24 Ekim 2008
Mahallemizin bakkal amcası iyi müşterilerini tanır, ona göre davranırdı. Bisküvi, peynir ve deterjan kokularının birbirine karıştığı loş dükkana iyi müşterilerinden biri girdi mi, kaç kişi olurlarsa olsunlar diğer tüm müşterileri çırağına bırakır, tezgáhın arkasından çıkar ve iyi müşterisiyle bizzat ilgilenirdi. Çocukluğumun kahraman bakkal amcası süpermarketlere yenilince dizi dizi kasalar iyi müşteriler yerine kötü müşterileri kayırır oldular. Sepeti ağzına kadar dolu müşteriler upuzun kuyruklarda bekletilirken, üç kuruşluk iki kalem mal alanları kayıran ekspres kasalar yaratıldı.
Geçtiğimiz salı günü Ortaköy Feriye’de düzenlenen "krize karşı iş zekası" konulu Teradata toplantısında Migros’un sunumunu izlerken, milyonlarca müşteriden akan veri yığınlarını anında işleyip anlamlı ve değerli bilgiye çeviren teknolojiye sahip Migros gibi market zincirleri, bu teknolojiyi müşterilerini daha iyi tanımak için neden çok daha verimli kullanmazlar diye düşündüm.
Örneğin az ürün alan müşteriyi kaçırmamak için bile özel ekspres kasalar açılabiliyorsa, çok mal alan iyi müşteriyi kasa kuyruğunda beklemekten kurtaracak VIP kasaları neden açılamasın ki?
Teknolojiye başvurmaksızın bile bazı çözümler üretilebilir bunun için. 200 YTL’yi aşan alışveriş yapan müşteriye bir dahaki 200 YTL’yi aşan alışverişinde kullanabileceği bir VIP kasa bileti verilebilir örneğin.
Teknolojiyi kullanınca üretilebilecek çözümlerin ise sınırı yok. Uç uçabildiğin kadar.
Her süpermarket zincirinin, çeşitli avantajlar sunan bir üyelik kartı var. Bu kartlar çok daha etkili kullanılabilir. VIP kasaları bu kartların müşterilerce daha fazla kullanılması için çok iyi bir araç da olabilir.
Kartların müşterilerce daha fazla kullanılması, müşterilerden daha fazla veri toplanması ve bu verilerin promosyon amaçlı kullanılacak yararlı bilgilere daha fazla dönüştürülmesi demek.
Müşteri hakkında daha çok bilgi sahibi olmak da, müşteriyi daha iyi tanımak ve bakkal amcanın iyi müşterilerine verdiği özel hizmeti süpermarketler çağında verebilmek demek.
Krizin Las Vegas bilmecesi
Geçen cuma günkü yazımda krizin Las Vegas’ı vurmadığını yazmıştım. Hemen ertesi gün gazetelerde, küresel krizin Las Vegas’a tarihinin en kötü dönemini yaşattığını iddia eden bir haber vardı.
Las Vegas krizden etkilenmemiş görünüyor derken dayanağım yerinden, taze gözlemlerimdi. Küresel kriz yüzünden Las Vegas tarihinin en kötü dönemini yaşıyor diyen haberde ise kaynak verilmemişti.
Haberi sonuna kadar okuyunca ayrı düşmemizin nedeni anlaşıldı. Haberin dayandırıldığı istatistiki rakamlar aylar öncesinin rakamlarıydı. Yaz ayları verilerine bakılarak, eylül sonunda patlayan krizin Las Vegas’ı batırdığı iddia ediliyordu.
İnternet’ten araştırıp, Las Vegas Üniversitesi’nce yayınlanan istatistiki verilere ulaştım. Las Vegas geçen yıla göre gerçekten kötü bir yaz yaşamış. Ancak istatistiklerdeki olumsuz değişim öyle felaket boyutlarında değil. Las Vegas’a turistik amaçla gelenlerin sayısı geçen yıla göre artmış bile. Yaz aylarındaki olumsuz değişimin en önemli nedeni fuar ve kongre turizminin geçen yıla göre azalmış olması. Bu da toplam gelirleri olumsuz bir şekilde etkilemiş tabii.
Kısacası küresel ekonomik krizin Las Vegas’ı tam olarak nasıl etkilediğini analiz edebilmek için sonbahar istatistiklerini beklemek gerekiyor. Şu andaki veriler ışığında bir neden-sonuç ilişkisi kuracak olursak "küresel kriz Las Vegas’ı batırdı demek yerine "Las Vegas küresel krizin ilk işaretlerini yazdan vermişti" demek daha doğru olur.
Bugünkü durum içinse benim kişisel gözlemim, küresel krizin ardından Las Vegas’a gelen turist sayısının arttığı yönünde. Zaten bundan önceki tarihi trendlere bakınca da Las Vegas’ın ekonomik krizlerden hep en az zarar gören yerlerden biri olarak çıktığını gösteriyor. Bu kez de illa öyle olacak demek değil tabii ki bu ama, güncel istatistikler belli oluncaya kadar güncel kişisel gözlemlerin değeri, geçmiş verilerden daha fazladır kuşkusuz.
Mamma Mia’dan Allah da korumamış
"Mamma Mia Allah korusun" başlıklı yazımla meğer ne çok kişinin yarasına parmak basmışım. Meğer Mamma Mia’ya gitmiş bulunup da sonunu binbir ıstırap içinde getiren ne kadar çok kişi varmış.
Bir dokun bin ah işit misali, "Mamma Mia"zedelerden mesaj yağdı. Hepsi de bu okul müsameresi benzeri oyunun basında yere göğe sığdırılamamış, tek bir olumsuz eleştirinin çıkmamış olmasından şikayetçi. Etraflarında kopartılan fırtınaya bakarak "Acaba tek ben mi böyle düşünüyorum? Sanattan bir tek ben mi anlamıyorum? Müzikal zevkim mi yok?" diye içleri içlerini yerken yazım imdatlarına yetişmiş.
Tam da artık yaşadıkları bu deneyimden sonra hayatları boyunca bir başka müzikale gidip gitmeme konusunda kuşkuya düşmüşlerken, kendileriyle aynı fikirleri paylaşan bir yazıyı gazetede görmekten mutlu olmuşlar, teşekkürlerini yolluyorlar.
Mamma Mia’yı beğenmeyenler, hiç merak etmeyin. Sizinle aynı fikri paylaşan tek kişi ben de değilim. Gelen mesajlara bakılırsa müzikal zevki Mamma Mia’yı beğenmeyecek kadar gelişmiş bizim gibi daha çok ama çok kişi var. Ve unutmayın daha görülmesi gereken o kadar çok iyi müzikal var ki, Mamma Mia’yı seyrettim diye müzikallere küsmek olmaz.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2008
Geçtiğimiz pazar günü biten Contemporary İstanbul sergisini gezme fırsatını bulamayanlardansanız çok şey kaçırdınız.
Eşim ve dört yaşındaki oğlumla cumartesi günü gezerken bulutlarda uçtuk. Hatta Tibet o kadar etkilenmiş ki akşam uyandı ve "Rüyamda tablolar gördüm, köprülerden geçerek seyrediyordum, çok güzeldi" dedi. Bedri Baykam’ın üç boyutlu tablolarından birindeki, karşısında konum değiştirince kıpırdayan "kaplan"ı da görmüş rüyasında, anlattı.
Baykam’ın yıllar önceki tablolarındaki graffitolardan birinde "This has been done before" diyerek işaret ettiği gibi günümüzde şaşırtıcı ilklere dayalı sanat yapmak gittikçe zorlaşıyor artık. O kadar çok şey yapıldı, o kadar çok yenilik denendi ki ilk kez yapılacak olanı düşünüp, estetik bir şekilde uygulamak artık iyice zorlaştı.
Sanatı sadece estetik boyutu ve formuyla değil, yenilikçi boyutu ve içeriğiyle de değerlendirenler için geçmişin büyük ustalarının eserlerinin sergilendiği müzeler yeterli olamıyor. İstanbul Modern bu açıdan Türkiye’deki sanatseverler için çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Ancak tek başına yetmiyor tabii ki. Türkiye’deki sanatseverlerin İstanbul Modern’e ek olarak geriye kalan tek seçeneği galeriler.
Contemporary İstanbul, işte tam bu noktada kendini gösteriyor ve sanat galerilerini bir araya getiren bir sanat şenliği olarak tabloyu tamamlıyor, çağdaş sanat meraklılarını hazzın doruklarına taşıyor.
Contemporary İstanbul’da bu yıl yer alan galerilerin sergiledikleri eserlerin hepsi birbirinden etkileyiciydi. Ancak aralarından birkaçı vardı ki, insanı gerçekten şaşırtıyor ve hayran bırakıyordu.
Sergideki en etkileyici çalışmalardan biri Bedri Baykam’ın "Dream Captions" isimli üç boyutlu tablolarıydı. Çocukluğumuzun "kitsch" kartpostallarından, cikletlerden çıkan plastik kartlardan hatırlayacağımız üç boyutlu derinliği olan resimlerin dev boyutlarda yeniden yaratımından oluşuyor bu tablolar. Bedri Baykam resimde üç boyut başka formlarda ve tekniklerle de kullanıldığı için, haklı olarak üç boyutlu veya 3D olarak değil de 4D olarak adlandırmış yapıtlarını. İki boyutlu plastik tuvalin içine katman katman çalışılan resimler, tablonun içindeki düşler dünyasına davet eder bir etki yaratıyor bakanlarda. Baykam aynı tekniği birkaç ay önce açtığı Fenerbahçe’nin tarihi temalı "Efsanenin Yüzyılı" isimli sergisindeki tablolarında da kullanmıştı ama temasından dolayı o kadar etkileyici gelmemişti bana açıkçası. Evet teknik yeni ve şaşırtıcıydı ama içerik herkes için estetik olmayabilecek, herkeste aynı heyecanı duyurmayacak bir içerikti. Ancak aynı teknik bu kez çok daha fazla insana hitap edecek bir estetikle bütünleşince etkisi kat kat artmış.
Gelecek yıl kaçırmayın
Serginin ikinci şaşırtıcı durağı KunstBüroBerlin sanat galerisinde sergilenen Bubi’nin iki tablosuydu. Bubi resimde üç boyutu kendi stiliyle yakalamış ve stilini imzası yapmayı başarmış olağanüstü bir ressam. Bu stili yıllar önce yaratmış olmasına rağmen, karakterini koruyarak yenilemeyi ve ileri götürmeyi de çok iyi başarıyor üstelik.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2008
Çok yüksek miktarda (örneğin milyonlarca müşteriden toplanan) veriyi büyük bir hızla işleyen ve anlamlı bilgiye (örneğin 25-35 yaş arası kadın müşteriler X ürününü hangi rafta duruyorsa daha çok satın alır) çeviren teknolojisinin sahibi Teradata’nın uluslararası bir konferansına katılmak üzere Las Vegas’tayım. Görünen o ki ABD’yi kasıp kavuran ekonomik kriz Las Vegas’a uğramamış.
Las Vegas, ekonomisi ABD’den bağımsız bir şehir gibi. Çöl ortasında yoktan varolmuş, kendine has ekonomik dinamikleri olan bir ada.
Öyle ki, Las Vegas’taki oteller bile dünyanın ünlü otel zincirlerinin parçası değil. Dünyanın en büyük yatak kapasitesine sahip şehirlerinden biri olan Las Vegas’ta dünyaca ünlü otel zincirleri değil ismi Las Vegas dışında pek duyulmayan dev otellerin gövde gösterisi var.
Las Vegas’ı yoktan var edenler şehrin patronları. Yani tematik otel konseptini keşfeden yatırımcıları, mafyaya soluk aldırmayan şehir konseyi ve bu konseyi yönetime getiren halkı.
Las Vegas ekonomisinin kalbinde kumarın yattığı sanılır. Belki büyükçe bir kasabadan ibaret olduğu on beş yıl önce doğruydu bu.
1995’te şehrin tüm gelirlerinin yüzde 70’i kumardan geliyordu. Bugün artık kumar gelirleri şehrin o zamandan bu yana katlanarak artan toplam gelirinin yüzde 30’undan azını oluşturuyor.
Las Vegas’ın bugünkü güçlü ekonomisinin ardında potansiyel müşterilerini tutkularıyla, tüketim alışkanlıklarıyla iyi tanıma becerisi yatıyor. Kumar tutkusu bunlardan ilkiydi ve insanların kumar tutkularına hitap ederek Las Vegas ekonomisinin ilk temelleri atıldı.
Kumarla atılan temellerin üzerinde lüks oteller, lüks alışveriş merkezleri, lüks restoranlar ve görkemli şov merkezleri kuruldu. İşin püf noktası tüm bu şatafatın, lüksün dünyanın başka herhangi bir yerinden çok daha makul fiyatlarda sunulmasıydı.
Las Vegas satın alınabilir, erişilebilir lüksün markası oldu.
Müşterilerine bir takım ayrıcalıklar sağlayan özel kulüp üyelikleri sundular. Kumarda kaybetseler bile şov bileti, ücretsiz konaklama, lüks bir restoranda akşam yemeği gibi ödüller kazandıran kartlar verdiler.
Bu kartlar sayesinde müşterilerinin attığı her adımı izleyebilir hale geldiler. Ön planında milyonlarca doların aktığı Las Vegas otellerinin arka planında milyonlarca müşterinden gelen veriler akıyor. Oluşan devasa veri yığınlarından anlamlı bilgiler süzen bilgisayarlar çalışıyor.
Benzer bilgi teknolojileri bankalar tarafından da kullanılıyor. Son krizde de bu teknolojiyi kullanmayan veya kullansa bile verim almasını bilemeyen bankalar batarken, müşterilerini iyi izleyen, bir sonraki adımlarını önceden sezmesini bilen bankalar ayakta kaldı.
Tıpkı müşterisini iyi tanıyan ve teknoloji ile izleyen Las Vegas gibi.
James Bond’un yengeçcisi
Las Vegas’a her gelişimde James Bond’un favori yengeç restoranı olarak nam salan "Joe’s Seafood Prime Steak & Stone Crab"a gitmek istemişimdir ama o kadar çok iyi şef var ve hiç durmadan o kadar çok iyi yeni restoran açılıyor ki burada bir türlü sıra gelmemişti.
Yeni açılan restoranları bir ay sonraki ziyaretime bırakıp nihayet gidebildim bu kez Joe’nun yerine. James Bond’un favori yengeci, Dalyan’lı balıkçıların uydurduğu gibi mavi yengeç değil, Stone Crab’dir (Kaya Yengeci). Stone Crab’in lezzetini 1920’de keşfeden ve ilk restoranını Miami’de açan Joe Weiss, Meksika körfezinden tutulan Stone Crab’leri kendi özel pişirme tekniğiyle hazırlayıp, sunarak ünlenmiş. Joe’s için tutulan yengeçlerin önemli bir özelliği de hepsinin elle hasat edilip, sadece tek bir kıskaçlarının kopartılarak tekrar denize salınmaları. Böylece doğaya da minimum zarar vermiş olunuyor. Joe’nun Stone Crab’leri gerçekten muhteşem bir lezzete sahipmiş. San Francisco’nun ünlü Dungeness yengeci kadar lezzetli olmasa da, bugüne kadar tatmadığıma hayıflandım.
Mamma Mia Allah korusun
Las Vegas’ta geçen sene The Hotel isimli yeni bölümünde kaldığım Mandalay Bay otelinde kalıyorum. The Hotel’in asansöründeki likit kristal ekranda dönüp duran Mamma Mia tanıtımı herkese öylesine gına getirmişti ki tüm müşterilerin alay konusuydu.
Bu sene asansörde hálá aynı tanıtım filmi dönüyor ama çok şükür sesini kapatmışlar. En azından o demode şarkıları duymuyorsunuz.
Mamma Mia’nın tanıtım filminin sinirimi bu kadar bozmasının bir nedeni de şeytana uyup iki sene önce seyretme gafletine düşmüş olmam. Broadway şovundan çok bir okul müsameresini andıran gösterinin otuzuncu dakikasında uçuş sarhoşluğu ve saat farkının da etkisiyle uyuklamaya başlamış, rahatsız koltuk yüzünden uyuklayamamış ve saatler süren işkencenin sonunu zor getirmiştim.
Asansörde karşıma çıkan görüntülerle o işkenceyi tekrar hatırladıktan sonra odama girip İnternet’e bağlandım ve ne göreyim? Meğer Mamma Mia İstanbul’da da sahneye konmaya başlamamış mı?
Onca başarılı şov dururken nereden bulmuşlar İstanbul’a getirmek için bu Mamma Mia’yı? İlla nostaljiyse Beatles’ın Love’ını getirselerdi keşke. Bu işin piri Cirque du Soleil’in elinden çıkma hiç değilse.
Hani İstanbul’a bundan önce Broadway, off-Broadway veya Las Vegas şovlarından çok başarılı örnekler gelmemiş olsa, bu tür şovları hiç görmeyenler bari bunu görüp heyecanlansa diyeceğim ama o da değil. Stomps geldi İstanbul’a, De La Guarda geldi, David Copperfield geldi. Bu muhteşem gösterilerden sonra Cirque du Soleil’in şovlarından en iyilerinden birinin, tercihen ilk çıkış yaptıkları şov olan Mystere’in gelmesi yakışır İstanbul’a...
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2008
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Marmaray kazıları sırasında keşfedilen Antik İstanbul Limanı’nın Marmaray için feda edilmesi gerektiğini söylemiş. Yakınçağ’ın gemicilikle ilgili en büyük keşfinin yapıldığı alan için, "Bu alanda kazı çalışmalarını kazma kürekle yıllarca sürdürmemize imkan yok. Marmaray gibi İstanbul için önemli bir projenin de yürütülebilmesi için anlayışlı olunması gerektiğini düşünüyorum" demiş.
Milletlerin, kurumların hatta bireylerin medeniyet ölçütlerinden en önemlisidir tarihlerine verdikleri değer, atalarına duydukları saygı. İnsanlık, bilginin geçmişten geleceğe aktarılması sayesinde ilerler hep.
Medeniyet insanlık mirasına sahip çıkmakla eş anlamlı. Geçmişine sahip çıkmayanlar, geleceği asla inşa edemezler.
İstanbul’da yapılan bu önemli arkeolojik keşfe olan ilgisizliğimizi, yaklaşık bir yıl kadar önce "Antik İstanbul Limanı kimin umurunda" başlıklı yazımla eleştirerek, gündeme getirmeye çalışmıştım.
Kimsenin umurunda değildi tabii ve aradan geçen bir yılda da olmadı.
AKP’nin bu çok önemli arkeolojik keşfe olan ilgisizliğinin nedeni malum.
AKP zihniyetine göre insanlık tarihi ortak değerlerin, ülkülerin üzerinde yükselen tek bir dünya medeniyetinden değil, farklı medeniyetlerin savaşından ibaret.
Alemin 100 yıl önce çoktan yaptığı deniz altından geçirilecek bir tünel projesini, 1700 yıllık antik Theodosiacus Limanı kalıntılarından önemli bulmanın altında da bu zihniyet var.
O zihniyet, Bizans tarihini kültürel mirasımızdan saymayan, İstanbul’daki Bizans döneminden kalma tarihi eserleri çürümeye bırakan zihniyettir.
Dünya medeniyetinin Kültür Başkenti olmayı hedefleyen İstanbul’a yakışan, 1700 yıllık kültür mirasını koruyabilmek uğruna Marmaray projesinin Yenikapı bölümünü neye mal olacak olursa olsun kaydırmaktır.
Marmaray’ı bir sonraki seçime yetiştirebilmek uğruna 1700 yılık tarihi mirası, metro istasyonunun temellerine gömmek ise olsa olsa medeniyetle sorunu olanlara yakışır.
1400 metrelik yürüyüş mü önemli 1700 yıllık tarihin siinmesi mi
Kopartılan fırtınaya bakınca sanırsınız ki Başbakan Erdoğan Boğaz’ı denizin 60 metre altından 1.400 km yürüyerek değil de, Atlantik’i okyanusun 1000 metre altından 10 bin km hadi yürüyerek olmasın trenle geçmiş.
21 yüzyıla girmişiz, elalemin 19. yüzyılda yaptığı işleri şimdi yapmakla övünüyoruz. Dünyanın yüzyılın arkeolojik buluşu olarak nitelediği 1700 yıllık antik İstanbul Limanı, Marmaray projesi bir sonraki seçimlere yetişsin diye feda edilecek... Medya 1700 yıllık limanı değil 1400 metrelik yürüyüşü öne çıkartıyor.
Dünyada eşi benzeri olmayan bir limanın Marmaray metro durağının temellerine gömülecek olması değil, elalemin yüzyıl önce yaptığı tüp geçit medyada konuşulan.
Dünyanın en önemli tüp geçitleri
Tünelin AdıYeriUzunluğu İnşa Tarihi
Thames TunnelLondra396 mt1842
Holland TunnelNew York2610 mt1927
Queens TunnelNew York1955 mt1940
Tingstadstunnelnİsveç454 mt1968
Manş TüneliManş Denizi50,5 km1994
AqualineTokyo9,6 km1996
Hvalfjörğurİzlanda5,8 km1998
Nil TüneliKahire380 mt1999
Marmarayİstanbul1400 mt2012 (tahmini)
Yüzyılın en önemli arkeolojik keşfi
Theodosiacus Limanıİstanbul4. Yüzyıl
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2008
CeBIT Bilişim 08’le birlikte bir bilişim bayramına daha merhaba dedik. Dedik demesine ama bu seneki buruk bir merhaba. İnternet’i sansürlemeye yönelik AKP yasası, değiştirilmeden yürürlükte kaldığı sürece de hep buruk bir şekilde karşılayacağız bundan böyle bilişim bayramlarını.
İşin en vahim yanı ise bilişimle ilgili Sivil Toplum Kuruluşları’nın (STK) bu sansürcü yasa karşısında sessiz kalmaları. Sansürcü yasaya karşı çıkmaktan, sansürcü yasanın mimarı hükümete muhalefet etmekten korkmaları.
Daha da kötüsü Türkiye’nin en köklü bilişim STK’larından biri olan Türkiye Bilişim Derneği’nin (TBD) Başkanı Turhan Menteş’in sansürcü yasa tarafından kurulan İnternet Kurulu’nun başkanlık koltuğuna hiçbir beis görmeden kurulması.
Sığ bilgisayar sektörü piyasasında umudunu kamu ihalelerine bağlayan bilişim şirketlerinin, bu şirketlerin çıkarlarını kollamakla yükümlü diğer STK’ların sessizliğini anlayabiliyorum. Hiç değilse sansürcü yasaya destek vermiyorlar, sessiz kalmakla yetiniyorlar. Ona da şükür. Ancak şirketlerden bağımsız, bilişime gönül vermiş yüzlerce bireysel üyeden kurulu TBD’nin Başkanı’nın sansürcü yasa karşısında sessiz kalmak bir yana, bu yasa tarafından kurulan bir kurula başkanlık ederek sansürcü yasayı onaylamasını kabul edemiyorum. Asla etmeyeceğim de. Koltuk sevdasının bu kadarına da pes artık.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2008
İnsanlara sigara dumansız ortamlarda yaşama özgürlüğü getiren yasa, AKP hükümetinin Türkiye’ye hediye ettiği en çağdaş yasa. Öte yandan yasanın uygulanması tam bir fiyasko. Yasa daha tasarı halindeyken, merkezi bir şikayet hattı ve yaptırım merci olmadığı sürece uygulanamayacağını yazmıştım.
Korktuğum başıma geldi maalesef. Yasanın ilk çıktığı günlerde insanlar büyük ölçüde uydular yasaklara. Sonra şikayet merci olmadığı, kimsenin ceza filan kesmediği görülünce iş laçkalaştı.
Belediyeler başlangıçta göstermelik birkaç ceza kestiler. Ancak bu cezalar hep yasak olan yerlerde sigara içenlere kesildi, kendi sorumluluğu altındaki yerlerde sigara içilmesine göz yumanlara tek bir ceza bile kesilmedi.
İş yerleri önce aman ceza yemeyelim diye ofislerde sigara içilmesini yasakladılar. Sonra baktılar ne valiliğin, ne belediyenin umurunda, kimi özel odalarda içilmesini serbest bıraktı, kimi yasak olmasına rağmen şirket içinde sigara içilebilir odalar açtı, kimi de tamamen serbest bıraktı. Bugüne kadar tek bir şirkete bile ceza yazılmadı.
Alışveriş merkezleri derseniz, birkaçı hariç hepsinde durum nanay. Hemen hemen hepsinde rahatça sigara içilebiliyor. Belediyeye şikayet ettiğinizde, şanslıysanız göstermelik zabıta gönderiyorlar. Onlar da üniformalı olduklarından, alışveriş merkezinin kapısından adımlarını atar atmaz içerdeki tüm dükkanlar uyarılıyor, zabıta hiçbir şey bulamıyor. Bulsa da cezayı sadece sigara içene kestiği, kafe sahibine ve alışveriş merkezine ceza kesmediği için sigara yasakları işletmecilerin umurunda olmuyor.
Laçkalık iyi niyetlileri de raydan çıkardı
Yasanın yeni çıktığı günlerde Barış Biner isimli okurumun sigara yasakları konusundaki sorumlu davranışı nedeniyle Kipa’nın Lüleburgaz şubesi için yazdığı bir teşekkür mektubuna yer vermiştim. Geçenlerde Barış Bey’den yeni bir mektup daha geldi. Bakın uygulamadaki laçkalık, işin başında sorumlu davranan Kipa’yı nasıl raydan çıkartmış:
"Dün Kipa alışveriş merkezinin Lüleburgaz şubesine gittiğimde, bu defa hayal kırıklığına uğradım. Sigara içenler için daha önce olmayan yeni kapalı bir bölüm oluşturmuşlardı. Kapısı da sürekli açık olduğu için ben, eşim ve üç yaşındaki çocuğum, birkaç metre daha ilerideki sigara yasağının uygulandığı açık alanda oturmamıza rağmen kapalı alanın açık kapısından sızan sigara dumanına maruz kaldık. O kadar ağır bir sigara dumanı sızıyordu ki açık kapıdan, genzim yandı ve rahat nefes almakta güçlük çektim. Buyrun işte sigara yasağı, bakın nasıl uygulanıyor!"
Bu medeni yasanın hálá vakit varken işlerlik kazanabilmesi için yapılması gereken çok açık. Merkezi bir şikayet ve koordinasyon merkezi kurulmalı. Vatandaşlar şikayetlerini Türkiye’nin neresinde olurlarsa olsunlar tek bir numarayı arayarak yapmalı. Şikayeti alan koordinasyon merkezi, şikayetin takibini yapıp Başbakanlık’a veya Sağlık Bakanlığı’na rapor etmeli.
Uçaklar ve taksiler duman altı
THY yasaya uyup pilotlarının sigara içmesini önleyecek önlemleri almadığı için THY uçakları da duman altı. Halbuki yasaya göre pilotlarının sigara yasağına uymasını sağlamak THY’nin sorumluluğunda. Bunun için THY uçaklarının kokpitlerine duman dedektörü ve alarmlarının konması, pilotlar üzerinde yaptırım uygulanması gerekiyor ama THY sorumluluğunu yerine getirmiyor. Ne Sağlık Bakanlığı’nın ne Ulaştırma Bakanlığı’nın umurunda.
Taksiciler önce "Aman gören, şikayet eden olur ceza yerim" diye otomobillerinin içinde sigara içmediler, içirmediler. Yasanın uygulanmasındaki laçkalığı görünce önce müşterileri "içebilirsiniz ama yakalanırsak cezayı siz ödersiniz" diyerek serbest bıraktılar. Oysa yasaya göre içilmesine müsade eden taksi şoförüne, takside sigara içenden çok daha ağır para cezaları öngörüyordu. Ardından hepten boşverdiler, kendileri de yaktılar sigaralarını. Trafik polislerinin gözünün içine baka baka tüttürdüler dumanlarını.Vatandaşlar şikayetlerini Türkiye’nin neresinde olurlarsa olsunlar tek bir numarayı arayarak yapmalı. Şikayeti alan koordinasyon merkezi, şikayetin takibini yapıp Başbakanlık’a veya Sağlık Bakanlığı’na rapor etmeli.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2008
Geçen sene kuraklık haberlerini verirken "Küresel Isınma"yı dillerinden düşürmeyen gazetecilerimiz, yazarlarımız, editörlerimiz, spikerlerimiz bu sene sel haberlerini verirken "Küresel Isınma"yı unutuverdiler nedense. Oysa kuraklık kadar aşırı yağışların nedeni de Küresel Isınma olabilir. Küresel Isınma dünyanın her yerinde, her an kuraklık yaşanacağı anlamına gelmiyor. İklimlerin dengesinin bozulması, dolayısıyla hava durumunun kararsızlaşması anlamına geliyor.
Ancak Küresel Isınma’nın ne geçen seneki kuraklıkla, ne de bu seneki yağışlarla ilgisi var. İki senedir az karlı geçen kışlarla da, üç ve dört sene önce kar fırtınalarıyla geçen kışlarla da ilgisinin olmadığı gibi. Şu anda yaşadığımız meteorolojik olayların nedeni Küresel Isınma değil doğal iklimsel döngüler. Küresel Isınma’nın hissedilebilir etkilerini ısınma devam ederse bundan ancak yirmi, otuz yıl sonra sezebileceğiz.
Küresel Isınma da çok önemli bir sorun elbette ama bizim şu anda acilen savaşmaya başlamamız gereken çok daha önemli bir sorunumuz var. O da Yöresel Cehalet.
Küresel Isınma tehditini algılamaya başlamamız olumlu bir gelişme ve küreselleşmemizin bir sonucu. Dönemsel bir kuraklığı Küresel Isınma’nın sonucuymuş gibi algılamamız ise Yöresel Cehalet’imizin...
- Büyük şehirlerimizdeki hayatın canlanıp, renklenmesi küreselleşmenin; bu şehirlerdeki barajların doluluk oranlarının yağışlı geçen yaza rağmen artmaması Yöresel Cehalet’in...
- Gelişen temizlik kültürüyle birlikte su kullanma oranının artması küreselleşmenin; Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanı olmasından bu yana geçen 15 yıl boyunca İstanbul’un su ihtiyacını karşılamaya yönelik tek bir majör projenin hayata geçirilmemiş olması Yöresel Cehalet’in...
- Ağaç evler gibi farklı tatil seçenekleri sunan konaklama merkezlerinin açılması küreselleşmenin; bu kampların yöneticilerinin kamp alanı içinde riskli yerlere çadır kuran müşterilerini uyarmaması Yöresel Cehalet’in,
- Dev alışveriş merkezlerinin açılması küreselleşmenin; çocukların bu alışveriş merkezlerinin yürüyen merdivenlerinden düşüp ölmesi ve kimsenin ceza almaması Yöresel Cehalet’in...
- Sigara dumansız yaşama özgürlüğü getiren yasanın çıkartılması küreselleşmenin; bu yasanın uygulanmasında çuvallanılması Yöresel Cehalet’in...
- Hızlı tren projelerinin devreye girmesi küreselleşmenin; hızlı trenin raydan çıkması Yöresel Cehalet’in,
- İnternet kullanımının yaygınlaşması küreselleşmenin; İnternet’in sansürlenmesine olanak veren AKP yasasının çıkartılması Yöresel Cehalet’in eseri. Küresel Isınma da çok önemli tabii ama Yöresel Cehalet’i aşmadan, Küresel Isınma için de hiçbir şey yapamayız.
Firefox’u boykot etmek için entelektüel birikim gerekir
Halkla ilişkiler şirketi sahibi Ali Saydam, "Firefox’u boykot ediyorum" diye ilan etmiş Akşam’daki köşesinde.
Hayırdır, ne alaka diyerek okudum yazısını. Efendim Ali Eren Bey diye bir dostu varmış da, mektup yazıp bilgilendirmiş kendisini.
İnternet tarayıcısı yazılımı Firefox’u açmış dostu. Karşısına "add-on"ların "dictionaries & language packs" bölümü çıkmış. Ve ne görsün Ali Bey’in dostu Ali Bey bu bölümde? Birkaç bin kişinin konuştuğu dillerin bile sözlükleri varmış da, dünyada 150 milyon kişinin konuştuğu Türkçemiz için bir "dictionary" layık görülmemiş. Ali’nin dostu Ali çok içerlemiş bu işe,"Bu durum size de ilginç geldiyse lütfen; Firefox veya Mozilla’ya da bu durumu sorgulayan mail’inizi yazıp gönderin", diye tavsiyede bulunmuş (Türkçe konusunda bu kadar hassas olan Ali Eren Bey’in Türkçeleri dururken "dictionary" ve "mail" gibi kelimeleri kullanmayı seçmesi de ayrı bir muamma ya, hadi neyse).
Ali Saydam da hak vermiş Ali Eren dostuna. "Bundan sonra Firefox’a elimi sürmem", demiş.
Firefox açık kaynak kodlu bir sistem. Mozilla isimli kár amacı gütmeyen kamu yararına çalışan vakfın ürünü. Kodları herkese açık olduğu için dünyanın dört bir yanından binlerce gönüllü yazılımcı tarafından ortaklaşa geliştirilmiş bir yazılım. Firefox, günümüzün en önemli sosyal ve teknolojik ürünü olan İnternet’in insanlığın ortak malı olduğunu ve bu nedenle her zaman açık ve herkes tarafından erişilebilir olması gerektiğini savunan bir felsefenin ürünü.
Firefox’un kendisi gibi eklentileri de (Türkçe konusunda çok hassas olan Ali Eren Bey’in "add-on" dediği şeyler) dünyanın dört yanındaki gönüllüler tarafından geliştiriliyor. Yani Firefox’un sözlük eklentileri arasında Türkçe’nin olmaması Firefox’un ya da Mozilla’nın değil bizim kendi ayıbımız. Demek birkaç bin kişinin konuştuğu dilleri konuşanlar arasından bile kendi sözlüklerinin eklentilerini geliştirenler çıkıyor ama 150 milyonluk Türkçe konuşan nüfustan bir Allah’ın kulu çıkıp Türkçe sözlük eklentisi yazmıyor.
Ali Saydam bizim kendi ayıbımız olan bir konudan dolayı Firefox’u boykot etmeye kalkışmadan önce Türkçe harfleri inatla desteklemeyen cep telefonu markalarını boykot etsin, edebiliyorsa.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2008
Türkiye’deki restoranlarda şarap seçimi yaparken Türk şaraplarına ağırlık vermenin akıllıca bir tercih olduğunu öteden beri savunurum. Nedeni basit. Eğer çok kaliteli ve dolayısıyla çok pahalı bir şarap seçilmeyecekse, en iyi fiyat/kalite dengesi Türk şaraplarında yakalanabiliyordu. Ancak Türk şarap sektörü son birkaç aydır, bence çok hatalı bir pazarlama stratejisine yönelmiş durumda. Büyük bir olasılıkla Corvus’un yüksek fiyatla imaj yaratma politikasıyla yakaladığı geçici pazarlama başarısına özenmiş olacaklar ki, belli başlı iyi şarap markalarımız fiyatlarını enflasyonun kat kat üzerinde artırma yolunu seçtiler.
Dolayısıyla artık fiyat/kalite terazisinin dengesi de bozuldu. Dünya ölçeğinde alt-orta kaliteye giren en kaliteli Türk şarapları, fiyat açısından rakipsiz değil artık Türkiye’deki restoranlarda.
Öte yandan kaliteli Türk şarapları ile en üst kalite ithal şarapların fiyatları arasındaki makas da kapanmaya başladı. Fiyatı içenlerin havasıyla balon gibi şişmiş Petrus’a takılıp kalmayanlar için fiyat açısından biraz daha makul, kalite açısından ise aynı seviyede şaraplar da gelmeye başladı Türkiye’ye.
Geçenlerde küçük bir grup yeme-içme kültürü yazarı ve restoran sahibi/işletmecisi ile Toskana’nın en iyi üç şarap bağını gezdik. Babil Şarapları’nın davetlisi olarak bağ bozumlarına katıldık, şatoların mahzenlerinde dolaştık.
Babil Şarapları’nın özelliği fiyat/kalite dengesi makul üst-orta kalite ve lüks şarapları bulup, Türkiye’ye getirmesi. Babil’in getirdiği şarapları şimdilik sadece restoranlarda bulmak mümkün.
Toskana’daki ilk durağımız efsanevi Sassicaia’nın üreticisi Tenuta San Guido şarap eviydi. Sassicaia’yı anlatmaya gerek yok. Kalitesi ve kalitesine değen yüksek fiyatıyla en üst düzey damak tadına hitap ediyor ve Sassicaia’nın hem kalitesini takdir edecek hem de bedelini ödeyebilecek denli şaraptan anlayan çok az sayıda şarapsever var zaten Türkiye’de.
Daha sonra İtalya’nın kütlesel üretim yapan şarap üreticileri arasında en kalitelilerinden biri olan Banfi’nin şatosunu ziyaret ettik. Banfi’nin hemen hemen her bütçeye hitap eden, orta kaliteden lüks seviyeye çeşitli şarapları var.
Üçüncü ve son durağımız ise Brunello tarzını keşfeden ve adını koyan Biondi Santi’ydi.
Dünyaca ünlü Brunello di Montalcino, yaklaşık bir yüzyıl önce, 19. yüzyılın sonunda dede Ferruccio Biondi Santi tarafından Sangiovese Grosso üzüm türünün özel bir klonu kullanılarak yaratılmış. BBS11 olarak tescil edilen Sangiovese Grosso klonu, geçmişten günümüze üretilen tüm Brunello di Montalcino’ların bazını oluşturuyor. BBS11 Sangiovese Grosso, Toskana’nın bir diğer dünyaca ünlü şarap türü Chianti’lerin üretildiği Sangiovese Piccolo’lardan daha kaliteli bir şaraplık üzüm türü olarak kabul ediliyor.
Toskana seyahatimizin son durağı Montepo Şatosu’nda, Biondi Santi ailesinin son kuşak temsilcisi Jacopo Biondi Santi ile birlikte yemek yedik.
Jacopo Biondi, dedesinin mirası efsane ile yetinmeyen, kendi efsanesini yaratmaya çalışan hırslı ve başarılı bir şarapçı. İşe önce Montelcino’dan göç etmekle başlamış. Uzun bilimsel araştırmalardan sonra Maremma bölgesindeki Montepo Şatosu’nun bulunduğu araziyi seçmiş ve şatonun topraklarını da yine yıllar süren araştırmalar sonucunda farklı üzüm türlerine göre sınıflandırmış.
Torun Jacopo, Montepo’da kendi tarzını yaratmayı ve şarap dünyasına kabul ettirmeyi başarmış. Yemek boyunca tattığımız Sassoalloro, Morellino di Scansano ve Morellino di Scansano Riserva hepsi çok başarılı şaraplardı. Ama yemeğin sürprizi Jacopo’nun tarzını en üst seviyeden yansıtan yüzde 40 Sangiovese Grosso BBS11, yüzde 40 Cabarnet Sauvignon, yüzde 20 Merlot harmanından üretilmiş Shidione idi kuşkusuz.
Asıl sürpriz ise Jacopo Biondi Santi’nin, Türkiye’yi geleceğin önemli şarap merkezlerinden biri olarak gördüğünü söylemesi ve Türkiye’de şarapçılık yapmak üzere araştırma yaptığını açıklamasıydı. Jacopo Biondi Santi gibi maceracı ruhlu ve aynı zamanda çok başarılı bir şarap üreticisinin Türkiye’de şarap üretmesi, Türk şarapçılığına birkaç lig birden atlatacaktır. Ama bunun için hükümetin şaraba uyguladığı fahiş vergi politikasını ciddi bir şekilde gözden geçirmesi şart. Kısacası biz yine Babil’in ithal ettiği Brunello di Montelcino’larla avunmaya devam edelim.
Yazının Devamını Oku