Çok yüksek miktarda (örneğin milyonlarca müşteriden toplanan) veriyi büyük bir hızla işleyen ve anlamlı bilgiye (örneğin 25-35 yaş arası kadın müşteriler X ürününü hangi rafta duruyorsa daha çok satın alır) çeviren teknolojisinin sahibi Teradata’nın uluslararası bir konferansına katılmak üzere Las Vegas’tayım.
Görünen o ki ABD’yi kasıp kavuran ekonomik kriz Las Vegas’a uğramamış.
Las Vegas, ekonomisi ABD’den bağımsız bir şehir gibi. Çöl ortasında yoktan varolmuş, kendine has ekonomik dinamikleri olan bir ada.
Öyle ki, Las Vegas’taki oteller bile dünyanın ünlü otel zincirlerinin parçası değil. Dünyanın en büyük yatak kapasitesine sahip şehirlerinden biri olan Las Vegas’ta dünyaca ünlü otel zincirleri değil ismi Las Vegas dışında pek duyulmayan dev otellerin gövde gösterisi var.
Las Vegas’ı yoktan var edenler şehrin patronları. Yani tematik otel konseptini keşfeden yatırımcıları, mafyaya soluk aldırmayan şehir konseyi ve bu konseyi yönetime getiren halkı.
Las Vegas ekonomisinin kalbinde kumarın yattığı sanılır. Belki büyükçe bir kasabadan ibaret olduğu on beş yıl önce doğruydu bu.
1995’te şehrin tüm gelirlerinin yüzde 70’i kumardan geliyordu. Bugün artık kumar gelirleri şehrin o zamandan bu yana katlanarak artan toplam gelirinin yüzde 30’undan azını oluşturuyor.
Las Vegas’ın bugünkü güçlü ekonomisinin ardında potansiyel müşterilerini tutkularıyla, tüketim alışkanlıklarıyla iyi tanıma becerisi yatıyor. Kumar tutkusu bunlardan ilkiydi ve insanların kumar tutkularına hitap ederek Las Vegas ekonomisinin ilk temelleri atıldı.
Kumarla atılan temellerin üzerinde lüks oteller, lüks alışveriş merkezleri, lüks restoranlar ve görkemli şov merkezleri kuruldu. İşin püf noktası tüm bu şatafatın, lüksün dünyanın başka herhangi bir yerinden çok daha makul fiyatlarda sunulmasıydı.
Las Vegas satın alınabilir, erişilebilir lüksün markası oldu.
Müşterilerine bir takım ayrıcalıklar sağlayan özel kulüp üyelikleri sundular. Kumarda kaybetseler bile şov bileti, ücretsiz konaklama, lüks bir restoranda akşam yemeği gibi ödüller kazandıran kartlar verdiler.
Bu kartlar sayesinde müşterilerinin attığı her adımı izleyebilir hale geldiler. Ön planında milyonlarca doların aktığı Las Vegas otellerinin arka planında milyonlarca müşterinden gelen veriler akıyor. Oluşan devasa veri yığınlarından anlamlı bilgiler süzen bilgisayarlar çalışıyor.
Benzer bilgi teknolojileri bankalar tarafından da kullanılıyor. Son krizde de bu teknolojiyi kullanmayan veya kullansa bile verim almasını bilemeyen bankalar batarken, müşterilerini iyi izleyen, bir sonraki adımlarını önceden sezmesini bilen bankalar ayakta kaldı.
Tıpkı müşterisini iyi tanıyan ve teknoloji ile izleyen Las Vegas gibi.
James Bond’un yengeçcisi
Las Vegas’a her gelişimde James Bond’un favori yengeç restoranı olarak nam salan "Joe’s Seafood Prime Steak & Stone Crab"a gitmek istemişimdir ama o kadar çok iyi şef var ve hiç durmadan o kadar çok iyi yeni restoran açılıyor ki burada bir türlü sıra gelmemişti.
Yeni açılan restoranları bir ay sonraki ziyaretime bırakıp nihayet gidebildim bu kez Joe’nun yerine. James Bond’un favori yengeci, Dalyan’lı balıkçıların uydurduğu gibi mavi yengeç değil, Stone Crab’dir (Kaya Yengeci). Stone Crab’in lezzetini 1920’de keşfeden ve ilk restoranını Miami’de açan Joe Weiss, Meksika körfezinden tutulan Stone Crab’leri kendi özel pişirme tekniğiyle hazırlayıp, sunarak ünlenmiş. Joe’s için tutulan yengeçlerin önemli bir özelliği de hepsinin elle hasat edilip, sadece tek bir kıskaçlarının kopartılarak tekrar denize salınmaları. Böylece doğaya da minimum zarar vermiş olunuyor. Joe’nun Stone Crab’leri gerçekten muhteşem bir lezzete sahipmiş. San Francisco’nun ünlü Dungeness yengeci kadar lezzetli olmasa da, bugüne kadar tatmadığıma hayıflandım.
Mamma Mia Allah korusun
Las Vegas’ta geçen sene The Hotel isimli yeni bölümünde kaldığım Mandalay Bay otelinde kalıyorum. The Hotel’in asansöründeki likit kristal ekranda dönüp duran Mamma Mia tanıtımı herkese öylesine gına getirmişti ki tüm müşterilerin alay konusuydu.
Bu sene asansörde hálá aynı tanıtım filmi dönüyor ama çok şükür sesini kapatmışlar. En azından o demode şarkıları duymuyorsunuz.
Mamma Mia’nın tanıtım filminin sinirimi bu kadar bozmasının bir nedeni de şeytana uyup iki sene önce seyretme gafletine düşmüş olmam. Broadway şovundan çok bir okul müsameresini andıran gösterinin otuzuncu dakikasında uçuş sarhoşluğu ve saat farkının da etkisiyle uyuklamaya başlamış, rahatsız koltuk yüzünden uyuklayamamış ve saatler süren işkencenin sonunu zor getirmiştim.
Asansörde karşıma çıkan görüntülerle o işkenceyi tekrar hatırladıktan sonra odama girip İnternet’e bağlandım ve ne göreyim? Meğer Mamma Mia İstanbul’da da sahneye konmaya başlamamış mı?
Onca başarılı şov dururken nereden bulmuşlar İstanbul’a getirmek için bu Mamma Mia’yı? İlla nostaljiyse Beatles’ın Love’ını getirselerdi keşke. Bu işin piri Cirque du Soleil’in elinden çıkma hiç değilse.
Hani İstanbul’a bundan önce Broadway, off-Broadway veya Las Vegas şovlarından çok başarılı örnekler gelmemiş olsa, bu tür şovları hiç görmeyenler bari bunu görüp heyecanlansa diyeceğim ama o da değil. Stomps geldi İstanbul’a, De La Guarda geldi, David Copperfield geldi. Bu muhteşem gösterilerden sonra Cirque du Soleil’in şovlarından en iyilerinden birinin, tercihen ilk çıkış yaptıkları şov olan Mystere’in gelmesi yakışır İstanbul’a...