağı yukarı hareket ettirip, bacaklarını kırıp, belden yaylanarak iri adımlar atıp, yüksek sesle bağırıp sıçrayarak, kendi etraflarında dönerek dans ediyorlar. Danslarına eşlik ettiğim için figürleri bu kadar detaylı anlatabiliyorum.
Namibya’nın orta ve kuzey bölgelerinde, etkileyici yaban hayatını gözlemledikten sonra batıya doğru devam ediyoruz. Kunene bölgesindeki Twyfelfontein Koruma Alanı’nda Afrika’daki en büyük kaya resimlerini ve oymalarını görmeye gidiyoruz. Çok iyi korunmuş oymaların çoğu gergedan. Ayrıca fil, devekuşu ve zürafa görüyoruz. Kırmızı aşı boyasıyla insan figürleri, insan ve hayvan ayak izleri çizimleri de var. Burası, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.
Sıradaki durağımız, ülkenin en dikkat çekici bölgesi. Uçsuz bucaksız kızıl renkli Namib Çölü ve çölle birleşen Atlas Okyanusu. Bu bölge, dünyanın en kurak yerlerinden biri olup Nama dilinde ‘hiçbir şeyin olmadığı alan’ anlamına geliyormuş. Namib Kum Denizi, en eski ve en yüksek ve değişken kum tepelerini, kumul alanlarını içeren dünyadaki tek kıyı çölü ve burası da UNESCO Dünya Doğa Mirası Listesi’nde.
Afrika’nın bu gizemli köşesinde İskelet Sahili adı verilen kumsalda çok sayıda gemi enkazı yatıyor.
Atlas Okyanusu’nun uçsuz bucaksız maviliği ve dalgaların kıyıya vururken oluşturduğu beyaz köpükleri, kum tepelerinin kızıllığını ve ihtişamını, kurumuş nehir yatağını, enkaz yığınlarını ve diğer her şeyi, havadan minik uçağımızla yaptığımız bir saatlik gezide izlemek olağanüstü bir deneyimdi.
Cape Cross adını, bu topraklara denizden ilk gelen, Portekizli bir denizcinin diktiği taş haçtan alıyor. Burası aynı zamanda dünyanın en büyük fok kolonisine sahip. Karada, kayalıklarda ve suda binlerce fok var. Sahile uzun bir yürüme parkuru yapılmış, yürüyerek fokları yakından izleyebiliyorsunuz. Sesler ve koku biraz rahatsız edici ama yaşamları kesinlikle görülmeye değer. Kimi anne yavrusunu emziriyor, kimi sırtüstü yatmış uyuyor, kimi kayalıklar üzerinde inip çıkma mücadelesi veriyor. Bazıları denizde büyük dalgalarla boğuşuyor, belli ki çok eğleniyorlar.
Namibya’nın ikinci büyük şehri Swakopmund’da bitiyor yolculuğumuz. Burası son durak. Atlas Okyanusu kıyısındaki kent adeta çölde karşınıza çıkan bir vaha gibi. Palmiyelerle süslü sahili, sömürge döneminden kalma tarihi binalarıyla kendine has bir atmosferi var. Kafeleri, alışveriş dükkânları, feneri, kilisesiyle ‘Çöldeki Düsseldorf’ olarak da anılıyormuş.
Rüya gibi bir ülkede, son derece güzel bir doğanın içinde, aklım ve gönlüm bu topraklarda kalarak geziyi tamamladık. İnsan tarafından yıpratılmasa, doğadaki yaşamın ne kadar adaletli, saygılı, eşitlikçi olabileceğini gözlemlediğim bu topraklara tekrar tekrar gitme arzum ağır basıyor.
BİR MARTI, BİR FOK AİLESİ VE BİR PELİKANLA BALİNA İZLEDİK
Atlas Okyanusu kıyısındaki Walvis Bay (Balina Körfezi) ülkenin en büyük üçüncü nüfusuna sahip şehri ve liman kenti. Evleri, marinası, dükkânları, yaşam tarzıyla Amerikan kıyı kasabalarını andırıyor. Çok geniş, hatta devasa bir koy ve liman burası. Kum birikintilerinden doğal olarak oluşmuş uzun ve geniş bir mendirek var. Ucuna yakın yerdeki fenere, özel izin ve araçlarla karadan da gidebiliyorsunuz. Biz, bir katamaran tekneyle açıldık. Teknemize ilk önce bir martı yerleşti, sonra bir fok ailesi, sonra bir pelikan, hep beraber sefere çıktık. Fenere kadar gittik. Burası değişik kuş sürülerine ve yine foklara ev sahipliği yapıyor. Sonra telsizle haber geldi, koyun hemen dışında balinalar görülmüş, biz de hızlanıp yaklaştık ve evet, çok şanslıydık. Balinalar suya daldı, kuyruğunu salladı, sudan çıktı, yüzgeçlerinden su fışkırttı. Bir saat boyunca süren bu görsel şöleni, bu kıyılardan çıkan taptaze istiridye ve şampanyayla sonlandırdık.
ANTİLOP ETİ VE YEREL ŞARAPLAR
Namibya mutfağı oldukça ilginç ve yemekler damak tadımıza çok uygun. Ülkede en çok et yeniyor. Yüksek kalitede biftek ve koyun etinin yanı sıra geyik, devekuşu, zebra, antilop gibi av hayvanları ve istiridye, balık gibi deniz ürünleriyle çeşitleniyor. Namibya’nın ulusal antilop türü olan springbok ve yerel şarapları, tadı damağımda kalan lezzetlerden.