Yurtsan Atakan

Türkler Mars'ta

31 Temmuz 1997
‘‘Mars'ta Tatil'' haberinde geçen bir cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum. ‘‘NASA çalışanları, görevlerinin uzaya turist taşımak değil, uzaya turist taşımanın yollarını bularak bu işi konularında uzman özel şirketlere bırakmak olduğunun bilincinde''...Bu paragrafı okuyunca aklıma ister istemez Türkiye'de hemen her alanda gözlemlediğim ve yazılarımda da sık sık değindiğim ‘‘iş ve görev bölümü'' bilinçsizliği geliyor. Uzmanlık alanım gereği iş bölümü yapabilme özürlülerine en çok, Türkiye'de yeni gelişmekte olan İnternet sektöründe rastlıyorum ama bu tip özürlülerle her sektörde sık sık karşılaşıldığını da biliyorum. Türkiye'nin kalabalık nüfuslu ‘‘ne iş olsa yaparım abicim''lerinin, İnternet sektörü temsilcilerine gelince... Teknologlar, üniversite öğretim üyeleri ve basın çalışanlarından (yazar ve editörler) oluşan bu kesim, nedeni bilinmez garip bir savaş içinde. Teknologlar Web siteleri tasarlıyor, yazarlar yeterince araştırma yapmadan İnternet hakkında atıp tutuyor, yayıncılar İnternet'in kendine has özelliklerini öğrenmeden İnternet yayıncılığına soyunuyor, üniversite öğretim üyeleri ise özel sektöre iş, yayıncılara yayıncılık öğretmeyi iş ediniyorlar. Diğer yandan, özel sektör de en önemli pazarlama kanallarının basın olduğunu unutarak, basın aleyhinde bitmek bilmez bir kampanya yürütüyor. Kimsenin aklına da yahu bu ne iş, herkes kendi görevini gereğince yapsa, diğer işleri uzmanlarına bıraksa, sektör daha hızlı gelişecek, bundan da her kesim kazançlı çıkacak demek gelmiyor.Bu arada benim de aklıma Türkler Mars'a gitse ve Mars'ın kolonileştirilmesi sürecinde Türkler de rol alsa, ne olurdu diye sormak geliyor.İşte olabileceklerin bazıları: Neyse ki, ne iş olsa yaparım abicilik, cerrahlık, pilotluk gibi hayati önem taşıyan işlere bulaşacak kadar ileri gitmiş değil. Bu yüzden Mars uçuşu sırasında kimsenin kalkıp, hayır kardeşim bu uzay aracını ben kullanacağım diyeceğini sanmıyorum. Olsa olsa, Mars'a iniş sırasında birkaç yolcu, pilotun sert bir iniş yaptığından, Mars'ın toz fırtınalı hava koşullarında piste bilmem kaç derecelik bir eğimle yaklaşması gerektiğinden dem vurur, hepsi o.Gelelim Mars'taki Türklerin ne iş yapacağına... Tabii ki öncelikle, Mars'ın etkileyici manzarasına kapılan herkes Mars şairi olacaktır. Sonra ortalığa Mars mankenleri dökülecektir. Bu Mars mankenlerinin dişilerinde gizli yazarlık kabiliyetleri, bazı erkek editörlerce kısa zamanda keşfedilecek ve Mars'ın en güzel yazarları Türkler arasından çıkacaktır. Hızlı Türk girişimciler Mars televizyonculuğunu da es geçmeyecekler ancak kolonideki Türklerin sayısı oldukça az olduğundan ipe sapa gelmez Türk dizilerinin ve ‘‘talk show''larının neden ‘rating' almadığını bir türlü çözemeyeceklerdir. Demokrasi aşığı Türk köşe yazarları ise yıllarca Türklere yutturdukları demokratlık havasını, demokratik kültürlerden gelme kolonistlerin neden yutmadıklarını hiç ama hiç anlayamayacaklardır. Birkaç nesil sürecek sosyal evrim sürecinin sonunda ise Türk televizyoncular tombalacılık, Türk öğretim üyeleri arzuhalcilik, Türk politikacılar kabzımallık, Türk mankenler tezgahtarlık yapmaya başlayacak, demokrasi aşığı Türk köşe yazarları ise birleşip Nasyonal Demokrat Türk Mars Partisi'ni kuracaklardır. Geri kalan Türklere de otopark mafyası kurup, Mars'a inen uzay araçlarına ‘‘Geh, geh... Sağ yap... Huoop!'' demek kalacaktır.yurtsan@ibm.net
Yazının Devamını Oku

Hoop hoop!

24 Temmuz 1997
Yeni hükümet, Bilgi Çağı'na yaklaşımını açığa vuran ilk sinyalini verdi. Bu alanda yaptıkları ilk icraat, telefon ücretlerine yüzde 50 zam yapmak oldu.Neyse biz şimdilik, Bilgi Çağı'nın omurgası iletişime vurulan bu darbeyi yeni hükümetin deneyimsizliğiyle bilgi teknolojileri konusundaki cehaletine verelim ve en azınından iyi niyetli olduklarına dair beklentimizi bir süre daha sürdürmeye devam edelim. Bize ‘‘çüşşş'' dedirtecek bu garip uygulamalarının en azından İnternet bağlantılarında kullanılan 822'li hatlara yansıtılmayacağını farz edelim.Konu yeni hükümet ve bilgi teknolojileri olunca yazı ister istemez fazla alakalı değilmiş gibi görünen ama aslında birbirinin içine girmiş alanlara kayıyor. Bu yüzden laf 822'li hatlardan açılmışken, bu konuya bir açıklık getirelim. Okurlardan gelen tepkilerden anladığım kadarıyla, bazı okurlar 822'li hatlara uygulanan sınırsız 10 dolarlık ücret uygulamasının kaldırılmasını destekliyor olmamı yanlış algılamışlar. Daha doğrusu ben yeterince açık anlatamamışım.822'li hatların sabit ücret karşılığı limitsiz kullanımı, daha önceden de defalarca belirttiğim gibi çok yanlış bir uygulamaydı. Kullanıcıların çoğu haklı olarak, bir kez bağlantı kurdular mı, İnternet'i kullanıyor olsunlar olmasınlar bağlantılarını kesmiyorlardı. Bu yüzden de zaten yetersiz olan Türk Telekom altyapısı, iyice tıkanıyor hiç kimse doğru dürüst İnternet hizmeti alamıyordu. Sabit ücret uygulamasının daha da kötü bir sonucu ise normalde kiralık hatla İnternet'e bağlanması gereken şirketlerin, bilgisizlik sonucu sabit ücretli telefon hatlarına yönelmesiydi. Bu da, dolaylı olarak Türkiye'de İnternet kullanımının yaygınlaşmasını ve İnternet'teki Türkçe içeriğin zenginleşmesini önlüyordu.Ancak bu yanlış uygulamadan dönülüş şekli, yapılmış olan hatadan daha da hatalı bir şekilde yapıldı. En başta kullanıcıların kazanmış oldukları haklar yok sayıldı. Daha da kötüsü yeni uygulamada fahiş fiyat uygulanarak, İnternet kullanımının sırtından para kazanılmaya çalışıldı. Şimdi yeni hükümetin adına Devlet Bakanı Güneş Taner, eski uygulamaya geri dönüleceğini söylüyor. Bu yüzden de hükümeti uyarıyoruz. Doğru olanı Cengiz Bulut döneminin yanlış olan eski uygulamasına dönmek değil, 822'li hatlarda yine kullanım süresine göre yapılacak, ancak çok çok daha ucuz bir ücret tarifelendirmesine gitmektir.Cengiz Bulut dönemi diyoruz çünkü aldığımız duyumlara göre Cengiz Bulut gidici. Bu köşeden Cengiz Bulut'u her fırsatta eleştirmemize rağmen, hükümete, Cengiz Bulut sakın görevinden alınmasın diye sesleniyoruz. Çünkü yeni gelecek kişi de büyük bir olasılıkla Cengiz Bulut'tan daha iyi olmayacak. Bulut, tüm eleştirilerimize kulak tıkadı, her eleştirimizden sonra bizimle diyaloğa girmek yerine, çocuk gibi bizi şikayet ederek tepemizden baskı kurma yolunu seçti ama yine de yönetimde bulunduğu dönem içinde hatalarından ders ala ala İnternet konusunda bilgilendi. Bu yüzden dileriz yeni hükümet, tüm hükümetlerin göreve gelir gelmez, bürokratları Ali Veli ayrımı yapmadan değiştirme hastalığına yakalanmaz da en azından Türk Telekom'un başındaki Cengiz Bulut'u yerinde bırakır.Zaten bundan sonra da Türk Telekom'u değil, siyasi otoriteyi muhatap alacağız. Türkiye'ye Bilgi Çağı'nın yolunu açacak icraatleri hükümetten talep edip, yerine getirmezlerse siyasi otoriteden hesap soracağız. Bu hükümet de taleplerimize cevap vermezse, sırada denenmemiş Deniz Baykal var. Bilgi Çağı'na susamış kitlenin gücünü hafife almasınlar.yurtsan@ibm.net
Yazının Devamını Oku

Havaya bak avanak

24 Temmuz 1997
Sağa bak, sola bak, havaya bak... Avanak... Kaç nesil bu kandırmacayla büyüdü, bilmiyorum. Çocuklar hala, hayatlarında en az bir kez bu aşağılamaya maruz kalıyorlar mı, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, bu cümleyle aldatılanların değil, aldatanların aldandığı. Çünkü, yeterince zeki olanların bu cümleyi ‘‘Havaya bak... Avanak...'' şeklinde değil ‘‘Havaya bak, avanak'' olarak algılamaları gerekiyor.Lise yıllarında mıydı, ortaokul mu hatırlamıyorum. Hangi öğretmenim demişti onu da, ne yazık ki hatırlamıyorum. Tek hatırladığım İngiliz öğretmenlerimden biri olduğuydu. Ve ne söylediği... ‘‘Türkler hiç havaya bakmıyor, herkes başı önünde yürüyor'', demişti.Bu cümle yıllar boyu beynimde yankılandı durdu. Defalarca gözlemleyip, doğru olup olmadığına dikkat etmeye çalıştım. Doğru olduğunu anladıktan sonra da neden böyle olduğuna kafa yormaya başladım.Pek cevap bulduğum söylenemez. Türkler neden havaya bakmıyor bilmiyorum. Öğretmenimin o gözlemini neden aktardığını da hatırlamıyorum. O güne kadar neden havaya hiç bakmadığımı da anımsamıyorum. Sınıf arkadaşlarımdan, o cümleye benim kadar kafası takılan olup olmadığını da bilemiyorum. Yıllarca düşündükten sonra tek bildiğim Türklerin gerçekten havaya bakmadıkları.Şehirlerin olmadığı, şehir ışıklarının gökyüzünü gölgelemediği yıllarda insanlar sırtüstü çimenlere uzanıp, yıldızlara bakar, hayallere dalarlarmış. Gel zaman git zaman, şehir ışıkları gökyüzünü karartmaya başladıkça insanlar bu zevklerinden ve bu zevklerinden kaynaklanan hayalgüçlerinden mahrum kalmaya başlamışlar. Batılılar şehir ışıklarının karanlığına teslim olmayıp teleskoplarla gökyüzünü gözlemlemeye neden devam etmişler, Türkler teleskoplarını komşularının kızını dikizlemeye neden çevirmişler bilmiyorum. Tek bildiğim Batılıların göğe çevrili gözlerinde yıldızların parladığı, bayrağımızı bile ay-yıldızın süslediği biz Türklerin başının öne düştüğü.İstanbul'daki apartmanlara dikkat ediyorum. Karadeniz'e özgü o güzelim mimari geleneğe ne oldu bilmiyorum. Bildiğim, İstanbul'u işgal eden ucube ‘‘Laz apartmanları'' kadar en lüks sitelerde bile balkonların eğreti durduğu. Yaz günlerinde balkonlarda neden o kadar az insan oturuyor, herkes neden sıkı sıkıya kapatılmış perdelerinin arkasına çekiliyor anlamıyorum. Boğaz manzaralı dairelerin balkonlarını kapatıp, birkaç metrekare yer kazanmak uğruna evlerine katanların zevksizliğini hiç anlamıyorum.Hele hele, böylesine bir ortamdan ‘‘Apostol bu ne biçim meyhane/ Kadehimde bulut/ Tabağımda gökyüzü'' diyebilen Orhan Veli gibi bir şairin, nasıl çıkabildiğine kafam hiç mi hiç basmıyor.Yarım alaka not: Havaalanlarında sigara içmek yasaklandı... Bu ne dumandır?.. Havaya bakma avanak, bir elinde telsiz, bir elinde sigara... yurtsan@ibm.net
Yazının Devamını Oku

Bayram değil seyran değil

17 Temmuz 1997
O halde eniştem beni neden öptü? Eniştem dediğim, arkadaşım Emre Aköz. Kendisi Milliyet’in Cumartesi ve Pazar eklerinin editörü ve aynı zamanda yazarıdır. Geçtiğimiz haftasonu yayınlanan yazısında isim vermeden bize sataşmış.Bazen, böyle isim vermeden yapılan sataşmalar karşısında cevap verince, sen neden üstüne alınıyorsun ki, savunmasıyla karşılaşıyorum. Emre’nin yazısı açık, ‘‘Gazetelerdeki İnternet sayfalarına bir göz atın. Milliyet Pazar’ınki hariç o bölümlerde geçen 100 cümleden 50’sini anlamayacaksınız. Neden? Çünkü o sayfaları hazırlayan arkadaşların derdi sıradan okurlara hizmet etmek değil. Onlar; bilgisayarı zaten bilen, belki yıllardır İnternet’ten faydalanan kişilere göre yayın yapıyorlar’’, diyor.Şimdi ‘‘Milliyet Pazarın’ki hariç’’ cümlesinden sonra, bu sayfanın sataşmayı üzerine alınmaması mümkün mü? Hani Emre Aköz değil de başkası yazmış olsa, olabilir belki basını iyi takip etmiyordur, sayfamızdan da haberi yoktur diyeceğim ama... Ama, Emre eski arkadaşım. Hürriyet Pazar’daki İnternet sayfasını bildiğini biliyorum. Üstelik Hürriyet Pazar’daki İnternet sayfasının, tüm gazetelerden en az bir yıl önce, daha Türkiye’de İnternet’in İ’si bile duyulmadan evvel düzenli olarak yayınlanmaya başladığını da biliyor. Aralarında Milliyet Pazar’ın da bulunduğu birçok gazetenin Hürriyet Pazar’ı takip ederek benzer sayfalar açtığının da bal gibi farkında.Peki, öyleyse bayram değil, seyran değilken Emre Bey bizi neden öptü? Aklıma bir sürü neden gelse de, bunların hiçbirini tanıdığım başarılı editör Emre’ye yakıştıramadığımdan, acaba dediklerinde haklı mı diye düşünmek zorunda kalıyorum. Hürriyet Pazar’da iki yıldır yayınlanan İnternet sayfasının, basında bir ilk olması, kuşkusuz bu sayfanın sıradan okur tarafından anlaşılır bir sayfa olduğunu göstermez. Ama sonra Türkiye’nin dört bir yanından, yüzlerce okurdan gelen, ‘‘Yayınlarınız sayesinde İnternet’le tanıştım ve sonunda İnternet’e bağlandım. Yaşadığım mutluluğu ilk mesajımı size geçerek paylaşmak istedim’’ yazılı e-posta adreslerine takılıyor kafam. Sayfamızda yayınlananların anlaşılmaz olduğuna kafam yatmıyor.‘‘Bilgisayarı zaten bilen, belki yıllardır İnternet’ten faydalanan kişilere göre yayın yapıyorlar’’, cümlesine takılıyorum. Emre’nin dediği iki yıl öncesine kadar doğruydu. Ama zaten o zamanlar yayınlananlar İnternet sayfaları değil bilgisayar sayfalarıydı. Şimdi Hürriyet Tatil’in İnternet sayfasının benzeri birçok sayfa yayınlanıyor. Bu sayfaları kesinlikle taklit olarak değerlendirmiyorum. Gerek Milliyet Pazar’da Ceyhun Cambazoğlu’nun, gerek Yeni Yüzyıl’da Timur Sırt’ın, gerek Radikal’de Serdar Kuzuoğlu’nun hazırladığı takipçi sayfaları çok başarılı buluyorum. Sonra, haber tekrarı yapma uğruna bu sayfada sık sık yer verdiğimiz ‘‘İnternet’e nasıl bağlanılır’’ konulu haberlerin sayısının çokluğuna dikkat ediyorum, yıllardır İnternet’ten faydalananlara yönelik yayın yaptığımızı bir türlü kabul edemiyorum.Çok alaka not: İnternet konusunda popülist olunamayacak konular da var. Can Ataklı, Sabah gazetesi yazarı. Geçen haftasonunda ‘‘İnternetçilere Güneş Taner’den müjde’’ başlıklı yazısında 822’li hatların tekrar ücretsiz olacağını yazdı. Ataklı belki iyi niyetli, 822’zedelere yardımcı olacağını sanıyor. Ama yanılıyor. Aman diyoruz, Güneş Taner de popülist olmak uğruna, başından beri yanlış bir uygulama olan 822’li hatların ücretsiz olması uygulamasına dönülmesini sağlamasın. Bu uygulamanın sakıncalı yanlarını defalarca yazdık, gerekirse tekrar yazarız. Ama eğer Güneş Taner, 822’li hatların çok ucuzlamasını sağlarsa, o zaman herkesten haklı bir alkış alır.yurtsan@ibm.net
Yazının Devamını Oku

Elektronik sayım suyum

10 Temmuz 1997
Koyun gibi sayılmak için çok yakında, yine evlerimize hapsolacağız. Sözde geçtiğimiz sayım, evimize hapsolacağımız son sayımdı. Sayım sonuçları elektronik ortama aktarılacak ve bir dizi yasal düzenlemeyle otomatik olarak güncellenmesi sağlanacak, bir daha da evlere hapsolmak zorunda kalmayacaktık. Olmadı.Geçtiğimiz Salı günü Computerworld-Türkiye dergisinin öncülüğünde, elektronik seçim sistemlerinin tartışılması, Türkiye için uygun yöntemlerin neler olabileceğinin saptanması için bir otel odasına kapandık. Ayrıntılı raporunu derginin bu haftaki sayısında okuyabileceğiniz toplantıya katılanlar arasında Yüksek Seçim Kurulu’ndan Sabri Coşkun, Türkiye Bilişim Vakfı’ndan Cengiz Ultav, IDG-UFT’den Mehmet Ali Altaca, Koç-Unisys’den Abdullah Büyükbayram, IBM’den Zeynep Akalın, Turgut Özal döneminde Seçimmatik isimli elektronik bir sandığın tasarlanmasını sağlamış Naim Sungur, Exim’den Alphan Manas, Info Otomasyon’dan Aydın Ersöz, Digital’dan Hakan Arıtürk, Oracle’dan Bülent Helvacı ve Milliyet’ten Şeref Oğuz vardı.Uzunca bir süre elektronik seçim sistemlerinin gerçekçiliğini tartıştığımız toplantıda, Şeref Oğuz önümüzdeki nüfus tespiti sayımının, büyük bir fırsat olduğunu vurgulayarak, çalışmalarımızı sayım sonuçlarının elektronik ortama geçirilmesi üzerinde odaklamamızı önerdi.Didim Çalışma Grubu adıyla toplantılarına devam etmesine karar verilen grubun ilk toplantısında ortaya atılan fikirler umut vericiydi. Özellikle, sayım sırasında kullanılacak formların, optik okuyucularca okunarak elektronik ortama aktarılması fikri rahatlıkla uygulanabilecek bir çözüm olarak görülüyordu. Bence bu fikirle birlikte, bir daha koyun gibi sayılmamızı önleyecek çözüm de bulunmuş oldu. Artık herşey, bu fikri uygulamaya koymaya ve başarıyla uygulamaya bağlı.Toplantıdan edindiğim bir başka ilginç izlenim, Yüksek Seçim Kurulu’nun elektronik seçim sistemlerinin uygulanmasına açık bir görüntü vermesi, teknologların ise işin zorluklarından dem vurması ancak bu zorlukları yenecek çözüm önerileri getirmemesiydi. Elektronik seçimin uygulamada birçok sorun doğuracağı zaten aşikar. Ancak bu sorunların, çözüm önerisi getirmeden sıralanması da zaman kaybından başka bir şey değil. Önümüzdeki toplantılarda, teknologların dile getirdikleri sorunlara karşı geliştirdikleri çözümleri de duymayı umuyorum.Geçtiğimiz aylarda seçime giden tüm batılı ülkeler, yapmış oldukları seçimin artık son tahta sandık uygulaması olduğunu ilan ederek bir sonraki seçimlerde elektronik seçim uygulayacaklarını ve bunun için çalışmalara başladıklarını duyurdular. Önümüzdeki erken seçimin de Türkiye’nin son tahta sandık seçimi olması için çalışmalara şimdiden başlanması ve duyurulması gerekiyor.Elektronik seçimin önündeki en büyük engel büyük bir maliyeti varmış gibi gözükmesi. Halbuki bu maliyet, kaynakların israf edilmemesi koşuluyla Türkiye için büyük kazançlar sağlayacak bir çözümü de beraberinde getiriyor. Seçimlerde kullanılacak bilgisayarların, yalnızca seçim için kullanılması tabii ki büyük bir kaynak israfı olacaktır. Ancak Türkiye’de sandıkların büyük bir bölümü okullarda kurulmaktadır. Seçimlerde kullanılacak bilgisayarlar, seçimlerden sonra okullara bağışlanacak olursa, Türkiye’nin geleceği için çok büyük bir yatırım olacaktır. Bu çözüm gerçekleştirilemeyecek bir çözüm değil. Türkiye’nin dünyadan geri kalmaması için her okulunun biran önce İnternet’e bağlanması şart. Devlet, elektronik seçim ve okulların İnternet’e bağlanması sorunlarına farklı çözümlerle yaklaşmaz, ilgili kurumların koordineli bir şekilde çalışmasını sağlarsa çözüm kendiliğinden gelecektir.Yazı altı az alaka: Geçtiğimiz hafta, TRT’de Konuşa Konuşa adlı programda İnternet’in tartışılacağını duyurmuş ve kaynaklarımıza dayanarak Cengiz Bulut’un programa gazetecilerin katılmamasını istediğini yazmıştık. Yönetmen Hakan Aybar, Cengiz Bulut’un böyle bir talebi olmadığını söyledi. Bu arada program da, hükümetin açıklanması yüzünden son anda yayından kaldırıldı. Henüz belli olmayan bir tarihte banttan yayınlanacak.yurtsan@ibm.net
Yazının Devamını Oku

Çiller'in arkasındaki

10 Temmuz 1997
25 yıllık bir bolluk dönemi, dünyayı bekliyor. Hem de öyle, böyle değil... ABD'nin en prestijli tekno-sosyoloji dergisi, iletişim kültürü ve felsefesi konularına ağırlık veren, son 25 yılın en başarılı dergilerinden kabul edilen, bilgi çağının sözcüsü konumundaki Wired dergisinin yazarları Peter Schwartz ve Peter Leyden, dünya ekonomisinin önümüzdeki 25 yılda dört kat büyüyeceğini ve bu büyümeden kaynaklanan refahtan yalnızca gelişmiş ülkelerin değil tüm dünya ülkelerinin yararlanacağını iddia ediyorlar.Schwartz ve Leyden'in bolluk vaadi, çizdikleri iyimser ancak gerçekçi bir senaryoya dayanıyor. Önümüzdeki yıllarda başarılı olmak isteyen kişi, şirket ve devletlerin önüne koydukları başarı formulü ise çok basit: Açık, iyi. Kapalı, kötü.Açığın neden iyi, kapalının neden kötü olduğunu, Schwartz ve Leyden'ın yan sütunlarda çevirisini yayınladığımız tezlerinden okuyabilirsiniz. Biz biraz Türkiye'ye dönüp dünyaya ne kadar açık, ne kadar kapalıyız, ona bir göz atalım.Türkiye garip bir ülke, kimin ilerici kimin gerici olduğu belli değil. Büyük İslam Birliği gibi saçmalıklarla teknolojinin kaynağına sırtını dönen bir parti, bir bakıyorsunuz bilgisayar teknolojilerinden en iyi yararlanan seçmen kitlesine sahip. Dışa açılmanın en önemli kapısı olan Dışişleri Bakanlığı'nın başına, bir de bakıyorsunuz, seçimden önce batılı ülkeleri kapı kapı dolaşıp gericilerin karşısındaki tek teminatınızım diyen bir yalancı gelivermiş. Üstelik arkasını kollamaktan önünü göremeyen bu kişi Avrupa Birliği'ne Türkiye'yi ben sokacağım diye yırtınırken, bir bakıyorsunuz, bağnaz milliyetçilik edebiyatları yapmaya başlamış.Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi şart diyoruz. Bir de bakıyorsunuz Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini savunan, Türkiye bir Avrupa ülkesidir diyen yazarlar, kendilerini Avrupa'dan soyutlayıp, bunlar işte böyledir, biz Türkler onlara haddini bildiririz diye ağlamaya başlıyorlar. Hani biz Avrupalıydık, öyleyse onlar kim?Türkiye bir Avrupa ülkesi. Ve biz Avrupalılar önümüzdeki 25 yıllık bolluk döneminden payımızı alacağız.Asıl soru, Türkiye'nin dünyanın bir parçası olmaya aday bir Avrupa ülkesi olup, olmadığı? Avrupa dünyayla bütünleşirken, Avrupa'dan kopup kopmayacağı? Neyse ki başımızdaki, arkasına baka baka koşmaya çabalayan hükümetten kurtulduk. Şimdi, bu sorunun cevabını mevcut hükümetin ve onu izleyecek hükümetlerin icraatında bulacağız.Bu hükümetler de, toplumdan kopuk Şark zihniyetli bir tutum izleyecek olurlarsa yine sorun yok. Türkiye dünyanın en liberal ülkesi olmaya aday. Bunu da tüm siyasi krizlerde, ekonomisinin hükümet olmadan da ayakta kalabileceğini göstererek çoktan kanıtladı. Varsın yeni hükümetler de Şark zihniyetli çıksın. Biz siz olmadan daha Dünyalıyız.yurtsan@ibm.net
Yazının Devamını Oku