Zeynep Göğüş

Yağmanın yıldönümü

10 Nisan 2004
<B>ÖNÜMÜZDEKİ </B>13 Nisan, İstanbul’un Haçlı ordularına tesliminin 800’üncü yıldönümü. Demek ki 4’üncü Haçlı Seferi’nin üzerinden tam 800 yıl geçmiş. Haçlı seferlerinin dördüncüsü, bizi diğerlerinden biraz daha ilgilendiriyor; çünkü işin içine İstanbul da karışıyor.

800 yıl önce Orta Fransa’daki Lyon’dan kalkıp yollara düşen ve‘Konstantinopolis’i işgal eden Haçlılar, 13 Nisan 2004 günü şehre girmişler ve tarihe geçen bir yağmalama eylemini gerçekleştirmişler. Yağmanın ardından Bizans imparatoru tahttan indirilmiş ve yerine Latin İmparatorluğu kurulmuş. Bu imparatorluğun başına, bugün Belçika olan Flandre’ın Kontu Baudouin geçmiş.

* * *

İstanbul’u işgal eden Haçlı kuvvetleri, şehre Venedikliler tarafından deniz yoluyla taşınmış. Çünkü o sırada Venedik ile Bizans arasında yoğun bir ticari rekabet yaşanmaktaymış. Sonuçta Haçlılar, 53 yıl boyunca Konstantinopolis’te kalmışlar. Neresinden baksanız yarım yüzyıl, az bir süre değil.

İstanbul, Latin Krallığı’na dönüşünce Bizanslılar imparatorluğu İznik ve civarında sürdürmüşler. Cenevizlilerden yardım alıp ‘Konstantinopolis’i yeniden ele geçirmişler.

4’üncü Haçlı Seferi tam anlamıyla amacından sapmış. Müslümanlara karşı savaşmak üzere yola çıkanlar, Ortodoksları kılıçtan geçirmişler.

* * *

Öğrendiğime göre Fransa’nın Lyon şehri başpiskoposu, önümüzdeki günlerde İstanbul’a gelip dünya Ortodokslarının ruhani lideri Patrik II. Bartholomeos’tan özür dileyecekmiş.

Haçlı seferleri sadece din adına yapılan savaşlar mıdır, yoksa geri planında ekonomik nedenler de var mıdır? Tarihin parametrelerini din kadar ekonomi de belirler. Haçlı savaşlarının başladığı dönemlerde Avrupa’da nüfus patlaması var. Tarım alanları genişlediğinden yeni pazarlara gerek duyuluyor. O sırada Doğu’nun tüm ticaret limanları Müslümanların elinde. Anadolu’da Selçuklu tehdidi büyüyor. Haçlılar için Kudüs’ü ele geçirmek kadar ticaret yollarına egemen olmak da önemli.

4’üncü Haçlı Seferi’nin sonucunu ise gördük. Bizans Türklere karşı yardıma çağırıyor, ama Haçlılar gelip onları kovuyor.

* * *

Tarih kuşkusuz pek çok dersle dolu. Fakat sonuçta önemli olan Avrupalıların, Türklerin ve Yunanlıların kendileri farkında olmasalar da ortak bir hafızaya ve bilinçaltına sahip oluşları. 4’üncü Haçlı Seferi ve İstanbul’un bundan 800 yıl önce geçirdiği yağma, ortak hafızada İstanbul’un ‘düşüşü’ ya da Türkler tarafından ‘fethi’ kadar önemli bir katman.

Fransızların ve Belçikalıların bugün hálá İstanbul’a ve oradan yola çıkarak da Türkiye’ye ve hatta AB üyeliğimize bakışlarında 53 yıllık Latin İmparatorluğu macerasının izleri kaybolmuş olamaz.
Yazının Devamını Oku

Kayıp kutupyıldızı

3 Nisan 2004
<B>MOSKOVA’</B>nın şık alışveriş caddelerinden birinde yürüyorum. Işıl ışıl mağazalar, Rus ekonomisindeki hızlı düzelmenin habercisi. Karşıma birden tanıdık bir marka çıkıyor. Pierre Cardin’den ya da Donna Karan’dan söz etmiyorum. Nüfus kütüğünde Osmanbey yazan bir marka bu: ‘Adil Işık’... Rusya’da başka Türk markaları da var.

İçi müşteri kaynayan mağazaya bakıp şunu anlıyorsunuz: Türkiye kendi gücüne bir inansa, hayatımız bambaşka bir düzeye çıkabilir. İlle de Avrupa’da, Amerika’da mı marka olmak zorundayız?

İşte 144 milyon nüfuslu Rusya pazarı kendine geliyor. Moskova’da marka olmak New York’ta, Paris’te tanınmaktan daha mı az önemli? Hayır. Üstelik bu dev pazar burnumuzun dibinde. Moskova uçuş mesafesi olarak İstanbul’a Londra’dan da, Berlin’den de, Paris’ten de çok daha yakın. Moskova Büyükelçimiz Kurtuluş Taşkent’in dediği gibi, ‘Bütün mesele zihinlerdeki uzaklığı aşmakta’...

* * *

Yeniden seçilen Putin’in ilk dört yıllık döneminde her yıl ortalama yüzde 6.5 oranında büyüyen Rusya ekonomisindeki olumlu gelişmeleri duydukça, ‘Aman daha da iyi olsun, bir an evvel kendine gelsin’ diyorum.

Sovyet İmparatorluğu’nun 1991’deki çöküşünün ardından tek kutuplu kalan dünya iyi bir yer olmadı. Hiç kimseyi başıboş bırakmaya gelmediğini, tek kutupluluğun zararlarını hep birlikte gördük.

Astığım astık, kestiğim kestik bir Amerika ile dünya eskisine oranla daha tekin bir gezegen haline gelmedi. İki kutupyıldızından birinin kaybolması dünyayı aydınlatmadı, tam tersine terörüyle ve savaşlarıyla ruhumuzu kararttı.

* * *

Moskova’da kişi başına milli gelir 5 bin 500 dolarla ülke ortalamasının beş katına yaklaşmış. Rusya’da çok zengin bir zümre oluştuğunu, gelir dağılımındaki adaletsizliği buluyoruz. Yine de dört yıl öncesiyle kıyaslandığında ortalama bir ailenin gelirinde görülen artış yüzde 53 oranında.

Putin’in ilk kez iş başına geçtiği dört yıl öncesine göre ücretlerde yüzde 86 oranında yükselme var. Yeni dönemde beklenen diğer önemli değişiklik, Putin’in güçlü bölge valilerine ve karanlık yollardan para kazanan büyük iş sahiplerine kendisini desteklemeleri karşılığında göz yummaktan vazgeçmesi.

Amerika’ya tekstil ihraç etmek için harcadığımız enerjinin onda birini Rusya pazarına neden ayırmıyoruz? Orta vadede Türkiye’ye Rusya’dan yılda 4 milyon turist geleceği hesaplanıyor ki, bu rakam bugün birinci sırada olan Alman turist sayısını katlıyor. Rus turistlerin alışveriş potansiyelini de unutmamak gerek.

Gelecek planlarımıza Rusya’yı dahil etmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Yabancı seçmene hazırlık

27 Mart 2004
<B>YARINKİ </B>seçimlere AB üyesi bir ülke olarak girseydik, Alanya'ya yerleşen Almanlar, Bodrum'da oturan İngilizler de oy kullanabileceklerdi. Alanya belediye başkanlığına göz diken aday, ilçede sürekli ikamet eden 2 bin 500'e yakın Alman seçmen için Almanca el ilanları bastıracak, kilise açtırma vaadinde bulunacak ve oturdukları sitelerin çöpünü toplamamazlık edemeyecekti.

Laf Almanlardan açılmışken, ilginç bir bilgiyi de araya sıkıştırmadan edemeyeceğim. Şu anda sadece İstanbul'da 7 bin Türk, Almanca kurslarına gidiyor. Bu rakam, tüm Fransa'da Almanca öğrenenlere eşitmiş.

AB kurallarına dönersek, üye ülkelerde ikamet eden her AB vatandaşı, o ülkenin vatandaşı olsun ya da olmasın, yaşadığı ülkenin yerel seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip. Hatta bazı Avrupa ülkeleri, Türklere de bu hakkı tanıdılar.

* * *

Seçim kampanyası sırasında bazı adaylar, başkan seçildikleri takdirde yönettikleri belediyeyi AB standartlarında yöneteceklerini söylediler.

Gerçekten yerel yönetimlerde bir AB standardı var mı? Varsa ne anlama geliyor?

Öncelikle bilinmesi gereken, AB'ye üye ülkelerin yerel yönetim sistemleri birbirinin aynı değil. Ancak AB içinde geliştirilen ortak bir yerel yönetişim kavramı var. Bu anlayışın özelliği, yerel yönetimde katılımcılığın desteklenmesi. Ayrıca Türkiye'nin de gündeminde olan AB fonlarının kayda değer bir bölümü, yerel ve bölgesel yönetimlere ayrılmış durumda.

AB ile önemli bir farkımız, orada belediyelerin kendi kaynaklarını kullanmada ileri bir aşamada olmaları. AB fonlarının kullanımı çerçevesinde ve katılımcılık prensibi sayesinde AB belediyeleri, geleneksel belediye hizmetlerinin çok ötesine geçtiler. Sosyal refahı geliştirmeye yönelik merkezi yaklaşımlar, belediyelere devredilmiş durumda. Örneğin, işsizlikle mücadele ve ekonominin canlandırılması ile ilgili yetkiler belediyeler ait.

* * *

AB sürecindeki Türkiye'de yerel yönetimler, planlama ve uygulamada daha aktif rol almaya başlayacak. Örneğin, Türkiye'nin AB'ye katılım sürecinde alacağı mali yardımların büyük bölümü, ‘‘Ekonomik ve Sosyal Uyum’’ için harcanacak. Bu kapsamda dağıtılacak fonlardan çoğunlukla yerel yönetimler yararlanacaklar.

Yerel yönetimlerin söz konusu fonları kullanma kapasitesi var mı? Önümüzdeki dönem bu işlerin öğrenilmesi gerekecek. Bizde belediyelerin vergi toplama yetkisi sınırlı. Oysa AB fonlarının kullanımında bildiğimiz kadarıyla yüzde 25 oranında yerel katkı gerekiyor.

Görünen köy kılavuz istemez. Alanya'da yerleşik Almanların en talepkár seçmen olarak hayatımıza gireceği gerçeğini de yabana atmadan, 29 Mart'tan itibaren belediyelerin AB işini ciddiye almaları gerekecek.
Yazının Devamını Oku

Mandolin çal Selami Amca

20 Mart 2004
<B>ESENTEPE </B>Gazeteciler Mahallesi'ndeki komşumuz <B>Selami Akpınar, </B>hayattaki en yaşlı gazeteci olmalı. 89 yaşındaki <B>Selami </B>Amca, <B>Hıfzı Topuz'</B>la birlikte hafta sonu babamı ziyarete geldi. Mandoliniyle birlikte.

Yıllar önce Japonya'dan satın aldığı mandoliniyle bize ‘‘Üsküdar'a giderken aldı da bir yağmur’’u çaldı. Sonra onlar anlattı, ben dinledim.

Yıl 1959. Türkiye'nin başında Amerika'nın desteklediği Menderes hükümeti var. En ufak bir eleştiride gazetecilerin hapse atıldığı bir dönem.

Aynı yıl Türkiye'ye gelen Amerikalı gazeteci Pulliam, ülkesine döndüğünde bir makale yazıyor. Başlığı: ‘‘12'ye 5 var.’’ Pulliam, Demokrat Parti hükümetinin sonunu iyi görmüyor.

Selami Amca o sırada Vatan'da, babam ise Kim Dergisi'ni çıkarıyor. Vatan, Kim, Ulus ve Nazilli'de 20 adet satan Kervan adlı bir gazete Pulliam'ın yazısını ‘‘iktibas’’ ediyorlar.

Sen misin elin Amerikalısının yazısını alıp da yayınlayan. Selami Amca, Vatan'ın sahibi Ahmet Emin Yalman, Nazilli Kervan Gazetesi'nin sahibi Azmi Erdem, Ulus'tan Beyhan Cenkçi ve Kim'in sorumlu neşriyat müdürü ikişer yıl hapse mahkûm oluyorlar.

Ancak bu beşlinin içinde babam yok. Allah'tan yok; çünkü daha yeni Yozgat hapishanesinden dönüş yapmış.

Babam neden yok? Çünkü tam o sırada Londra ve Zürih anlaşmaları imzalanıp Kıbrıs sorunu çözülmüş. Türkiye ile Yunanistan arasında bahar havası esiyor. İlk kez bir Türk gazeteci heyeti, Burhan Felek başkanlığında Atina'ya gidiyor. Aralarında babam da var.

Ve babam giderken bir haftalığına yerine sorumlu müdür olarak Şahap Balcıoğlu'nu bırakıyor. 12'ye 5 kala yazısı tam da o haftaya denk geliyor ve babamın yerine hapse giren Şahap Balcıoğlu ancak 27 Mayıs sabahı serbest bırakılıyor.

* * *

Bu anıları önemli bulduğum için yazdım. Birincisi, Demokrat Parti'nin son döneminin demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını, hayattaki tanıklarının ağzından yeni kuşaklara aktarmak istedim.

İkincisi, Türkiye 50 yıldır ilk kez yüzde 50'nin üzerinde çoğunluğa sahip bir parti tarafından yönetildiği için duyduğum tedirginlikten dolayı yazdım. Zaten bize gelen duyumlara göre Başbakan'ın kendisi de bu kadar yüksek oy istemiyormuş.

* * *

İstanbul ve Ankara'da yüzde 60 ve 70 oranlarında AKP'ye giden oylar bize neyi anlatıyor? Bu sonuçların Anadolu taşrasının kent üzerindeki galibiyeti anlamına geldiği aşikár.

İstanbul'un burjuva semtlerindeki ‘‘kurtarılmış CHP bölgeleri’’ kent kültürünü korumaya yetecek mi? Yoksa Ümraniye'deki spor salonunda yaşanan ‘‘kasabaya gávur geldi’’ zihniyeti kent kültürünü ezecek mi? Atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra 80 yılda elde edilen çağdaş yaşam kültürü nasıl korunacak?

İyisi mi mandolin çal Selami Amca bize. Üsküdar'ı çal.
Yazının Devamını Oku

Bela geliyorum diyor

13 Mart 2004
<B>AVRUPA </B>ve ABD'nin Ortadoğu'ya istikrar ve demokrasi getirme projesinde dayandıkları tek sağlam ülke var. Bu ülke Türkiye.

Ortadoğu'ya demokrasi nasıl gelecek? Bir zamanlar siyaset bilimcilerin, Üçüncü Dünya ülkelerinin önüne koydukları modelin adı Kemalizm idi. Kemalizmin bugün hálá taşıyıcısı olan Türkiye, şimdi yine model ülke olarak gözde.

Böyle olması ise Türkiye'yi terörün doğal hedefi yapıyor.

ABD'nin önayak olduğu Büyük Ortadoğu Projesi üzerinde yazıp çizerken Avrupa'nın bölgeye bakışını göz ardı ettik. Oysa demokrasi ve istikrara kavuşmuş bir İslam coğrafyası, asıl Avrupa için önemli. Avrupa o coğrafyaya çok daha yakın ve kendi içindeki Müslüman nüfus giderek artıyor.

Her ne kadar El Kaide'nin yaptığı açıklamalarda hedefin Amerika olduğu belirtiliyorsa da son olarak bombaların patladığı yer İstanbul ve Madrid.

İstanbul'daki saldırıda 40 kişi birden hayatını yitirebilirdi. Madrid ise anılardan silinmesi mümkün olmayan bir katliam.

Türkiye her yerden fazla terörün hedef ülkesi. Bu gerçeği hiç unutmadan Madrid'de yaşanan vahşetten ders çıkarmalıyız.

Ama nasıl?

* * *

Terör nerede bir gevşeklik yakalarsa oradan vuruyor. Avrupa'da trenlerin hedefte olduğu epeydir biliniyordu. Örneğin Fransa, özel ekipler kurup tüm demiryollarında güvenlik taraması yaparak tedbirini aldı, denetimlerini artırdı ve bunu duyurdu. Bombalar da gitti Madrid'i vurdu.

Çok özel bir dönemden geçiyoruz. İslam coğrafyasının demokratikleşme projesinde kilit ülkeyiz. Bu yüzden de doğal hedefiz. En küçük bir güvenlik zaafı Türkiye'ye çok pahalıya mal olabilir.

Önümüzde turizm mevsimi var. Özellikle kıyı şeridimizde çok ciddi önlemler alınması gerekiyor.

Farklı bir dönem yaşadığımıza göre, terör potansiyeli taşıyan tüm etnik ve radikal dinci örgütlerin çok ciddi biçimde izlenmeye alınması gerekiyor.

Ama bir de bakıyorsunuz, izlemeye alınanlar Avrupa Birliği ve ABD yanlıları!.. Ve masonlar. Ayrıca ruh çağıranlar falan.

* * *

Kaymakamlığa yazı gönderilip Türkiye'nin AB projesini destekleyenlerin fişlenmesi isteniyor. O sırada bombalar patlıyor.

Türkiye'nin gerçek güvenlik tehdidi nedir? Toplumun yüzde 70'inin desteklediği bir çağdaşlık projesi olan AB üyeliği mi, yoksa etnik ve radikal dinci örgütlerin taşıdığı terör potansiyeli mi?

Önümüzde turizm mevsimi var. Ve 21'inci yüzyılda terörle mücadele fişleme ile yapılamayacak kadar ciddi bir iş.

‘‘Yok hayır, tehdit bana teröristten değil toplumun kendisinden geliyor’’ diyorsanız AB yanlılarını fişlemeye devam ediniz.
Yazının Devamını Oku

Erkek kotası: Yüzde 96

6 Mart 2004
<B>ELMADAĞ'</B>daki Divan Oteli'nde bir akşam. 20 yıl önce, mevsim kış. Giriş katındaki bir salonda iş dünyasının kapalı bir yemeği var. Davetin onur konuğu Claude Cheysson. Bu Fransız siyaset adamı, o sırada Avrupa Birliği'nin ikinci adamı konumunda.

Bu satırların yazarı o sırada Milliyet Gazetesi'nin dış haberler servisinde muhabir. Ve Divan'daki yemeği izleyen tek gazeteci. Cheysson'un Türkiye ziyareti o gün Türk medyası nezdinde o kadar önemsiz ki zaten oraya yazı işlerinden talimat almadan kendim gitmişim. Nitekim yazdığım haber ertesi gün gündeme bile alınmayacaktı. Avrupa Birliği'nde uzmanlaşmaya çalışan gazeteciye uçuk gözüyle bakıldığı günlerdeydik henüz.

Şimdi düşünüyorum da 20 yıl önce gazetecilik diliyle ‘‘arşive manşet olan’’, yani çöpü boylayan haberim bugünleri öngören bir kehanet metniymiş. Çünkü yaşını başını almış Cheysson bana aynen şunu söylemişti:

‘‘Bir sürü toplantıya girip çıkıyorum. Sanki burası kadınsız bir toplum. Kadını toplumda görünür kılmadan Avrupa Birliği'nde yer alamazsınız! Bu açıdan çok önemli bir kültürel fark görüyorum.’’

* * *

Aradan 20 yıl geçmiş, Avrupa Birliği bugün de karşımıza kültürel fark diye dikiliyor. Din farkı dememeye özen gösteriyorlar. En önemli gerekçeleri de Türkiye'deki kadın erkek eşitsizliği.

Hemen pek çoğumuzun itirazını duyar gibi oluyorum: ‘‘Türk kadınına hakları Avrupalılardan bile önce verilmiş, ama kadınlarımız bu haklarını yeterince kullanamamış.’’

Suç kadınlarda, öyle mi?

Ne var ki buradaki itirazınız, eşitliğin geçen yüzyılın derinliklerinde kalmış köhne bir tanımı üzerine kurulu. Günümüzün eşitlik anlayışı ise bundan biraz farklı. Bugün artık eşit hak tanımak demokratik bir toplum oluşturmada yeterli sayılmıyor. Tersine, eşitliğe ulaşmada kadınların farklı haklardan yararlanmaları gerektiği savunuluyor.

* * *

Tam da bu noktada siyasetteki ürkütücü kadın eksikliği meselesine geliyoruz. Türk parlamentosundaki erkek ‘‘kota’’sı yüzde 96! Kadın milletvekili oranı ise sadece yüzde 4.

526 erkeğe karşılık 24 kadın!..

Bütün dünya bu eksikliği demokrasi adına kadınları siyasette destekleyici sistemler getirerek düzeltiyor. Bu işi kotasız başarmış ülke yok. Türkiye'nin erkekleri ise bu yaklaşımı eşitlik ilkesine aykırı buluyorlar, bazı kadınlarımız da bu erkek söylemine çanak tutuyorlar.

Türkiye'de okuma yazma bilmeyen 5 milyon 700 bin kadın var. Meclis'te yüzde 96 erkek kotası var. Yerel seçimler de benzer sonuç verecek.

Siz hangi eşitlikten söz ediyorsunuz?
Yazının Devamını Oku

Bir kadına iki çocuk

28 Şubat 2004
<B>BUNDAN </B>35 yıl kadar önce Türkiye'de kadınlar Batılı zengin soylular ve büyük burjuvalar gibi ortalama beşer çocuk doğuruyorlardı. 1970'in resmi istatistikleri böyle söylüyor. Aradan 20 yıl geçip de 1990'a varıldığında bu tablo hızla değişmiş, kadın başına düşen ortalama çocuk sayısı üçün bile biraz altına inmişti. Şimdi Türk kadını da gelişmiş ülkelerdeki hemcinsleri gibi nüfusun artmadan kendini yenilemesi için gerekli sayıda çocuk doğurmaya başladı. Bu sayı iki çocuktur.

Nüfus artışımız ciddi hız kesti. Öyle ki Avrupalıların 100 milyonluk Türkiye kábusu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Hatta ufukta 90 milyonluk Türkiye bile görünmüyor. Devlet Planlama verilerine göre 2010'da 76 milyon, 2025'te 88 milyon Türk olacağız.

Muhtemelen 85 ile 90 milyon arasında nüfusumuz sabitlenecek.

* * *

Peki ama madem ki nüfusumuz hız kesti, neden bunun farkında değiliz? Cevabı sorunun büyük kentlerde ve bazı bölgelerde hálá ciddi biçimde sürüyor olması!.. Türkiye'nin doğusunda ve güneydoğusunda aile planlaması kavramı eğitimsizlik sebebiyle hálá yaygınlaşamadı. Ülkemizin doğusunda ‘‘Tavuklara bile kıran girdi, çocuklara girmedi’’ diye yakınan kadınlar var. Buna inanmak zor olsa da var. Kente hızlı göçü de bu tabloya ekleyince en eğitimsiz ve en fakirlerin hálá bakamayacakları sayıda çocuk yapmaya devam ettiklerini görüyoruz.

Türkiye'nin önde gelen hekimlerinden Selçuk Erez, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı'nın Mütevelli Heyeti toplantısında geçen sonbaharda medyaya yansıyan bir haberi hatırlattı. Bu haber, çocuklarını Çocuk Esirgeme Kurumu'na bırakmak isteyen ailelerin sayısının son iki yılda dört misli çoğaldığını bildiriyordu. Ekonomik baskılar sonucunda insanlar çocuklarına bakamaz durumdalar. Üstelik bu sıkıntıyı çeken ailelerin bir kısmı da çareyi çocuklarını sokağa salmakta buluyor.

* * *

Bugün Avrupa Birliği'nin kapısında karşımıza çıkan en büyük sorunlardan biri nüfusumuz. Bir yandan nüfus artış hızımızın yavaşladığını duyurmalı, diğer yandan da ailelere istedikleri sayıda çocuk yapmanın yolunu öğretmeliyiz.

Avrupa Birliği'ne girmeye istekli bir ülke olarak bu konunun aynı zamanda insanın temel hakları arasında yer aldığını, özellikle kadın hakları içinde başta gelenlerden biri olduğunu kabul ediyor muyuz? Yoksa hálá ‘‘Dinen caiz midir?’’ diye tereddüt edenlerimiz var mı?

Tayyip Erdoğan 1998'de Gölcük'te yaptığı bir konuşmada, ‘‘Doğum kontrolü, Türkiye'yi haritadan silmek isteyenlerin bir oyunudur’’ demiş ve vatandaşlara bol bol çocuk yapmaları için çağrıda bulunmuştu.

Başbakan olunca umarız bu konuda da değişmiştir.
Yazının Devamını Oku

Özel statü: Son söz söylenmedi

21 Şubat 2004
<B>BAŞBAKAN </B>İstanbul'daki billboardlara kalpli kutlama mesajı yapıştığı sırada bazı AKP'li milletvekilleri gavur icadı Sevgililer Günü'nü kutlamanın günah olduğunu ileri sürmekteydiler. Sevgililer Günü kutlaması belki temel bir ideolojik mesele değil, ama partiler içinde ayrı görüşler olabiliyor. Aynı durum CHP'de de geçerli. Kıbrıs ve özelleştirme, CHP içinde uzlaşma olmadığını bildiğimiz konulardan sadece ikisi.

Ne her solcu özelleştirme düşmanı, ne de her muhafazakár türban yanlısı. Ve aynı parti veya siyasi akım içinde farklı görüşlerin olması bize özgü değil.

Güncel bir örnek: Berlin'deki Ana Muhalefet lideri Hıristiyan Demokrat Parti Genel Başkanı Angela Merkel'in Türkiye ziyareti Alman muhafazakárların Türkiye konusunda aynı görüşü paylaşmadıklarını su yüzüne çıkardı. Alman Hıristiyan Demokratları ile onun Bavyera'daki kardeş örgütlenmesi olan CDU içinde Bayan Merkel'in Türkiye'ye AB kenarında ‘‘özel statü’’ verilmesi fikrine katılmayanlar var. Üstelik Bayan Merkel'e karşı çıkanlar öyle kenarda köşede kalmış etkisiz politikacılar değil. Alman Parlamentosu'nun Dış İlişkiler Komisyonu üyesi etkin milletvekilleri, önemli belediye başkanları, eski lider Kohl'ün sağ kolu sayılabilecek nitelikte bilge siyasetçiler Bayan Merkel'le aynı görüşü paylaşmadıklarını dile getirmekten çekinmiyorlar.

* * *

Almanya uzmanı meslektaşımız Yağmur Atsız'a sorarsanız da Bayan Merkel tribünlere oynuyor. Hatta öyle ki Bayan Merkel üç vakte kadar çıkıp ‘‘Ben uğraştım ama parti içinde sözümü geçiremedim’’ diyerek pozisyonunu değiştirebilir. Demek ki Türkiye'ye AB'ye alınmasın ama özel statü verilsin diye tutturan Bayan Merkel'in bizim AB aleyhtarlarının ekmeğine sürdüğü yağ yakında eriyebilir.

* * *

Türkiye aralık ayında üyelik için müzakerelerin açılması sözünü kopartırsa iyi olacak. Ancak kendimizi her duruma alıştırmakta yarar var. Bugüne kadar AB'nin epey hayrını gördüğümüzü de unutmayalım. En son geçen haftanın AB güncel haberlerine göz atmak bile bu hayrı tespite yeter. Örneğin yapı güvenliği konusu. Avrupa Komisyonu, yapı dayanıklılığı ve güvenliğine yönelik 56 standardın kullanımını teşvik ediyor. Ayrıca geçen hafta Türkiye'de AB destekli 11 kanser eğitim merkezi açıldı. İş sağlığı ve iş güvenliği konusunda AB ile Çalışma Bakanlığı ortak çalışma başlattı. AB Türk denizlerindeki güvenlik projesini destekliyor.

Bunların hiçbirini yabana atmayalım.

Bayan Merkel muhtemelen yakında ağız değiştirecek. Ama değiştirmese ve onun dediği olsa bile Türkiye her halükarda AB işinden kárlı çıkacak. Bunu da unutmayalım, enseyi karartmayalım.
Yazının Devamını Oku