HUKUKÇU Sühan Özkan, “iktidara yakın köşelerde yeni anayasa için tasarlanan ve dayatılan ‘başkanlık’ modelinin, siyasi gelenekleri ve dini anlayışlarındaki ‘fikri dayanak noktaları’ açıklanıyor” diyor ve örnek olarak da Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç isimlerine atıfta bulunulmasını gündeme taşıyor.
Milli Görüş hareketinin siyasi çıkış noktası olan Milli Nizam Partisi’nin programında başkanlık maddesini, Kısakürek’in yazdığı ‘başkanlık’ talebinin gerekçesi olarak, ‘icrai organın daha kudretli olması ve süratli çalışabilmesinin’ gösterildiği’ ileri sürülüyor.
Keşan’dan Marmara Ereğlisi’ne, İğneada’dan Ergene’ye kadar Trakya’nın dört bir köşesini saran termik santral projeleri karşısında bölgesel olarak yapılan ‘Termik Santrala Hayır’ eylemlerinin en etkileyicilerinden biri cumartesi günü Ergene ilçesinin Ulaş (köyü) Mahallesi’nde yapıldı.
Trakya’nın geleceğini şekillendirecek yasalar olan çevre düzeni planlarında da özellikle “kömüre dayalı sanayi kuruluşları yapılamaz” ibaresi yer almasına karşın, çevrecilerin ‘gaz odası’ diye tarif ettiği kömürlü termik santral projelerinde neden ısrar ediliyor? Bunun açıklamasını yapabilmek mümkün değil.
Termik Santrala Hayır Platformu tarafından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın internet üzerinden yaptığı ÇED duyuruları kaynak alınarak derlenen üretim verilerine göre; Ulaş’ta 584 ton, Misinli’de 2447 ton, Büyükkarıştıran’da 360 ton kömür tüketilecek. Bu kapasitelerle ile bile, sadece üç proje için yılda bir milyon tondan fazla kömür tüketilmesi söz konusu olacak.
Ergene’nin Ulaş Mahallesi’nde ve Misinli Mahallesi’nde duyurulan projelerden sonra son olarak Lüleburgaz’ın Büyükkarıştıran beldesi de kömürlü termik santral tehlikesi ile karşı karşıya... Hem göçlerle kalabalıklaşan (Türkiye’nin yüzde 3’ü coğrafyasını oluşturan) Trakya’nın akılsızca 2-3 kat büyümesi planlanıyor hem de bu kadar yoğun bir yerleşim alanına bütün canlı yaşamını doğrudan etkileyecek kömürlü termik santral projeleri planlanıyor. Cumartesi günü yapılan mitingde konuşmacıların ortak çağrısı bu çarpıklığın bir an önce düzeltilmesi idi.
Meclis’e sevk edilen torba yasa tasarısı 25 yaşına kadar olan vatandaşların GSS prim borçlarının silinmesini öngörüyor.
5510 sayılı Yasa uyarınca 1 Ocak 2012’de altyapısı iyice hazırlanmadan, yeteri kadar bilgilendirme yapılamadan ‘Sağlıkta Devrim’ sloganı ile alelacele uygulamaya konulan GSS’den ötürü vatandaşlar haberi olmaksızın prim borçlusu oldu, borçları katlanarak arttı, sağlık hizmeti alamaz duruma geldi.
Gelir testi yaptırmadığı gerekçesiyle dört yılda 5 milyon 390 bin 455 kişi devlete 10 milyar 962 milyon lira borçlandı. Yani
kişi başına ortalama borç 2 bin 33 lira düzeyinde.
Çeşitli uyarılara, aksayan yönlerine karşın dört yıldır uygulanan GSS, vatandaşa bırakın kaliteli sağlık hizmeti vermeyi, bu hizmetten yoksun bıraktı, hastane kapılarından döndürdü.
Şimdi hükümet aksaklıkları gidermek için sadece 25 yaşına kadar olanların prim borçlarının silinmesine karar verdi. 25 yaşın üstündekiler ne olacak? Onlar yine borçlu kalacak, borçları giderek artacak, yine sağlık hizmeti alamayacak, hastanenin kapısından içeriye adım atamayacak.
Merter’in eleştirilerinin satırbaşları şöyle:
Öyle görünüyor ki Kanal Projesi, İstanbul’un Arnavutköy, Başakşehir ve Küçükçekmece ilçeleri sınırları içinde olacak ve bu durumdan en çok İstanbul’un yoksul kesimleri olan Çatalca ve Arnavutköy ilçelerinin mahalleleri, köyleri ve yerleşim bölgeleri olmak üzere; Başakşehir, Küçükçekmece bölgesindeki Altıntepe, Güvercintepe ve Şahintepe mahalleleri etkilenecek.
Bölgelerde oluşturulan rezerv alanları ile kamulaştırma sonucu yoksul halk buradan kovulacak, yapılacak lüks konutlarla bölge tam bir rant alanına çevrilecek. Proje kapsamından geri dönülmez ise ekolojik ve arkeolojik kıyımlar yaşanacağı gerçeği de önümüzde durmaktadır, öngörülmelidir.
Projenin muhtemelen iklimi ve doğayı değiştirecek jeolojik sonuçları, muhtemel bir tsunami ve deniz yükselmesinin etkileri hesaplanmış mıdır?
CHP Grup Başkanvekili Levent Gök, Söğüt İnşaat’ın 95 milyon TL’ye aldığı ihaleyi Meclis gündemine getirerek, “Boruların kısa sürede değiştirilmesini gerekli kılan fiziksel, kimyasal yıpranmışlık saptanmış mıdır, saptanmışsa, bu kadar kısa sürede yaşanan bu yıpranma neden ve niçin gerçekleşmiştir?” diye sormuş ancak bu sorulara cevap verilmemişti.
Gök, yeni bir yazılı soru önergesi vererek sorularını yineledi.
Ankara’ya 2007’de tartışmalı bir şekilde getirilen ve 727 milyon TL’ye mal edildiği belirtilen 384 km’lik Kesikköprü Barajı isale hattının 67 kilometresinin yenilenmesi için 30 Ocak günü ihale açıldığı ortaya çıktı. Kamu İhale Kurumu’nun sonuç ilanında ihaleye dört firmanın teklif verdiği ve ihaleyi Söğüt İnşaat’ın 95 milyon TL bedelle aldığı görüldü. Aynı bültende ASKİ’nin Çamlıdere’den yeni bir hat için ihale açtığı ve bu ihaleyi de yine Söğüt İnşaat’ın 312 milyon 188 bin dolar bedelle kazandığı ilan edildi. İhale bilgilerini paylaşan ve Meclis’e yazılı soru önergesi veren CHP Grup Başkanvekili Levent Gök, ihalenin usulünü eleştirirken, boruların kısa sürede değiştirilme sebebini de sordu.
“Bu kadar kısa sürede yaşanan fiziksel, kimyasal yıpranmışlığın neden gerçekleştiğini soran Gök “Anılan hattın ilk yapımında zemin etüdü ve zemin iyileştirmesi yapılmış mıdır, yoksa borular, gerekli özen gösterilmeden alelacele döşendiği için mi bu kadar kısa sürede bozulmuştur? İhaleyi kazanan firma ile teklif veren diğer firmalar son 10 yıl içinde ABB ve bağlı kuruluşlardan ne kadar iş almışlardır? Bu firmaların sahip ve yöneticilerinden Ankara Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşlarda ihale tarihinden önce ve sonra yöneticilik yapan isimler hangileridir, hangi kuruluşlarda ne kadar süre yöneticilik yapmışlardır? Bu kapsamlı ihale uluslararası firmalara neden açık tutulmamıştır?”
(CHP’nin İBB asfalt ihalesiyle ilgili verdiği soru önergesi dönemin en kapsamlı ve belgeli ihalesi sayılıyor. Ancak Melih Gökçek gibi Kadir Topbaş da soruları yanıtlamıyor.”
Biz bu acılarla yaşarken ve yasını unutmadan, benzer felaketlerin Avrupa’nın başkentinde yaşanıyor olması bizi ‘tarihsel’ bir sorgulamaya sevk ediyor.
Biz de dahil olmak üzere, AB ülkelerinin ilham ve örnek alması gereken kuruluşlarının başında Alman İstihbarat ve Emniyet Teşkilatı geliyor herhalde. Gerçi bu, yeni bir olgu da değil.
Bu süreçte tarihçi bir dostumuzun düştüğü bir not dikkatimizi çekti.
“Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Frederic’in Haçlı Seferleri’nden bu yana, Almanya’nın Anadolu ve Ortadoğu Müslümanları ile yürüttüğü politikalar, her zaman diğer Avrupa ülkelerininkinden daha verimli olmuştur. Bir başka deyişle, Müslümanlara yakın, Avrupa devletlerine mesafeli...
Bugünlerde de Alman politikalarında, bu verimlilik en azından ‘tedbir’ seviyesinde net olarak kendisini göstermektedir.
Londra, Atina, Madrid, Paris, İstanbul, Ankara ve Brüksel’de terör örgütlerince bombalar patlatılıyor.
Brüksel demokrasi ve özgürlükleri en yüksek seviyede uyguladığı iddiasıyla terör örgütlerine her dönem müsamaha göstermiştir. (Asala, PKK, DHKP-C gibi...) Ancak görüyoruz ki, ‘ateşle oynayanın eli yanar’ atasözü boş yere söylenmemiş...
21. yy, Batı medeniyetinin müsebbibi olduğu Ortadoğu ağırlıklı mülteci dramları karşısındaki acizliğinin ortaya çıktığı bir dönem oldu/oluyor.
Türkiye, ‘çekincelerine’ rağmen, mültecilerin hukuki durumuna dair sözleşmenin gereğini en yüksek seviyede yerine getiren devlet konumunda.
Sözleşmeye koyduğu çekinceler bakımından, ülke sınırları içinde barınma imkânı tanıdığı Suriyeliler ‘mülteci’ statüsünde olmayıp, ‘misafir’ konumunda ve Türk hukukunun yetki ve görev alanı içinde.
Bu nedenlerle de Mülteciler Yüksek Komiserliği denetimi altında bulunmuyor.
Uluslararası Af Örgütü, ‘Türkiye ‘mülteciler’ bakımından güvenli ülke değil’ değerlendirmesi yaparken, sözleşme hükümlerini aşan gereksiz bir değerlendirmede bulunuyor.
Türkiye’nin bu konumu bakımından, uluslararası insan hakları gözlemcileri, ‘takdir ve teşvik’ dışında, ortaya koydukları bütün yargı’larında kendi varlık nedenlerini inkâr etmiş oluyorlar.
Türkiye-AB arasındaki, Suriye’den AB ülkelerine (özellikle Yunanistan), Türkiye’den yasadışı (vizesiz) giriş yapan üçüncü ülke vatandaşlarının, Türkiye’ye ‘Geri Kabul Anlaşması’, mültecilerin hukuki durumuna dair uluslararası sözleşmenin hükümlerini aşmak için yapılan muvazaalı bir işlem mahiyetinde... Avrupa Birliği ülkelerine fiili (kaçak) giriş yapmış Suriyelileri, ‘uluslararası mülteci’ statüsünden, Türkiye’de ‘misafir’ statüsüne taşıyor ve sorumluluk Türkiye’nin sırtına bindiriliyor. Sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmeyip Türkiye’yi bir tampon bölge konumunda istismar etmek ahlaki bir tutum sayılamaz.
Antalya Teknopark’ta bir ‘yıldız’ doğuyor dedi ziraat fakültesinden bir öğretim üyesi. 15 dönüm üzerindeki bu tesis, üniversitenin değil, Teknokent’te sadece arazi tahsis etmiş. Üzerindeki laboratuvar ve sera tesislerini yapan Dr. Hasan Ünal ve eşi Prof. Dr. Narin Ünal İTÜ’de metalurji okumuşlar; Aachen Teknik Üniversitesi’nde de doktoralarını yapmışlar.
Hasan Bey, 77-1980 döneminde CHP’den Antalya milletvekili seçilmiş. Siyasi yasaklı olduğu dönemde memleketi Demre’nin (Kale) seracılık için en uygun bölge olduğunu bildiğinden tarım işine başlamış. İlk önce serada domates, kavun, salatalık üretmiş; ihracat için ‘karanfil’ üretimine başlamış daha sonra. Bir Hollanda firmasıyla ortaklaşa Türk çiftçisine ihracata yönelik yeni tohum çeşitleri geliştirmiş. Sera üreticiliğinde birçok ‘ilkleri’ var; bunları iftiharla anlatıyor. ‘Kapya biber’in, acı Şili biberinin, Amerikan biberlerinin ihraç edilmesi için serada üretilmesi, patlıcan ve karpuzun fidelerinin, sağlıklı bitki ve meyvelerin üretilmesi için aşılanmasına öncülük etmesi gibi...
Bundan beş yıl önce gördüğümüzde Antalya Havalimanı’na yakın Çamköy’de 100 dekarlık bir fide üretim tesisi vardı. Büyüklüğünü anlamak için de “Burası 15 futbol sahası büyüklüğünde” dedi. Çamköy’de sadece fide ve tohum üretimi yapılıyor. Eskilerdeki lezzetli ‘pembe domatesi’ yeni nesillere tattırmak için nakliyeye dayanıklı çeşitleri çiftçilerle buluşturmuş. Ama esas yazacaklarımız başka:
Üniversitenin Teknokent’ine geldiğimizde bizi işletmeci oğlu Ozan Ünal’la karşıladı baba Ünal... İçeri girişte katı yasaklar var. İçerisi bir uzay üssü gibi. Yasaklı odalar ve mikroskopların başında çalışan genç kızlar... Ankara, Adana Çukurova, Ege ve Antalya Akdeniz üniversitelerinden mezun olmuş bu ziraat mühendisleri ve biyologlar, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda özetle ‘Doku kültüründen’ bitki ürettiklerini söylediler. Bir başka odada ‘kavonozlar’ içinde milyonlarca ‘bitkicikler’ vardı; bunlar ‘muz fideleri’ idi.