19 Kasım 2008
Geçen gün Los Angeles Times’da aynı gün farklı sayfalarda yayınlanan iki haber dikkatimi çekti. Amerikalılar için birbirleriyle hiçbir alakası olmayan bu iki haberi, bizim açımızdan anlamlı buldum. Yorum yapmadan aktaracağım ama iki haberin sizlerde yapacağı çağrışımı da çok merak ediyorum.
Birinci haber gazetenin emlak, ev, dekorasyon ekinden. ABD’de yaşanan ekonomik krizin ABD’de yaşayan Murat Ekici’nin hayatına yaptığı etkiyle ilgili.
Murat Ekici’nin ilginç bir işi var. Hollywood yıldızlarının tuvaletlerini temizleyen bir şirket kurmuş. Ancak krizle birlikte işleri bozulmaya başlamış. Ekinci’nin temizlik ekiplerini krizden önce haftada bir çağıran Hollywood yıldızları temizlik frekansını ayda bire düşürmüşler.
32 yaşındaki Ekinci, Eagle Rock’taki beş odalı evlerinin 3800 dolarlık "mortgage" taksidini ödeyebilmek için odalarından bazılarını kiraya çıkartmışlar.
Henüz kiracı bulamayan Ekici’nin bir başka derdi daha var. Los Angeles Times’a yakınmış, gazetede bu yakınmayı başlığa çıkartmış.
"Müslümanım", diyor Ekici, "Evinizde yabancı birinin yaşadığını düşünün ve bu yabancı evinizde ızgara domuz yapmak istiyor. Adama kalkıp hayır pişiremezsin nasıl diyeceğim ki? Evinizi kaybetmek daha mı iyi? Mecburen katlanmak zorundasınız".
İkinci haber ise, geçtiğimiz cuma akşamı Cape Canaveral üssünden uzaya fırlatılan Endeavour uzay mekiğiyle ilgiliydi. Mekiğin görevi dünya yörüngesindeki Uluslarası Uzay İstasyonu’na yeni odalar eklemek.
Kaptan Christopher J. Ferguson komutasındaki ekip, uzay istasyonuna yeni yatak odaları, bir mutfak bir de 19 milyon dolarlık yeni tuvalet ekleyecekler.
Uzaydaki inşaatın 15 günde bitmesi bekleniyor.
Şimdi bu iki haberin size neler düşündürdüğünü sormak istiyorum. Yazarsanız sevinirim. Hepimize acaba üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri mi düşündürttü bu iki haber, yoksa bu konuda bile birbirine taban tabana zıt farklı düşüncelere kapılacak kadar mı kamplaştık, gerçekten merak ediyorum.
TV’deki yemek programları ve yemek kültürümüz
Figen Batur’un Hürriyet Cumartesi ekinde yayınlanan keyifli yazılarının tiryakilerindenim. Cumartesi günleri gazeteyi ilk önce Figen Batur’un yazısını açıp okumaya başlayan tanıdıklarım da var.
Batur geçen ne zamandır dikkatimi çeken ama bir türlü elim gidip yazmadığım bir konuya değinmiş geçtiğimiz cumartesi günkü yazısında.
Televizyon kanallarımızda yayınlanan yemek programlarının ve İnternet’teki Türkçe yemek sitelerinin pespayeliğinden şikayetçi Batur.
Aynı şeyden ben de şikayetçiyim. Hatta buna sayılı birkaç iyi örnek dışında gazetelerimizin yemek sayfalarını da ekleyebilirim. Rahmetli Tuğrul Şavkay’ın yerini bile dolduramadık zamansız ölümünün ardından onca yıl geçmesine rağmen.
Bu durum aslında toplum olarak yemek kültürümüzün ne kadar aşağılarda olduğunun da bir göstergesi.
Televizyonlardaki yemek programlarından da açıkça görebileceğimiz gibi yemek kültürümüz yemeklerin lezzetinden çok dedikodusundan ibaret. Mutfakta neyin, nasıl piştiğinden çok kimin pişirdiğiyle ilgileniyoruz.
Siyah başkan ve beyaz Türkler
Obama’nın ABD’nin ilk siyah başkanı olarak seçilmesinin ardından yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre ırklar arası ilişkilerin geleceğiyle ilgili iyimserlik rüzgarları esmeye başlamış ABD’de.
Gallup araştırmasına göre ırkçılık sorununun kökünden çözüleceğine olan inanç tarihin en yüksek seviyesine çıkmış durumda.
Erdoğan seçildiğinde, bizde de benzer iyimserlik rüzgarları esmişti. Laikçilerle dincilerin birbirine yakınlaşacağı beklentisi doğmuştu. Türban sorunun çözüleceğini bekleyenler de çoğunluktaydı.
AKP hükümetinin her işe türbanlıları ve eşi türbanlı olanları getirme, kendi zenginini yaratma politikası sonucunda beklentilerin aksine kamplaşma daha da derinleşti.
Tabii ABD’de durum farklı. Obama her işe siyahları getiremeyeceğine göre, ırkçılıkla ilgili iyimserlik rügarlarının boşa çıkmama olasılığı yüksek.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2008
Masum belgeselci Can Dündar, "Mustafa"yı seyretmeden eleştirenlere sitem etmiş. Ne yani, o dönem ödevi bozması filmi eleştirmek için bir de filmine bilet alıp, Can Dündar’a para kazandırmak şart mı?
Bir film, hakkında onca şey yazıldıysa pekala seyredilmeden de eleştirilebilir. Sinematografisi, kurgusu gibi sanatsal özelliklerini eleştiremezsiniz seyretmeden tabii ama hakkında güvendiğiniz imzalarca yazılanlardan yola çıkarak içeriğini ve konusunu eleştirebilirsiniz.
Vakit Gazetesi yazarı 78 yaşındaki Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki bir kızı taciz etmesini eleştirmek için, taciz anlarını seyretmemiz mi gerekiyordu da; Dündar’ın filmini eleştirmek için Atatürk’ün itibarına yönelik tacizini illa seyretmemiz gereksin?
Atatürk’ü gönülden sevdiğinden kuşkum olmayanlardan bazı isimler, filmi masum bulduklarını, filmi seyrettikten sonra Atatürk’ün kalplerindeki yerinin değişmediğini söylüyorlar. Atatürk’ü anlayanlar, bilenler için sorun yok tabii. Atatürk’ün onların kalbinde edindiği yerin, kalitesiz bir belgeselle sarsılacak hali yok ya. Sorun belgeselin Atatürk’ü, onu sadece heykellerden, sınıflara asılı tablolardan ve basmakalıp ders kitaplarından tanıyan, yani hiç tanımayan yeni nesillere nasıl tanıtacağında...
Kimse kusura bakmasın, Atatürk’ün insani yanını göstereceğim diye sadece içki ve sigara içmesini gösteren Can Dündar’da art niyet arayanları art niyetli olmakla suçlamak hiç de makul değil.
Atakan ailesinin ikinci nesil büyüklerinden Mustafa Atakan, soyadımız "Atakan"ı Atatürk’ün sofrasında Atatürk’ün önerisiyle alan Rahmi dedemden bizzat dinlemiş... Geçen haftaki yazımdan sonra telefonda aktardı.
Amcası, dedem Rahmi Atakan Ankara Halk Evi’nin kurucu müdürlüğünü yaptığı yıllarda, Atatürk sık sık ziyaret ettiği Ankara Halk Evi’nde zaman zaman yemek de yermiş. Bu ziyaretlerinden birine gelmeden önce dedemi arayıp, "Rahmi, bugün ne yemek var?" diye sormuş. Dedem günün yemeklerini sayınca, "Kuru fasulye yoksa yemekten sonra geleyim" demiş.
Dedem "Paşam hemen yaptırayım" deyince de, "Yok, israfa gerek yok, bugün ne piştiyse o tüketilsin. Sen beni ne gün kuru fasulye pişirilirse o gün ararsın" cevabını vermiş.
Dedem Rahmi Atakan o günden sonra kuru fasulyeyi günün mönüsüne sık sık koymaya başlamış ve her seferinde de Atatürk’ü haberdar etmeyi ihmal etmemiş. Atatürk de Ankara Halk Evi’nde çok daha sık yemek yer olmuş.
Atatürk’ün kuru fasulyeye olan düşkünlüğü, içki sofraları kadar bilinen bir gerçek. Can Dündar Atatürk’ün her akşam içtiği bir, iki kadeh içkiyi ve tellendirdiği sigarayı insani yanlarını vurgulamak için kullanıyor da, dayanamadığı kuru fasulyeyi neden bu denli vurgulamıyor filminde acaba? Kuru fasulyeyi önemsiz bir ayrıntı, içkiyi başrol sanatçısı yapan özellikleri neler?
Atatürk’ün insani yanı, içki, sigara ve Can Dündar’ın amatör psikanaliz bilgisiyle, hokkabaz numarası gibi şapkasından çıkartıverdiği yalnızlığı ile kindarlığından mı ibaret?
Kirliliği görmeyen o gözler balıkları nasıl görecek
TBMM Çevre Komisyonu’ndan 14 kişilik milletvekili heyeti, Bodrum Güllük Körfezi’ndeki balık çiftliklerinden açıkta kurulu ikisini inceledikten sonra "kirlilik göremedik" demişler.
Bu arada Komisyon Başkanı, Ankara’ya dönerlerken temiz bulduklarını söyledikleri çiftliklerin sahibi Kılıç Balıkçılık tarafından otobüslerine yüklenen 125 kilo çiftlik çipurasını da görmediklerini söylemiş. Balıkların yarattığı kirliliği görmeyen gözler için doğaldır.
Büyülübağ’ın ilk büyülü şarabı
Büyülübağ şaraplarını ilk kez geçen sene Topaz’da tatmış ve çok beğenmiştim. Büyülübağ bu şarabı, kendi bağları henüz çok genç olduğu için Çeşme bağlarından hasat edilen seçme üzümlerden yapmıştı.
Büyülübağ’ın tamamen Avşa’daki kendi bağlarından yaptığı ilk şarap olan Büyülübağ Cabarnet Sauvignon 2006’yı, yine Topaz’da ancak bu kez Büyülübağ’ın kurucusu Alp Törüner’in sunumuyla piyasaya çıkmadan önce tatma fırsatı buldum. Henüz üç yıllık bir bağdan böylesine başarılı bir şarap nasıl çıkmış, inanılır gibi değil. İşin sırrı Törüner’in iyi şarap bağda başlar felsefesine sıkı sıkıya bağlı kalması ve bağlarına büyük özen göstermesinden kaynaklanıyor.
Törüner iyi şarabın temeli olan iyi üzüm yetiştirmeye özen göstermekle de kalmamış, bağlarının içine Türkiye’nin ilk yerçekimine uyumlu akışlı çok katlı şarap üretim tesisini de kurmuş. Bu teknik kullanıldığında, üzüm tanklara sıkılmadan, tepeden dökülüyor ve suyu kendi ağırlığıyla sıkılarak alttaki fermantasyon fıçılarına akıyor. Bu da üzümün narin aromalarının diğer sıkma ve pompalama metotlarında yaşandığının aksine kaybolmasını önlüyor.
Törüner, bu genç bağlardan 14,1’lik alkol derecesine rağmen alkolün fazla hissedilmediği, güçlü ve kompleks aromalı böylesi bir şarap üretebildiyse, birkaç yıl sonra dünya piyasalarında da büyük ilgi görecek şaraplara imza atacaktır, adım gibi eminim. İşin en güzel yanına gelince. Daha önce sadece restoranlarda satılan Büyülübağ’ı, Cabarnet Sauvignon 2006’sıyla Carrefour raflarında 33 YTL’lik etiketiyle görebileceğiz artık. Büyülübağ, Carrefour’da diğer bazı çeşitleriyle de satılıyor olacak.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2008
"Dini bütün" ve "isteyenlere içki servisi yapıldı"... AKP döneminde literatürümüze giren iki saçma ve saçma olduğu kadar saldırgan iki yeni ifade biçimi. İki ifade de çirkin ve çirkin olduğu kadar ayrımcı, toplumu bölücü ifadeler. "Dini bütün" sıfatı genellikle "İslam"a AKP vizöründen bakan, Müslümanlığı AKP bakışıyla yaşanları ifade etmek için kullanılıyor.
Müslümanlığını AKP tarzında yaşayanları "gerçek", farklı bir tarzla yaşayanları "sahte" Müslümanlar olarak sınıflıyor. Müslümanlık yorumunu AKP ideolojisi çerçevesinde yapanları "dini bütün", farklı tarzlarda yapanları "dini yarım" olarak etiketliyor.
Ne demek "dini bütün"? Başörtüsü takanların dini yarım da, türban takanların mı dini bütün? Allah’a dua edip, Kur’an okuyan ama başını örtmeyenin dini hepten mi sıfır?
Ramazan’da oruç tutan ama arada bir içki içenin dini dörtte üç mü, beşte bir mi?
Müslümanım diyen ama ne oruç tutan, ne hacca giden, ne namaz kılan birinin dini yüzde bir mi, binde bir mi yoksa milyonda bir mi?
Başını örten, oruç tutan, namaz kılan, hacca giden ama Şeker Bayramı’nda vişne likörü içen ninem zındık mıydı? Ramazanda oruç tutan ama iftardan sonra rakı içen bir arkadaşım vardı. Zaman zaman namaz kılar, arada bir Kur’an okurdu. Onun dini yarım mıydı?
Fikret Hakan, Karaf dergisine verdiği söyleşide, "Ben de Müslümanım ama içkiye karşı değilim", demiş, "Bu konuya radikal karşı olanların da özürlü olduklarını sanıyorum.
İçtiğinize hakim olamıyorsanız, zaaflarınızı ortaya çıkartır". İçkinin aslında insanın içyüzünü çıkartığını söyleyen Fikret Hakan’a "Hayır, sen Müslüman değilsin", deme hakkı ahiretten önce kimde olabilir?
Dini bütün olmak için Allah’a ve elçisi Hazreti Muhammed’e inanmak yetmiyor da, dini kendilerine göre yorumlayan bir takım hacılara, hocalara, tarikatçılara da mı iman etmek gerekiyor?
"Dini bütün" yakıştırması gibi yaşamımıza AKP sonrası dönemde giren bir başka çirkin söylem ve eylem de; isteyenlere içki servisi yapılması.
Başbakan bir yemek daveti veriyor, isteyenlere içki servisi yapılıyor. Gazeteciler Başbakanlık uçağıyla yurtdışına götürülüyor, uçakta isteyenlere içki servisi yapılıyor. Başbakan ’yakını’ bir karikatürcü evinde Tayyip Erdoğan’ın da davetli olduğu bir yemek veriyor, isteyenlere içki servisi yapılıyor.
Akıllarınca şöyle demek istiyorlar. Biz "dini bütün"ler olarak kimseye içki sunup günaha girmeyiz ama isteyen olursa da veririz, günahı onların boynuna.
İçki içen misafirlerini aşağılamaktan başka bir şey değil bu. Bir davette ya içki servisi yapılmaz ya da yapılır. Gerçekten medeni olmak istiyorsanız içki servisi yaparsınız, isteyen içer istemeyen içmez. Bu kadar basit.
Türkiye’nin en iyi "steak"i yeni adresinde
Türkiye’de iyi dana eti yok ama herşeye rağmen eldeki kötü malzemeyle "steak"in en iyisini yapmaya çalışan çok az sayıda restoran var. Günaydın, Borsa, Mövenpick Azzur ve Masa Türkiye’de "steak" yiyebileceğim ender restoranlardan. Ama bir tanesi var ki yeri benim için her zaman farklı. Daha önce de yazmıştım, Cevahir alışveriş merkezinin en üst katındaki Katris, ızgara dana dendi mi Türkiye’deki en favori mekanım.
Sahibi Haluk Baykan Gürbey Katris’i yaratırken her ayrıntıya büyük bir itina göstermiş. Bir restoranla ilgili aklınıza gelebilecek her detayı oya gibi işlemiş.
Cevahir’deki Katris geçenlerde maalesef kapandı. Doğru restoranı yanlış yerde açmanın hak edilmemiş cezası olmalı. Sırf Katris için Cevahir’e gittiğimiz çok olmuştu ailemle. Daha geçen gün Haşmet Babaoğlu ile telefonda konuşurken, Haşmet "Uzak kaldık. Bir gün buluşup şu senin methettiğin Katris’e gidip dana ızgara yiyelim", diye önermişti. Nasip olmadı.
İşin bir de sevindirici yanı var neyse ki. Katris’in yaratıcısı Haluk Baykan Gürbey Levent’te Katris’i yeniden açmış. Kanyon’un yanıbaşındaki Pol Center’ın altında bahçeli bir mekan. Bahçe bu kış sezonuna yetişmemiş, Haluk Bey de tüm enerjisini ve deneyimini iç mekana akıtmış.
Henüz gitme fırsatı bulamadım ama Cevahir Katris’teki başarısı Haluk Bey’in teminatı.
Mutfak ve servis ekibi Cevahir’deki aynı ekip. Üstelik yeni yerin Cevahir’dekine göre çok büyük bir avantajı da var. Alışveriş merkezlerinin içindeki restoranlarda kömür ızgara kullanmak yasak. Bu yeni yerinde ise etler kömür ızgarada pişiriliyor. Cevahir’de kömür ızgarasından mahrum yarattığı o muhteşem dana ızgaralar, kömür ateşinde kimbilir nasıl bir nefasete bürünmüştür? New York’tan döner dönmez, gidip deneyeceğim günü iple çekiyorum. Bu arada siz gidip denerseniz, izlenimlerinizi beklerim.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2008
New York Battery Park’taki restorandan otel odama döndüm. Şikago’daki spikerin hologramik görüntü vasıtasıyla New York’taki CNN stüdyolarına ışınlanarak yayına çıktığı ABD seçimleriyle ilgili izlenimlerimi ben de New York’taki otel odamdan İstanbul Hürriyet binasındaki odama ışınlanarak yazıyorum.
Diz üstü bilgisayarım New York’taki otel odamda açık, önümde duruyor. Ama ben İstanbul’daki odamda masamın üzerinde duran bilgisayarı kullanıyorum. Gazetenin altyapısındaki yazı programıyla çalışıyor, ajanslardan gelen haberleri sanki İstanbul’daki gazete binasındaymış gibi okuyabiliyor, İstanbul’daki bilgisayarımda tuttuğum bilgileri karıştırabiliyorum. Tüm bunları Microsoft’un yeni duyurduğu ve şimdilik herkese açık olmayan deneme aşamasındaki Mesh teknolojisi ile yapıyorum.
Otelim, Manhattan adasının en alt ucunda. Penceremden Hudson Nehri ve karşısındaki New Jersey’in ışıl ışıl muhteşem gece manzarası görünüyor. Biraz önce CNN’de yayınlanan seçimin ilk sonuçları eşliğinde güzel bir akşam yemeği yediğim restoran da otelime 5 dakikalık yürüme mesafesinde.
Restorandan çıkıp otele yürüyene kadar yani beş dakika içerisinde seçimin galibi neredeyse belli olmuş gibiydi. Gelen öncü sonuçlar Barack Obama’nın kazanacağını gösteriyordu. Oysa daha beş dakika önce restoranın barında otururken, çoğunluğu Cumhuriyetçi olduğu anlaşılan borsacı kılıklı müşteriler Georgia, Kentucky, Virginia’dan gelen McCain’i önde gösteren sonuçlar açıklandıkça kadeh kaldırıp, "Yippie" çekiyorlardı.
South West Restaurant, 11 Eylül terörist saldırısında yıkılan İkiz Kuleler’i de içinde barındıran Dünya Ticaret Merkezi kompleksinde ayakta kalmayı başarmış Winter Garden alışveriş merkezinin içinde. Burası dünyanın finans merkezi. Müşteriler de doğal olarak civarda çalışan finansçılardan, borsacılardan oluşuyor.
11 Eylül’de yerle bir olan kompleksin ayakta kalan bölümlerinin adı Dünya Finans Merkezi. Restoranın bar kısmını dolduran finansçılar çalıştıkları Dünya Finans Merkezi’nin, kardeşi Dünya Ticaret Merkezi gibi yerle bir olduğunun farkında değilmiş gibiler. Finans sistemini çökerten politikalardan 8 yıllık Cumhuriyetçi iktidarın sorumlu olduğunu unutmuşçasına Cumhuriyetçiler lehine gelen geçici iyi haberleri coşkulu tezahüratlarla karşılıyorlar.
Restoran çalışanları ise hayli tedirgin. New York’ta sokaklarda dolaşırken şehirde sadece göçmenlerin yaşadığı hissine kapılırsınız. Nedeni, şehrin dükkanlardan, restoranlardan, mağazalardan oluşan alt katlarındaki düşük maaşlı işlerde hep göçmenlerin ve göçmen kökenlilerin çalışıyor olmasıdır. Beyaz Amerikalılar ise binaların üst katlarındaki ofislerinde çalışırlar ve bunlara öğlen tatilleri dışında rastlamak pek mümkün değildir.
Şehrin alt katlarını temsil eden restoran çalışanları belli ki Obama’yı destekliyor. Gözlerinde; tıpkı sabah New York sokaklarında dolaşırken sık sık karşıma çıkan, göğüslerinin arasına sıkıştırdıkları Obama yazılı temsili oy kartıyla verdikleri oyla övünenlerin gözlerinde gördüğüm gurur pırıltısı var. Finansçıların ilk sonuçlar karşısındaki erken sevinç taşkınlıklarını tepkisiz izlemekle yetiniyorlar.
Garsonlardan birine oy verip vermediğini soruyorum. "Vermez olur muyum" diyor. Ancak sonra ekliyor, ilk kez sandığa gidiyormuş. Bu seçimin çok önemli olduğunu söylüyor. Bu yüzden oy vermek için sabah kuyrukta iki saat beklemeye bile katlanmış. "Kime verdin oyunu?" diye soruyorum, gururla "Obama’ya tabii ki" diyor.
Dakikalar ilerledikçe gelen yeni sonuçlarla Cumhuriyetçilerin havası sönmeye başlıyor. Gelen ilk rakamlarda McCain’in önde olduğu Florida’da Obama arayı açmaya başlayınca, yenilgiyi kabullenen finansçılar birer ikişer terk etmeye başlıyorlar mekanı.
Yanımdaki finansçıya nerede çalıştığını soruyorum. Hemen yan binadaki batık Merrill Lynch’te çalışıyormuş. Finansal enstrümanlarla ilgili bir iş olduğunu söylüyor. Yabancısı olduğum bir dünya olduğu için tam anlayamıyorum ama zaten merak ettiğim de o değil.
"Şimdi ne olacak?" diye soruyorum, "Obama başkan seçilirse her göreve siyahları mı getirecek? Tamamen siyahlardan oluşan bir yeni zengin kitlesi mi oluşturacak? Ve en önemlisi kendi işini de tehdit altında görüyor mu, yaptığı işi bir siyaha kaptırmaktan korkuyor mu?"
Anlamsız gözlerle yüzüme bakıyor. Tek gözünü kısıp, tek gözünü açıyor, dudağını kıvırıyor ve "What?" (Ne?) diye tıslıyor.
"Türkiye’de öyle oldu da diyorum."
Anlamıyor ve ciddiye bile almıyor, hiçbir şey sormuyor. Sadece garip garip bakıyor. Benim de zaten anlatmaya hiç halim yok. Deli mi bu diye soran bakışları altında yerimden kalkıp, yazımı yazmak için otele doğru yürüyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2008
Romantik belgeselcinin ve şakşakçılarının Atatürk’e yaptıkları sarhoş yakıştırmasına bakılırsa, soyadımın Atakan değil Peker olması gerekiyor. Yıllarca boşuna övünmüşüm demek ki, soyadımızın bizzat Atatürk tarafından sofrada verilmiş olmasından. O akşam yemeğinde Atatürk, Recep Peker’in de soyadını vermiş. Can Dündar, her gece bir şişe rakı deviriyordu dediğine göre Atatürk o akşam da zil zurna sarhoş olmalı. Ve o sırada Ankara Halkevi Müdürü olan eski silah arkadaşı dedem Rahmi Bey’le, diktatörlük eğilimleri olan dönemin CHP Genel Sekreteri Recep Bey’i karıştırmış; Recep Bey’e uygun gördüğü Atakan soyadını dedeme, dedem Rahmi Bey’e uygun gödüğü Peker soyadını genel sekreterine vermiş olmalı yanlışlıkla.
Bu kuşkumun başka dayanakları da var tabii.
Kurtuluş Savaşı’nda tek kurşun atılmamış, tek bir şehit vermemişiz, tek bir neferimiz yaralanmamış. Ortalıkta dolaşmaya başlayan son model anti-efsaneyi yayanlar aynen böyle diyorlar.
Geçenlerde bir tanıdığım, ayaküstü sohetimizde söyledi de ondan duydum. Dedemin Kurtuluş Savaşı Gazisi olduğunu öğrenince de, "Bizim kendi kendimize attığımız kurşunlarla yaralanmıştır, gerisini de sonra anlatırım" deyip uzaklaştı.
Romantik belgeselci Can Dündar’ın Atatürk’ü sarhoş bir korkak gösteren "Mustafa" filmi tam da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda piyasaya sürülünce içime kurt düşmesinin bir nedeni de bu anti-efsane.
Düşünsenize, ayyaş ve korkak Atatürk’ün baş komutanlığında zaferden zafere nasıl koşmuş olabiliriz ki? Can Bey’in savları doğruysa, Kurtuluş Savaşı gazilerinin, şehitlerinin aslında birbirlerini vuran gafiller olduğu iddiası da anlam kazanıyor.
Atatürk’ün silah arkadaşı ve Ankara Halkevi’nin kurucu müdürü dedem Rahmi Atakan da yanlış biliyordu herhalde. Ya babama, iki ablasına ve onların amca oğullarına her şeyi yanlış anlatmış olmalıydı ya da hem babam, hem halalarım, hem de amca oğulları her şeyi bize yanlış aktarmış olmalılardı.
"Mustafa’yı yaşayan tanıkların anlattıklarına değil yazılı belgelere dayanarak çektik" diye övünen romantik belgeselcimize mi inanayım, soyadlarının rakı sofrasına meze edildiği ortaya çıkan aile büyüklerimden aktarılanlara mı?
Belgeselcilerin birincil belgesi olan yaşayan tanıkların ifadeleri hálá orada karşısında dururken, tarihçilerin malzemesi olan yazılı belgeleri, tarihçi yetkinliği olmadan yalap şap okuyan koca yazar kasa belgeselcisinin iddiasına karşı çıkacak halim yok ya! Demek ki soyadım Atakan değil Peker olmalı. Dedem de Gazi filan değilmiş meğer. Ondan miras kalan İstiklal Madalyası’nı Can Dündar’a göndereceğim. Kokteyllerde göğsüne takıp dolaşsın. Yeni sponsorlar bulmasına katkısı olur.
Küresel Isınma gerçekmiş, İnternet sansürü yokmuş
Kuşku duymakta ve yazmakta haksızmışım. Küresel Isınma gerçekmiş ve tartışılacak bir yanı yokmuş.
Neredeyse üç yıldır "Küresel Isınma teorisi gerçek olmayabilir, tersini iddia eden teoriler ve bu teorileri destekleyen bilimsel bulgular da var" diye bağırıyor olmama rağmen artık eminim. Küresel Isınma hiçbir şekilde karşı çıkılmayacak bir gerçek. Nereden mi biliyorum?
"Küresel Isınma"nın gerçekliğini sorgulayan bir haber geçtiğimiz hafta gazetelerin kapağında sürmanşete kadar çıktı da, ondan eminim.
Artık kimse bana "Küresel Isınma"nın çevrecilikten rant kazananların bir kumpası olduğunu sorgulatamaz. Küresel Isınma yalan mıymış başlıklı bir haberin bir Türk gazetesinin birinci sayfasında sürmanşete çıkması, Küresel Isınma teorisinin gerçek olduğunun yeterli ve kesin bir bilimsel kanıtıdır. Bundan böyle artık kimse Küresel Isınmayı yadsıyamaz.
Aynı nedenlerden dolayı İnternet’in Türkiye’de sansürlendiğine de artık inanmıyorum. "İnternet’e sansür geliyor" diye yıllardır avazım çıktığı kadar bağırıyorum.
Yedi yıl önce birlik.com adresinde "İnternet sansürüne hayır" başlıklı bir kampanya açtım. Bine yakın İnternet sitesinden destek, 50 bin İnternet kullanıcısından imza topladım, basının umrunda olmadı.
Onlarca defa yazdım, kimse tınlamadı. Sakallılara olan itibar artınca köşemdeki fotoğrafa "photoshop"la sakal taktırdım, yine dinletemedim. En son bir buçuk yıl önce, türban moda olunca türban takıp, "İnternet’e sansür geliyor, hep birlikte karşı çıkmazsak geç olacak" diye yırtındım, yine kimseden yüz bulamadım.
Ve işte şimdi İnternet sansürü basında herkesin dilinde. Demek ki bu konuda da yanılmışım, herkes İnternet’te sansür var diye yakınmaya başladıysa bu İnternet’te sansür filan olmadığının kanıtı olmalı.
Bu kadar çuvallamak fazla. Hadi bana eyvallah!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2008
Müşteriyi tanımanın ve bir sonraki adımını tahmin etmenin kritik önem kazandığı kriz döneminde Teradata çözümleri öne çıkıyor. Las Vegas’ta yapılan Teradata Partners 2008 etkinliğinde duyurulan ürün ve çözümler, kalabalık müşteri kitlelerine hizmet veren büyük şirketlere dünyayı saran ekonomik krizle daha etkin başa çıkma yolları sunan teknolojiler olarak dikkat çektiler.
Veri ambarı ve iş zekası uygulamaları sunan Teradata çok yüksek miktarlardaki veri yığınlarını çok büyük bir hızla işleyip, analiz etme ve iş kararlarında kullanılabilecek anlamlı bilgilere dönüştürmedeki başarısıyla tanınıyor.
Teradata geçtiğimiz günlerde yapılan etkinlikte "petabyte" seviyesinde veri miktarını analiz edebilen ürünüyle bir bakıma kendi adını da aşmış oldu. Bilindiği gibi "tera" 10 üstü 12 birimi ifade ederken, peta 10 üstü 15 birimi ifade ediyor.
Teradata Extreme Data Appliance 1550, tam 50 petabytelık bir veri analiz gücüne sahip. Teradata Extreme Data Appliance 1550’nin sunduğu güçle şirketler eskiden olduğundan çok daha büyük miktarda veriyi çok daha hızlı analiz edebilecek ve kritik iş kararlarını çok daha isabetli verebilecekler.
Teradata’nın Partners 2008’de tanıttığı çözümler Extreme Data Appliance 1550’ye ek olarak geçen baharda duyurduğu bir dizi ürün ailesinden oluşuyor.
Bu ürün ailesinde Teradata Data Warehouse Aplliance, Active Enterprise Data Warehouse 5550, Data Mart Appliance 500 ve Teradata in a Box bulunuyor.
Teradata genişleyen ürün ailesiyle müşterilerine hem bir platform, hem ürün hem de çözüm sunduğu için artık çok daha farklı büyüklükteki şirketlere hitap ediyor.
Teradata’nın tanıttığı bir diğer yeni uygulaması da, danışmanlık hizmeti olan "Data Quality Scorecard" oldu. Veri kalitesindeki çok küçük ölçekli değişikliklerin bile kurumların karlılık oranlarında ciddi bozulmalarından hareket eden bu inovatif hizmet, hızlı bir şekilde aksiyon planı oluşturulmasına yardımcı oluyor.
eBay’in tercihi Teradata
2002 yılında toplam 14 terabaytlık verisi ile Teradata çözümlerini kullanmaya başlayan dünyanın en büyük e.ticaret sitesi eBay, bugün günde 40 terabyte verinin eklendiği veri ambarı ile dünya devleri arasına girmiş durumda. Teradata’nın eBay’e sunduğu çözümün en önemli artısı paralel işleme becerisi. eBay’in hız ve kullanım kolaylığı açısından tercih ettiği bu çözüm, her gün dünyanın her yerinden milyonlarca insanın 50 bin farklı kategoride alım-satım yaptığı bir İnternet sitesine ait tüm verileri saklamayı sağlıyor.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2008
Ekonomik krizler çoğunluk için günlük yaşantısının zorlaşması anlamına gelse de, birikmiş değerleri olanlar için büyük bir fırsat kapısı. Krizlerde çok kişi işsiz kalabiliyor. İşsizlik birikimsiz yakalananlar için en büyük felaketlerden biri kuşkusuz. Ancak başarısı bulunduğu şirkette yeterince takdir edilmeyen, yetenekleri ve birikimleri şirket tarafından kullanılmayan kişiler için krizler önemli iş değişikliği fırsatlarını da doğurabiliyor.
Aynı durum şirketler için de geçerli. Refah döneminde güçlerini bulundukları konumu korumak için kullanan lider şirketler, kriz sırasında ellerindeki birikmiş gücü yenilikçi yatırımlara yönelterek krizden çok daha güçlü çıkabiliyorlar.
Geçen gün Microsoft Türkiye’nin Girne’de düzenlediği basın toplantısında, şirketin Genel Müdürü Çağlayan Arkan’ın olağanüstü başarılı ciro ve kár rakamlarını verdiği konuşmasını dinlerken, dünyayı esir alan ekonomik krizin Microsoft için ne kadar büyük bir fırsat yarattığını düşündüm.
Microsoft’un mobil İnternet’e yıllardır yaptığı araştırma, geliştirme yatırımlarının sonuçları hızla gelmeye başladı. Kıbrıs’taki toplantıda açıkladıkları "mesh" teknolojisi Microsoft’a hem cep telefonu hem İnternet sektörlerinde büyük avantaj sağlayacak bir silah.
Mesh.com’a üye olduğunuzda İnternet üzerinde, dünyanın her yerinden ulaşabileceğiniz bir ev sahibi olmuş gibi oluyorsunuz. Sisteme işinizdeki masaüstü bilgisayarı, dizüstü bilgisayarınızı, akıllı telefonunuzu, kısacası İnternet bağlantısı olan her türlü elektronik aletinizi dahil edebiliyorsunuz. Ve artık bilgisayar ortamında kullandığınız tüm bilgileriniz İnternet’teki evinizde duruyor. Dünyanın herhangi bir yerinden, herhangi birinin bilgisayarını kullanarak ofisinizdeki bilgisayarı, sanki iş yerinizdeki masanın başında oturuyormuş gibi kullanabiliyorsunuz.
Öte yandan krize astronomik kár rakamlarıyla giren Microsoft, nakit gücünü krizde zor duruma düşen başarılı ama başarısını henüz nakite yeterince çevirememiş bir çok şirketi satın almak için de kullanacak. Bu satın almalardan birinin daha bir süre önce alamayı başaramadığı Yahoo olması da ihtimal dahilinde.
Kısacası her krizde olduğu gibi bu krizden de, kriz döneminde yatırım ve atılım yapabilecek güce sahip olanlar çok daha güçlenmiş olarak çıkacaklar.
Özgürlük için kapanır sansür için soyunurum
İnternet’i Türk sansüründen Orhan Pamuk’un Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılışında yaptığı konuşma da koruyamadı.
Orhan Pamuk, fuarın açılış konuşmasıyla aydın duruşunun, Türkiye’de sansür karşısında sus pus duranlardan ne kadar önde olduğunu da kanıtladı.
Ancak Pamuk’un "Youtube ile birlikte yüzlerce yerli ve uluslararası web sitesine girmek siyasi nedenlerle yasaklı" serzenişi de ne yazık ki yetmedi kendimize gelmemize.
Pamuk’un konuşmasının üzerinden henüz birkaç gün geçmedi ki, özgür düşüncenin ve Bilgi Çağı’nın simgesi olan dünyanın en büyük blog siteleri de yasaklandı Türkiye’de mahkeme kararıyla.
Artık aydınlarımız, aydın geçinenlerimiz de bir an önce uyanmalı ve İnternet sansürü karşısına dikilip, AKP’nin çıkartığı 5651 sayılı sansürcü yasanın değiştirilmesi için avazı çıktığı kadar bağırmalı. Söz siz İnternet sansürüne karşı çıkmaya soyunun ben de üniversitede başını kapatma (türban değil) özgürlüğü için kapanacağım günlerce.
Ya gerçekten hastaysa
Geçen gün Cengiz Semercioğlu, oğlunun hastalığından yakınan şoförlerin çokluğunu yazıyor ve "Aman dikkat aldatılmayın" diyordu.
Çocuğunu sırtına alıp ölümcül bir hastalık raporu eşliğinde dilenenlere, çocuğunun acıklı sağlık durumundan yakınan taksi şoförlerine dayanamam. Elimden geldiğince yardım etmeye çalışırım. Acaba kazıklanıyor muyum, çocuğunun gerçekten hasta olduğu ne malum diye aklıma düşen düşüncelere de aldırmam.
Şöyle derim kendi kendime. Ben bu yardımı çocuğun iyi olması için yapmıyor muyum? Eh çocuk zaten hasta değilse, o parayı verirken Allah’tan dilediğim şey de gerçek olmayacak mı? Çocuk hasta olmasın, Allah onu sevenlerine bağışlasın da benim gönlümden kopan para varsın hastalığın tedavisine değil yoksulun başka bir ihtiyacına gitsin. Hatta keşke öyle olsun da çocuğun hastalığı hiç olmamış olsun.
Sizce de öyle değil mi? Sizi dara sokmayacak bir yardımı o para için sahtekarlığa başvurabilecek kadar düşmüş birine vermekten mi, yoksa gerçekten hasta olan bir çocuğa edebileceğiniz bir yardımı sahtekarlıkların yol açtığı bir kuşkuyla yapamamış olmaktan mı daha fazla sızlar vicdanınız?
Ben olsam öyle de çizmezdim
Emre Aköz, Salih Memecan’ın naz yapan demokrasi kızının peşinden koşan cumhuriyet delikanlısı karikatürünü beğenmemiş.
O olsa daha gerçekçi olması için ’Cumhuriyet’ adlı adam, kafasını gözünü patlattığı ’Demokrasi’ adlı kıza, "Israr etme, seninle evlenmeyeceğim", derken çizermiş.
Oysa katıksız bir gerçekçilik için ben o karikatürü şöyle çizerdim:
’Cumhuriyet’ isimli adam kafası, gözü yarılmış ve elleri bağlanmış bir şekilde yerde çaresizce oturuyor. ’Demokrasi’ isimli kız üstü başı yırtık masada yatıyor. Emre Aköz, arkasında AKP’li bir takım bürokratlar ve yandaş medya yöneticileri onları seyrederken ’Demokrasi’nin içine ediyor ve kıza "Ne yapalım arkamda yüzde 47 var, onlar öyle istiyor, demokrasi adına katlanacaksın", diyor.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2008
Pazarlama dahisi Guy Kawasaki ile Borsa Boğaziçi restoranda öğle yemeği için buluştuğumuzda ilk sürpriz giydiğimiz tıpa tıp aynı ceketlerle pişti olmamızdı. Bir saat kadar önce Lütfi Kırdar’da yaptığı konuşmayı seyrederken fark edememiştim, çünkü konuşmasına ilgi o kadar büyüktü ki balkonda en arkada, ayakta ve uzaktan izlemek zorunda kalmıştım.
Kawasaki gerçekten muhteşem bir konuşmacı. Dinleyicilerini ilk saniyeden avucunun içine alıyor ve bir daha bırakmıyor.
Pazarlama dahisi Guy Kawasaki’yi, Perakende Günleri’nin düzenleyicisi Soysal’a, Silk&Cashmere’in kurucusu, bizim pazarlama dahimiz Ayşen Zamanpur önermiş ve gelişine ön ayak olmuş.
Öğle yemeğinde Kawasaki, Zamanpur ve Soysal’dan Deniz Akalın’la birlikte dört kişiydik. Yemek sohbetimiz Kawasaki’nin sahnedeki konuşmasının bittiği yerden, "bozo"lardan başladı.
Bozo, Amerikan argosunda "ahmak" anlamında kullanılan bir sözcük. Bozo isimli çok ünlü bir palyaço kahramanları da var. Kawasaki, zavallılar (loser) dışında ikinci bir ahmak (bozo) türünün daha olduğunu söylüyor. Kawasaki’nin tanımına göre Ferrari kullanan, Armani giyen, Bulgari takan "bozo"lar (görünüşe göre sonu ’i’le biten markaları seviyorlar) çok tehlikeli, çünkü bunların havasına bakanlar dediklerinin de doğru olacağı yanlış fikrine kapılıyorlar.
İşte bu ahmaklardan sakının diyor Kawasaki başarılı olmak isteyenlere. "Bu öyle yapılmaz, bu çok denendi, bunun dünyada başka örneği var mı ki, bunun için çok erken" diyen ahmaklara asla yenilmeyin diyor.
Dünya tarihinin ünlü ahmaklık örnekleri olarak da telgraf şirketi Western Union’ın telefonu, bir zamanların bilgisayar devi Digital’ın ise kişisel bilgisayarları geleceği olmayan birer icat olarak nitelemelerini veriyor.
Kawasaki’nin konuşmasının üzerinde en çok konuşulan bölümü kuşkusuz "bozo"lardı ama ben asıl kendilerini yenilemekte geç kalan şirketlerle ilgili söylediklerine takıldım.
Kawasaki "ne kadar başarılı olursanız olun, zamanı geldiğinde o büyük adımı atmakta gecikmeyin" diyor. Önce buzullardan buz toplayanlar vardı diyor. Sonra buz fabrikaları açıldı. Sonra buzdolapları çıktı, her eve girdi. En sonunda da Starbucks üzerinde logosuyla kendi reklamını yaptığı bardakların içinde isteyen herkese bedava buz vermeye başladı.
İşin kritik noktası, bir sonraki adımı hep başkalarının atmış olması. Buz toplayıcıların fabrika açanlar, fabrika açanların buzdolabı üreticileri, buzdolabı üreticilerinin Starbucks olmaması.
Bunun nedeni kendilerini kendi kendilerinin yaptıkları tanımlar içine sıkıştırmaları diyor Kawasaki. Yani kendilerini "buzcu" olarak tanımlamaktansa "buz toplayıcısı", "buz fabrikatörü", "buzdolapçı" olarak tanımlamaları ve kendi çizdikleri sınırların içine hapsolmaları.
Ne kadar da haklı. Şöyle bir düşünüyorum, İnternet’in dönüştürdüğü bazı sektörlere bakıyorum da, İnternet’in doğurduğu devler hep bu dönüşüme ayak uyduramayan eski devlerin yerini alanlardan oluşuyor.
Amazon, Barnes&Noble geç kaldığı için doğdu. Google, Digital’ı alan Compaq’in Altavista’yı ihmal etmesi sayesinde yeşerdi. Ünlü müzayede şirketleri hantal kalmasalar eBay kendine yol bulamazdı. Turizm devleri uyanık olsa Expedia büyüyemezdi.
İnternet zamanında dönüşmesini bilmeyen daha çok devin başını ağrıtacak.
Dijital olarak dağıtılabilen ürünlerle iş yapan şirketlerin tamamı bu değişime ayak uydurmak ve gerekli sıçramayı şimdiden yapmak zorundalar.
Borsa’nın yeni değeri: Ispanak püresi
Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki Boğaziçi Borsa Restoranı’na gitmeyi epeydir ihmal etmiştim. Önce geçen hafta sonu ailemle, ardından Perakende Günleri’nde Guy Kawasaki yemeği için giderek kaçırdığım lezzetleri telafi ettim.
Boğaziçi Borsa Türkiye’nin en iyi restoranlarından biri. Sahibi ve işletmecisi Rasim Özkanca, işletmeci şef (executive chef) sıfatını hak edecek kadar işine aşık ve hakim bir yeme-içme üstadı. Bununla da kalmamış, oğlu ve kızını da bu işin içine sokmuş. Hem de New York’da French Cullinary Institute’da ve Cordon Bleu’de işin eğitimini aldırtarak. Kızı Bahar Özkanca İstanbul Modern Kafe’yi, oğlu Umut Özkanca İstinye Park’taki Masa’yı işletiyorlar. Her iki restoran da çok başarılı mekanlar.
Rasim Bey, yemekte Guy Kawasaki ile birlikte olcağımızı duyar duymaz her zamanki misafirperverliğiyle masaya özel bir şeyler hazırlatma telaşına kapıldı. Misafir yabancı olunca sunulan lezzetler de Türk mutfağından seçmeler oldu doğal olarak.
Yediğimiz su böreğini tarif etmek için referans alabilecek başka bir su böreği yok dünyada. Fındık lahmacun, fındık boyutlarını hayli aşmasına rağmen lezzetinin doruğundaydı ve pazarlama dahisi misafirimize İtalyan pizzası mı güzel bu mu diye sorabilme cüretini gösterebilmemizi sağlayacak güzellikteydi. Pırasa bu nedir diye sordurtacak kadar farklı bir lezzet kazanmıştı. Haşlama içli köfte şaşırtıcıydı.
Asıl önemli lezzet ise ana yemeklere eşlik etmek üzere gelen ıspanak püresiydi. Rasim Bey’in New York’taki efsanevi "steak"çi Peter Luger’ın ıspanak püresini analiz ederek yarattığı bu lezzet, Borsa’nın yeni spesiyalitesi. Ben Peter Luger’dekinden bile lezzetli buldum. Borsa restoranlarından birine gidip de dana bonfile veya "t-bone" yiyecek olursanız, yanında ıspanak püresi istemeyi ihmal etmeyin.
Yazının Devamını Oku