Önce meseleye uluslararası hukuk açısından bakmak gerekiyor. Birleşmiş Milletler’in 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanan ve 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe giren ‘Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme’si esas itibariyle 1 Ocak 1951’den önce Avrupa ülkelerinde cereyan eden olaylar nedeniyle mülteci durumuna düşenlerin statüsünü düzenliyor.
Türkiye 24 Ağustos 1951 tarihinde imzaladığı bu sözleşmeyi 29 Ağustos 1961’de “Bu sözleşmenin hiçbir hükmü mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz” çekincesini koyarak onayladı.
BM 1967 yılında bu sözleşmeye ek bir protokol kabul ederek coğrafi sınırlamayı kaldırdı ancak ülkelere, arzu ederlerse eskisi gibi Avrupa ülkelerinden gelenlere mülteci sıfatı verme hakkı tanıdı. Türkiye 1968 yılında ek protokolü, bu hakkı kullanarak, yani sadece Avrupa ülkelerinden gelenlere mülteci sıfatı verebileceğini kaydederek onayladı.
Türk hükümeti, 1994 yılında yayınladığı bir yönetmelikle Avrupa dışından gelenlere ‘geçici sığınmacı’ statüsü verilebileceğini kararlaştırdı.
Bakanın iyimser açıklamalarına karşın, fındıkçının yüzü bu yıl da gülmeyecek gibi... Çünkü Ordu ve Giresun’da etkili olan aşırı yağıştan yüzlerce dönüm tarım arazisi ve fındık bahçesi zarar gördü. Bölgenin bitmez kâbusu seldir; vurduğu da üreticidir. Önceki ve geçen yıl dondan ötürü bir hayli mağdur olan, borcunu ödeyemeyen üretici bu yıl da selin ve heyelanın kurbanı oldu.
Geçen yılki ürününü para eder diye evinde saklayan ya da emanete bırakan köylü, fındık fiyatının 8-9 liraya kadar düşmesi ile zaten zarardaydı. Daha bu zararını gideremeden bu kez sel darbesi ile umudunu yitirdi.Yazgısı bölgede tekel oluşturan birkaç tüccarın ve işverenin ağzından çıkacak söze bağlı olan üreticinin geçen yıldan bu yana devam eden yoksunluğu devletin söz vermesine karşın hâlâ sürüyor.
Oysa Tarım Bakanı Faruk Çelik, fiyatların düşüklüğü karşısında bölge insanının yaşadığı mağduriyetin ortadan kaldırılacağını, fındığın devlet tarafından satın alınacağını açıklamıştı. Ne var ki devlet hâlâ alım yapmadı, üretici perişan, belini doğrultamıyor.
İki sezondan bu yana süregelen mağduriyetin üstüne bu yıl da selin darbesini yiyen Karadeniz’in çileli üreticisi devletin fındığa sahip çıkmasını, hak ettiği değerden satın almasını bekliyor.
Dut meyvesinin yetiştiği en önemli bölgelerden biri olan ve adını ‘dut’tan alan çalıştayda ilginç tebliğler sunuldu. Dut meyvesinin önemini vurgulamak ve dünyada markalaşmasını sağlamak amacıyla düzenlenen ulusal nitelikteki çalıştay, Kaymakam Mehmet Aksu ve Belediye Başkanı Cemal Avcı’nın konuşmaları ile başladı. Değişik üniversitelerden gelen akademisyenler ve dut üreticileri konuşmacı olarak katıldı. Dut üretiminin tartışıldığı ve sonuç değerlendirmesinin yapıldığı çalıştay sonrasında, ilçede organik dut yetiştiriciliğinin yapıldığı Dutbahçem’e teknik bir gezi düzenlendi. Gezide ziraat mühendisi E. Betül Yaşar yüksek lisans tez çalışması hakkında bilgi verdi.
DUT TEBLİĞLERİ
Çalıştayda dut üreticisi H. Hüseyin Bilen, ilçenin dut üretimi hakkında bilgi verdi. Ardından Prof. Dr. Nurgül Türemiş ‘Üzümsü Meyvelerde Dutun Önemi’, Prof. Dr. Hüseyin Karlıdağ ‘Malatya’da Dut Üretimi’ başlıklı birer konuşma yaptılar. Adıyaman ve Malatya’daki dut üretimi kıyaslanıp tartışıldı. ‘Adıyaman’da Dut Üretimi’ konusu Doç. Dr. Halil İbrahim Oğuz tarafından ele alınırken, Doç. Dr. Ümmügülsüm Erdoğan ise ‘Yukarı Çoruh Vadisi’nde Dut Yetiştiriciliği’ konusunu anlattı. Çalıştay’da son olarak Yrd. Doç. Dr. Mustafa Didin ‘Gıda Sanayisinde Dutun İşleme ve Değerlendirilme Yöntemleri’, ziraat mühendisi Murat Pala ‘Malatya’da Dut Genetik Kaynakları’ konularında dinleyicileri bilgilendirdi.
Tazesi, kurusu, pekmezi, pestili ile değerlendirilen dutun ne kadar ağacının olduğu, ne kadar ekonomik değer yarattığı henüz bilinmiyor. Tarım Bakanlığı, TZOB ve borsalar bu çalışmayı değerlendirirler. Artık Japonya’da sanatçıların bir etkinliğe çıkarken bir iki kuru dutu çiğnediklerini bilelim. Kuru üzümden daha değerlidir dut... Her yere bir dut ağacı dikelim, hele siyah fidanını bulursanız...
12 Temmuz, Atatürk’ün TDK’yı kurarak başlattığı Dil Devrimi’nin 84. yıldönümüdür; ülkemizin içine itildiği bu karanlık dönemde buruk bir sevinçle kutluyoruz.
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal’in öncüsü olduğu, toplumu düşünce yapısı ve dış görünüşüyle tepeden tırnağa yenileştiren, yerli ve yabancı kaynaklara Türk Devrimi olarak yazılan kültür devriminin amacı ‘aydınlanma’dır.
Atatürk, 3 Mart 1924’te ‘Hilafetin, Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin Kaldırılması, Eğitim ve Öğretim Birliği Yasaları’yla halk egemenliğinin olmazsa olmazı laikliğin toplumsal temelini atmış; eğitimde devrim yapmış, yüzyıllarca ‘ümmet, kul’ sayılan bireye, ‘yurttaş’ kimliği kazandırmıştır; hiçbir toplum için ‘dilsiz’ aydınlanma söz konusu olamaz. Atatürk, 1928’de Harf Devrimi yaparak, 12 Temmuz 1932’de Dil Devrimi’ni başlatarak aydınlanma yoluna ivme kazandırmıştır. Bu nedenle üç devrim yasası, Harf ve Dil devrimleri birlikte düşünülmelidir. Çünkü yurttaşı bilinçlendirecek, kandırılmasını önleyecek, aklın öncülüğündeki doğrulara ulaştıracak olan bu devrimlerdir.
İstanbul’da 1980 Mayıs’ında düzenlenen ‘Milli Kültür Meseleleri Semineri’nin sonuç bildirisinde Kültür ve Milli Eğitim bakanlıklarının, üniversite ve TRT’nin Türk İslam sentezine göre örgütlenmesi önerilmişti. 12 Eylülcüler, bu önerileri benimsemiş, devletin kültür, eğitim siyasası sentezcilerin önerileriyle biçimlenmeye başlamıştı; ancak üç devrim yasasıyla yaşama geçen laik eğitim, Atatürk’ün ‘vasiyetnamesi’ ve dernek olarak kurduğu Türk Tarih-Türk Dil kurumları, 1950’llerden bu yana Türk-İslam sentezcilerinin yoluna çıkıyordu. 12 Eylül darbesi bu engelleri kaldırdı; önce eğitim birliği (tevhid- tedrisat) yaralandı; sonra Atatürk’ün ‘vasiyetname’si çiğnendi; adlarına, yapılarına, yapıtlarına el konularak kurumları kapatıldı. Yeni ‘dindar’ kuşaklar yetiştirmek amaçlandı. 2002’den sonra mehter adımıyla yürünerek Türk-İslam sentezi tamlamasından ‘Türk’ de atıldı; din ağırlıklı söylem ve uygulamalar öne geçti. 12 Eylülcülerin Atatürk’ün kalıtını yok etmesinin, üniversiteyi YÖK’le etkisizleştirmesinin amacı ve anlamı, 2002’den sonra daha iyi anlaşıldı. 2016 Türkiye’sinde Atatürkçü olmak; Türk, Türkçe demek; laik eğitimi savunmak; karşıdevrimi eleştirmek suçlanma nedeni olmaktadır. Bugün Türkçenin ortak (resmi) dil olması bile tartışılmakta; Türkçe, İngilizcenin yanı sıra Arapçanın da saldırısıyla yüz yüze kalmaktadır.
Cumhuriyet’le derdi olan, yetkili yetkisiz, çokça bilgisiz kişiler Osmanlıcaya, eski yazıya dönme düşleri kurarken bile Dil Devrimi’nin kazandırdığı sözcükleri kullanmaktadır. Bütün siyasal oyun ve baskılara karşın, Dil Devrimi başarılı olmuştur. Bütün olumsuzluklara karşın
Aliağa, Zonguldak, Çanakkale, Konya, Muğla, Maraş, İskenderun, Bartın ve tüm Türkiye, mevcut 21 kömürlü termik santrale eklenmesi planlanan 80’e yakın yeni santralin yarattığı tehditle karşı karşıya.
Kömür havamızı ve suyumuzu kirletirken hem güvensiz ve ucuz istihdam vaadiyle iş gücümüzü madenlere bağımlı kılıyor, hem de geri dönüşü olmayan iklim değişikliğine en büyük tehditlerden birini oluşturarak geleceğimizi tehlikeye atıyor. İnsanlığa ait kültür mirasları üzerine kurulan termik santraller ve kömür madenleri, yalnızca bugünümüzü ve geleceğimizi değil, geçmişimizin izlerini de sonsuza dek yok olmaya mahkum ediyor.
Sokağımızda, mahallemizde kirli hava soluyor, termik santrallerin külüne, tozuna maruz kalıyoruz. Kömürlü termik santraller, küresel sıcaklık artışlarının geri dönülemez bir noktaya gelmesini tetikleyerek bizlerin ve çocuklarımızın yaşam hakkına set çekiyor.Toplumsal refahımız, sağlığımız, temiz bir çevrede yaşama özgürlüğümüz feda edilirken, enerji ihtiyacı savıyla, yaşamımız ve geleceğimiz tehdit ediliyor.
Oysa ki fosil yakıt çağının sona erdiği artık apaçık ortada. Dünyanın başlıca kömür şirketleri artık kömürden kâr edemez halde, bir bir iflas ederken pek çok ülke, yeni termik santral projelerini tamamiyle rafa kaldırıp, götürüsü getirisinden fazla olan mevcut santrallerini de sonsuza dek kapatma kararı almaya başladı.Kömür, tüm Dünya’yı, şimdiyi ve geleceği tehdit ediyor!
Ankara doğumlu olsa da ilkokulu dördüncü sınıfa kadar Çorlu’da okumuştur. Turgay ağabeyi Çorlu’dan tanırız... Henüz Galatasaray’da ‘parlamaya’ başladığında hafta sonları ‘Balkan’ kökenli olan dayıları ünlü ‘Perin’ Ailesi’ni ziyarete gelirdi. O geldiğinde mutlaka bir özel maç ayarlanırdı; Beşiktaş,
Fenerbahçe, Galatasaray, Bursa Acar, Tekirdağ Yılmazspor veya Trakya’nın güçlü takımı Alpullu Şekerspor’la...
‘Demokrat’ yapının takımı, 1947’de kurulan Çorlu Doğanspor’da santrfor oynardı. Daha 20’li yaşlarda, Rus kalecisi ‘Yaşin’ kadar ünlü olmuştu Şeren... Çorlu’daki en yakın arkadaşları ‘Tepe Ahmet’ ile ‘Turşu Kemal’di...
Şeren, 15 Mayıs 1932 tarihinde, o dönem Ankara’nın Altındağ ilçesine bağlı bir mahalle olan Keçiören’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün özel kalem müdür muavinlerinden Sabit Şevki Şeren ile Fransızca öğretmeni Münevver Şeren’in ikinci erkek çocuğu olarak doğmuş. İsmi, Atatürk tarafından ‘Türkay’ olarak konulmuş. (Ailenin birinci oğlu Oğuz Şeren’di... Milli atlet olup, Cumhuriyet’te uzun yıllar yazıişleri müdürü olarak çalışmıştı, UBA’nın kurucuları arasında yer almıştı.)
“Suriyeli mültecilere vatandaşlık... Bu ülkenin genlerini değiştirecek, toplumsal, etnik, ekonomik ve güvenlik yapısını altüst edecek, vahim sonuçları on yıllara yayılacak yanlış bir karardır. Ve bu ülkenin 78 milyonluk ev sahiplerinin rızası olmadan sadece bir kişinin keyfi kararı ile Meclis’te bir torba yasanın içine sokuşturulup, alınamaz.”
Şiddetten uzak protesto ve kampanyalar öneriyor, “ama ırkçı ve aşağılayıcı algılanabilecek söylemlerden uzak” diyen Öğütçü, önerisini de şöyle açıklıyor:
“Madem her konuda ‘Hadi korkmayın millete gidelim’ deniliyor, bu konuda da ‘56 milyonluk laik, dindar, muhafazakâr, liberal, etnik milliyetçi ev sahibi seçmenin tercihi nedir, evlerine misafir gelenleri aile nüfusuna yazdırtmayı kabul ediyorlar mı?’ diye referanduma götürmek en doğrusu olabilir.”
GÜNÜN SÖZÜ:
Bu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olmanın şartları yurttaşlık bilgisi kitaplarımızda açıkça yazmaktadır. Demiyoruz “Almayalım” diye.
Bir on sene baraj koyalım, bağlılığını ispat edeni memnuniyetle alalım.
ANAP’ın eski milletvekili, Özal’ın ve Kahveci’nin danışmanlığını yapan Adapazarlı Yalçın Koçak, “Unutmayalım” dedikten sonra ekliyor:
“1989 Bulgaristan göçü sonrası demokratikleşme gerçekleşti, kimse seçimlere gitmedi. Zararı ‘Balkan Türklüğü’ çekti. Yarın Suriye’de seçmen lazım olacak, bugünden hesap ederek yanlış yapmayalım. Hükümet bana sormadan benim haklarımı kimseye vermesin. Referanduma götürülmemiş böylesine önemli bir konunun faturası çok ağır olur. Adapazarı ahalisi de böyle diyor, Tekirdağ ahalisi de... Din kardeşliği evet de vatandaşlık öyle ucuz değil. Tekkeye bile intisabın 12 şartı var, biline.”