Kahve telvesinden çimento üretildi
Avustralyalı biliminsanları telveyle çimentoyu güçlendirmenin bir yolunu keşfetti. Melbourne RTIM Üniversitesi araştırmacıları telveye 350 derecede ısıl işlem uygulayıp karbona dönüştürdü. Biyokömür adı verilen madde çimentodaki kumun yüzde 15’iyle değiştirildiğinde betonu yüzde 29 oranında güçlü hale getirdi.
Hindistan Ay’a tarihi iniş yaptı
Ay yüzeyine yumuşak iniş yapabilen ‘seçkin’ ülkeler arasına Hindistan da katıldı. Bu başarı tarihte bir ilk olarak da kabul ediliyor çünkü Ay’da inilmesi en zor bölge olan güney kutbunda gerçekleşti. Vikram isimli uzay aracının içinden çıkacak Pragyaan (Sanskrit dilinde bilgelik anlamına geliyor) isimli rover uzay madenciliği açısından bereketli olduğu düşünülen güney kutbundan toprak analizleri yapıp Dünya’ya gönderecek.
Felçli hastalar avatarlarıyla konuştu
Beyin-bilgisayar arayüzü (BCI) teknolojisindeki yeni gelişmeler sayesinde iki felçli hasta neredeyse akıcı biçimde iletişim kurmaya başladı. Yapay zekâ desteğinin yanı sıra beyin dalgalarını daha net biçimde algılamaya yarayan yeni cihazlar sayesinde mümkün olan teknoloji hastalara beyin implantları aracılığıyla uygulanıyor. Konuşma yetisini yitiren hastaların düşündüğü kelimeler ve komutlar BCI aracılığıyla dijital ortamda yeniden oluşturuluyor. Kelimeler önce ‘fonem’ denilen ses birimlere ayrılıyor ve bu seslerin beyin dalgalarındaki karşılığı yapay zekâyla öğreniliyor. Beyin dalgalarını algılayan BCI arayüzü bir ses cihazı, robotik bir kol veya dijital bir görüntüyü yönlendirebiliyor. Stanford Üniversitesi’nde yürütülen bu çalışmada ilk kez felçli hastalar için dijital avatar karakterleri yaratılmış ve bunlar üzerinden iletişim kurmaları sağlanmış. Böylece hastalar, ses ve metinle iletişimin ötesinde dinleyen kişi açısından konuşan bir yüze sahip olma imkânı da yakalamış.
Sesin vakum ortamında iletilebileceği keşfedildi
Bu haber sıradan okur için sadece bir miktar ilginç olabilir ancak ses teknisyenleri ve müzisyenler için neredeyse inanılmaz bir gelişme! Ses dalgasının yani titreşimlerin ilerleyebilmek için bir madde içinde yol alması gerektiği bilinir. Hava bunların başında gelir, ses dalgası hava moleküllerine çarpar ve aralarında titreşerek ilerler. Örneğin zıplar gibi görünen bas hoparlörleri, ileri-geri ivmeyle sesin ilerleyebileceği bir hava hareketi oluşturur. Sesin hava olmadan yol alamayacağı tüm ses mühendisliği okullarında öğretilen bir bilgidir. Bundan dolayı uzayda ses duymanın imkânsız olduğu da söylenir. Finlandiya Jyväskylä Üniversitesi biliminsanlarıysa çok spesifik şartlarda, piezoelektrik cihazları (basınçla oluşan elektriğe duyarlı devre) kullanılarak mükemmel bir vakum tüneli ortamında ses dalgalarının aktarılabileceğini deneylerle kanıtladı.
Gezegenin varlıklı kesimleri arasında dünyayı bırakamama, maddesel boyuttan vazgeçememe hali yaygınlaşıyor. Ölümsüzlüğün sırrını aramak antikçağlardan beri yaşamın bir parçası. Kimileri için sınırsız bir tutku, kimileri içinse tanımsız bir ayrıntı... Uzun yaşama erişme yolunda teknoloji, bilimkurgu filmlerini aratmayan yeniliklerle evriliyor. Yapay zekâ ve makine öğrenimi sayesinde gelecek nesillerin çok daha uzun ve sağlıklı yaşam imkânlarına sahip olacağı muhakkak. Geleceğin tıp teknolojisiyle birçok operasyon ve tedavi kolaylaşırken genetik bilimi, nöroloji, canlı doku ve organ üretimiyle benzeri alanlarda önemli ilerlemeler kaydedileceği öngörülebiliyor.
Ancak teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, fiziki bedenlerimizin daima bir son kullanma tarihi olacak. Nasıl ki çok iyi durumda olsa bile antika bir arabayla otobanda yarış yapamazsınız; yaşam süresi fazladan 20-30 yıl uzatılmış bir bedenle gelecekteki dünyanın hızına yetişmek de kolay olmayacaktır. Fakat çok fazla paranız varsa işler değişebilir. Şimdilerde Silikon Vadisi’nin popüler konseptleri arasında ‘dijital ölümsüzlük’ öne çıkıyor. Zihni olduğu gibi bilgisayara yükletip dijital dünyanın sonsuzluğu içine yerleşme fikri...
Teknolojinin sürekli içinde yaşayan biri olarak dijital dünyada sonsuz bir hayat geçirmeyi hiç istemezdim. Ancak herkesin konuya bakışı farklı olabilir. Mesele aslında ölüm korkusunu nasıl içselleştirdiğimizle ilgili. Çünkü her şeyden önce hayatta kalmaya kodlanan zihin, ola ki ölünce yaptıklarından dolayı hesap verme endişesi taşıyorsa ‘öteki tarafa’ gitme ihtimalini
ortadan kaldırmanın yolunu arayabilir...
Makine öğrenimi algoritmasıyla insanların seslerini ve görüntülerini yapay şekilde canlandırabilen deepfake teknolojisi, henüz insanlığa dişe dokunur bir fayda sunmadan yeterli sayıda insanı travmatize etmeyi başardı. Sentetik olarak üretilen sahte görüntü ve ses kayıtlarına maruz kalan ünlüler, fenomenler ve politikacıların yanı sıra sıradan insanlar da deepfake mağdurları arasına girmeye başladı. En fenası ise deepfake pornosu. Kendisinden izin almadan müstehcen görüntüleri yaratılan insanların ruh sağlığı bir anda endişe verici hale gelebiliyor. Politika ve iş ortamında insanlara söylemedikleri şeylerin söyletildiği deepfake videoları propaganda malzemesi olarak da kullanılmaya başladı.
Öte yanda deepfake, gerçeklik algısını eritmeye başlayan bir konuma geçiyor. ABD’de hukuk sisteminin son açmazı ‘deepfake savunmaları’. Avukatlar delil niteliğindeki video kayıtlarının deepfake olduğunu iddia ediyor... Son olarak İspanyol Netflix’inde yayımlanan bir deepfake realite şovuysa hepsinin üzerine tüy dikmeyi başardı. Gelin gelişmelere yakından bakalım...Avukatları Elon Musk’ı, hakkında açılan davalardan deepfake savunmasıyla kurtarmaya çalışıyor.
Davalar risk altında
Geçen ay Elon Musk’ın avukatları, ünlü işinsanının geçmişte Tesla’ların otopilot özelliği hakkında büyük sözler verdiği videolarının deepfake olabileceği yönünde savunma yaptı. 2016’da yayımlanan videolardaki yatırımcıları tavlayan ve kamuoyunu heyecanlandıran sözler yerini bulmayınca elbette dava açıldı ve savunma gereği doğdu. Videoların deepfake olma ihtimalini savunan avukatlara kimin akıl verdiğini tahmin etmesi zor değil... Külyutmaz hâkimse argümanları kabul etmeyerek Musk’ı doğrudan ifadeye çağırdı. Böylesine tanınmış, popüler bir ismin bile mahkemede deepfake üzerinden şansını denemesi, yaygınlaşan bir akımın emaresi.
Donald Trump partizanlarının Beyaz Saray’ı bastığı 6 Ocak olaylarında yakalanan iki kişinin, görüntülerin deepfake olduğunu iddia etmesi kayda geçen vakalardan bir diğeri. ABD’de ve zamanla tüm dünyada hukuk sistemini ciddi bir revizyona sokması beklenen deepfake savunmalarının artacağı düşünülüyor. NPR.com haber sitesine konuşan Berkeley Üniversitesi profesörü Hany Farid de ülkesinde ‘polis şiddeti, insan hakları ihlalleri, politikacıların uygunsuz şeyler söylemeleri’ gibi durumların deepfake denilerek üzerinin örtülmesinden kaygılandığını belirtiyor. The New York Times’a görüş veren Rutgers Üniversitesi bilişim bilimleri yardımcı profesörü Britt Paris ise teknolojinin genel kullanıma inmeye başladığına işaret ediyor: “Geçmişe göre farklı olan artık herkesin bunları yapabilmesi. Karmaşık bir bilgisayar teknolojisi ve programlama deneyimi kullanan insanların elinde değil yalnızca, ücretsiz bir uygulamayla da yapabiliyorsunuz.”
En fenası pornosu
ABD’de yaygınlaşan deepfake pornoları, sahte görüntülerle yapılan üretimlerin etik anlamda en sorunlu halini işaret ediyor. İzinsiz çekilen görüntülerden sonra insan ruhunu en yaralayıcı içerikler arasına giriyor. Deepfake pornolarını üretmek ve yaymak kadar izleyicisi olmak da büyük bir etik yanlışa dönüşüyor. Konuyu gündeme getiren, geçen ocak ayında ifşa olan Twitch yayıncısı Brandon Ewing vakası olmuştu. Atrioc kullanıcı ismiyle ekran paylaşımı yaptığı sırada açık unuttuğu tab’lerden birinde deepfake sitesi görülünce büyük eleştiri almış ve gözyaşlarıyla özür videosu yayımlamak durumunda kalmıştı. Siteyi tanıyan takipçiler, paralı üye olarak Ewing’in
Duygusal zekâ hem hislerin farkına varmaya yarıyor hem de doğru hareket etmeyi kolaylaştırıyor.
Yüksek IQ’lu çocuklar oldum olası ailelerin gurur kaynağıdır. Okuldaki başarılarının hayata da aynı şekilde yansıyacağı ve işlerinde yükselecekleri inancı sağlamdır. Bir de daha çok duygularıyla, heyecanlarıyla hareket eden çocuklar vardır. Kimileri içine kapanık ve derin, kimileriyse konuşkan ve aktiftir; dersi kaynatır, hatta haylaz diye çağrılırlar. İngiliz işinsanı, Virgin Atlantic havayollarının ve Virgin Records plak şirketinin sahibi Richard
Bronson IQ’su (zekâ kotası) yüksek olduğu halde ikinci kategoriye girenlerden. Uluslararası başarıları ve İngiltere’ye katkılarından ötürü merhum Kraliçe 2. Elizabeth tarafından şövalye unvanı verilen Bronson, 16 yaşında okulu bıraktıktan sonra “Sınırım gökyüzü” diyerek hayallerine yol almış ve sonunda uzaydan Dünya’ya bakmayı başarmış bir şahsiyet. Bronson, önceki hafta virgin.com blog’unda kısa ama ilham verici bir makale yayımladı. Yaratıcılığın ciddi işlerle dengesini ele alıyordu ve iş dünyasında duygusal davranmakla zeki olmak arasındaki farkı anlatıyordu. Bronson’ın yazısı, ünlü iş blog’u Inc. sitesinde bir makaleye de konu oldu. Makaleye göre duygusal zekâyı destekleyen Bronson’a bilim dünyasının yeni bulguları arka çıkıyordu. Hatta Harvard Üniversitesi’nin uzun yıllara dayalı bir araştırmasına bakılırsa, mesele çoktan çözülmüştü!
Duygusal kasımız
Tüm bulgular değerlendirildiğinde insan ilişkilerinde iyi olmak, hayatta edinilecek en yararlı erdem olarak görülüyor. İletişim, anlayış, düşünme ve davranışları kapsayan insan ilişkilerinde etkili olmamızı sağlayan, bir anlamda duygusal kasımız sayılan EQ’muz (Emotional quotient-Duygusal kota). Türkçede duygusal zekâ olarak karşılık bulan EQ, bilinçli sezgilerle ilerleyebilme, özduyguları ve karşılıklı etkileşimleri farkındalıkla değerlendirmeyi ifade ediyor. “Eğer IQ’mun ve okul notlarımın başarımı belirlemesine izin verseydim, kesinlikle bugünkü yerimde değildim” diyen Richard Bronson, duygusal anlamda zeki olmanın hayatın her alanında önemli olduğunu düşünüyor ve iş ortamını da buna dahil ediyor. “İyi bir dinleyici olmak, empati geliştirmek, duyguları anlamak, etkili iletişim kurmak, insanlara iyi davranmak ve en iyisini ortaya koymak başarı için kritik değer taşır. Aynı zamanda insanları gerçekten anlayan ve sorunlarını çözen bir iş geliştirmenizi sağlar ki bu da mutlu ve sağlıklı bir takım kurmanıza imkân verir.” Böylece iş dünyasında duygusal zekânın işlevi için anahtar niteliğinde bir tanımlama yapan Bronson “Umarım kimse bazı standart test sonuçlarıyla iyi bir fikre engel olmaz” diyerek yazısını tamamlıyor.
‘Stratejik vazgeçme’
Bronson’ın tespitlerinden yola çıkarak Inc.com’da konuyu derinleştiren Jessica Stillman, CEO’ların, patronların ve kurucuların ‘entelektüel alçakgönüllülük’ kavramını okuyarak anlayabileceğini söylüyor. Ancak odadaki en akıllı kişi olduklarını ispatlama derdinden kurtulamazlarsa, yanlış yaptıklarında nasıl yanıldıklarını asla anlayamayacaklarını da iddia ediyor. ‘Stratejik vazgeçme’ şeklinde önerdiği kavramın bazen en akıllı hamle olduğunu söylüyor. Stillman’a göre zeki insanların çoğu, duygularını göz ardı etmiyor. Yazarın bahsettiği konu, bugün mindfulness olarak bildiğimiz, kökeni Budist meditasyonlara uzanan bir bilinç pratiği esasında. Duyguların farkına varmak, örneğin o anda öfkeyle kalkıp zararla oturmamayı düşünmek anlamına geliyor. Bir duygusal enerjiye doğru biçimde yanıt verebilmek için önce bekleyip duygunun adını koyduktan sonra onu neyin tetiklediğini anlamak gerekiyor. Tahlil işini sonra da yapabilirsiniz ve sadece durup nefes almak bile duygusal zekânızın daha sağlıklı işlemesini sağlar.
Stillman’ın bir başka yazısı, Harvard Üniversitesi’nin yaptığı araştırmadaki paralel bulgulara değiniyor. 1938’de başlayan ve 700 erkeği değerlendiren ömürlük araştırmaya göre uzun ve mutlu bir yaşam için en önemli şey insan ilişkilerinizin kalitesi. Yine Harvard imzalı, iş dünyasını kapsayan yeni bir araştırmaysa konuyu somut biçimde özetliyor. 255 kişilik deneyde, işe alım yapılırken çalışanların IQ ve EQ’su test ediliyor. En akıllı ve en yüksek EQ’lu olanlardan ayrı ayrı takımlar oluşturuluyor. Sonuçta duygusal zekâsı yüksek olanlar problem çözme ve iletişim becerilerinde diğerlerine fark atıyor. Duygusal zekâ hem hislerin farkına varmaya yarıyor hem de doğru hareket etmeyi kolaylaştırıyor.
Bilim kelimesi, bilmenin yöntemini ifade ediyor. İngilizcedeki ‘science’ kelimesinin kökeni de eski Latincede ‘bil’ anlamına gelen ‘scire’den geliyor. Yalnızca ‘bilimin ispat ettiği şeylere’ inandığını söyleyerek gözle görünenin ötesinde olabilecek her şeye şüpheyle yaklaşanların düştüğü ikilem, tam da bu bilmek ve inanmak kavramları arasında keskinleşiyor. Çünkü inanmak, bilmeye göre eksik bir haldir. Bildiğimiz, emin olduğumuz şeylere inanmamıza gerek kalmaz. Ancak bir şeye inanıyorsak, emin değiliz fakat öyle olsun isteriz anlamına gelir. Orta Asya ve Anadolu kültüründe yeri olan Şamanlar, bilme ve inanma konusuna dair tarihten iyi bir örnek. Sibirya kökenli ‘Şaman’ kelimesi ‘bilen kişi’ anlamına gelir. “Şamanlar tanrıya ve ruha ‘inanmazlar’ çünkü onun varlığını ‘bilirler’” denir. Yaşadığımız çağda yeni keşifler ve teknolojiyle onlarca, hatta yüzlerce yıldır emin olduğumuz bilgiler değişmeye ve güncellenmeye başlıyor. Bu hafta gündeme gelen üç çarpıcı haberin ortak noktası, doğruluğundan neredeyse emin olduğumuz kavramların temelinden sarsılıyor olması. Gelin, zamanın başlangıcından tarihöncesi çağlara, oradan günümüze ve sonra geleceğe uzanan, bildiklerimizi yeniden düşündürecek bir yolculuğa çıkalım.
EVRENİN YAŞI 13,8 MİLYAR YIL MI, 26,7 MİLYAR MI?
Geçen yüzyılın büyük keşifleri arasında Big Bang teorisiyle başlangıç noktası açıklanan evrenin 13,8 milyar yıllık yaşı var. Evrenin başlangıcından bu yana geçen zamanı ölçmek için çeşitli teknikler ve matematiksel sabitler kullanılıyor. Işık hızı (c), yerçekimi sabiti (G) ve Plank sabiti (ℏ) bunlar arasında yer alıyor. Şimdiyse, James Webb teleskopuyla derin uzay tarandıkça kozmik süreçlerin farklı gerçekleştiği anlaşılıyor. Şaşırtıcı gelişmelerden biri, evrenin yaşından daha yaşlı galaksilerin varlığının keşfedilmesi. Bu yeni fenomeni açıklayan teorilerden biri, evrenin aslında 26,7 milyar yaşında olduğu. Ottawa Üniversitesi astronomlarından Rajendra Gupta’nın teorisi, Webb’den gelen yeni bulgulara ve 100 yıl kadar önce ‘yorgun ışık’ kavramını ortaya atan İsviçreli astronom Frits Zwicky’nin savlarına dayanıyor. Zwicky, fotonların kaynaktan çıktıktan milyonlarca ya da milyarlarca yıl sonra enerji kaybederek ‘yorgun ışık’ haline gelebileceğini öne sürmüştü. Gupta ışık sabitinin aslında değişken olabileceğini kabul ederek, diğer sabitlerin de değişebileceğini, dolayısıyla evrenin yaş ölçütlerinin güncellenmesi gerektiğini öne sürüyor. Gupta’nın teorisi kabul görürse, okul kitaplarının güncellenmesi gerekecek. ABD’de teoriyi duyuran ilk isim ünlü talk show sunucusu Joe Rogan oldu. Ardından Elon Musk da tartışmaya dahil oldu ve kara madde üzerine kendince yorumlar yaptı… Yaşadığımız evrenin sadece yüzde 5’i bildiğimiz tür maddeden. Geri kalan büyük kısmıysa gizemli kara madde ve kara enerjiden oluşuyor. Sonsuzluğun içinde devasa bir bilinmezlikte yüzdüğümüzün ispatı… Çok sevdiğim bir infografik var, evren hakkında bildiklerimizin oranını yuvarlak pasta dilimi grafiğiyle anlatıyor. Pastanın yüzde 1’inden ince bir diliminde ‘evren hakkında bildiklerimiz’, birazcık daha kalın bir diliminde ‘evren hakkında bilmediklerimiz’ ve pastanın geri kalan yüzde 95’inde ‘bilmediğimizi bilmediklerimiz’ yazar. Varlığını bile bilmediğimiz soruların sonsuzluğunu kabul etmek, sizde de varoluşa karşı derin bir tevazu hissi uyandırıyor mu?
Evren hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimiz olduğu gibi bir de ‘bilmediğimizi bilmediklerimiz’ var.
DİNOZORLAR BESİN PİRAMİDİNİN TEPESİNDE MİYDİ?
İklim değişikliğinde korkulan döneme geldik. Bu yıl ABD, tarihinin en sıcak 4 Temmuz’unu yaşadı. Sadece ABD değil, dünyanın dört bir yanından rekor sıcaklık haberleri gelmeye devam ediyor. Rekorlar, her yılın bir öncekinden daha da sıcak olduğu anlamına geliyor ki, küresel ısınma için başka ispata gerek kalmıyor. Bu sene iklim değişikliği ülkemizde de bariz hissedildi. Ocak ayında neredeyse tişörtle dolaşırken nisanda donuyorduk. Biliminsanları gelecek yıl iklim değişikliğinin yeni bir faza geçeceği konusunda hararetli uyarılara başladı. Dünya bu konuyu tartışadursun aşırı sıcakların olumsuz etkilerine karşı bireysel çapta önlemler almak mümkün. İşte sıcak hava akımlarında kendimizi bir nebze güvenli hissetmemizi sağlayacak 6 uygulama önerisi.
‘KREM SÜRÜN’ UYARISI
UVIMate
Uzun ve yoğun biçimde maruz kalındığında güneş ışınlarının cilt sorunlarına ve kansere yol açtığı biliniyor. Cildin hücre dokusunu hasara uğratan aşırı ultraviyole (UV) ışınlarından korunmak önemli. Diğer yandan doğal şekilde bronzlaşma ve D vitamininin ciltte aktive olması içinse UV ışınları gerekli. UVIMate uygulaması, ışınların gün boyu en güvenli ve en tehlikeli olduğu saatleri bildirerek bilinçli bronzlaşmaya ve güneşin zararlı ışınlarından korunmaya yardımcı oluyor. Dünyanın her yerinde çalışan uygulama, isterseniz güneş kremi sürmeniz konusunda uyarıyor. D vitamini için en uygun saatleri de bildiriyor. Ücretsiz.
ÜCRETLİ VE ÜCRETSİZ
Sosyal mecralar arasında eşsiz bir konumdaki Twitter’ın kaderi, Elon Musk’ın arka bahçesine düştüğünden beri bambaşka seyirde ilerliyor. Mikroblogging kavramını hayatımıza katan platform, yıllar boyunca özgür ifadenin merkeziydi. Ülke başkanlarından dünyaca ünlü sanatçılara, aktivistlere ve söyleyecek sözü olan herkese yer veren yapısıyla kendine has bir popülaritesi ve gücü vardı. Satışının gerçekleştiği 2022 Ekim ayından bu yana Twitter birçok çalkantı yaşadı ve sarsıldı. Bu haftaysa adeta yıldızlar çakıştı! Tarihinde ilk kez Twitter’a bir kullanım sınırı konuldu ve ortada spekülasyonlar dönmeye başladı. Aynı hafta içinde platforma rakip olmaya hazırlanan, Meta çıkışlı Threads uygulaması dünyaya ‘Merhaba’ dedi. Gelin sosyal medyada pusulaların yön değiştirmesine sebep olabilecek gelişmeleri yakından izleyelim. Her şey cumartesi günü Elon Musk’ın duyurusuyla başladı ve günlük tweet okuma sınırı 600’e indi. Doğrulanmış hesaplar içinse 6 bin tweet sınırı konuldu. Ardından kademeli olarak 800/8000 ve 1K/10K (1.000-10 bin) oranlarına yükseltildi. Elon Musk, kısıtlamaların aşırı oranda veri kırpıklayan ve sistemi manipüle eden yapay zekâ yazılımlara karşı tedbir amaçlı olduğunu belirtti. Twitter’ın yeni CEO’su Linda Yaccarino’nun açıklama yapması da 3 günü bulunca spekülasyonlara iyice yol açıldı. Engellemeyle karşılaşan kullanıcılar isyan ederken sosyal medyanın ‘bilirkişileri’ farklı teoriler üretmeye başladı. İşin içinde CIA’in olduğunu söyleyen de oldu, platformun artık Google Cloud’a para yetiştiremediğini iddia eden de... Üstelik hepsinin bir doğruluk payı var görünüyor. Elon Musk’ın kısıtlamaları duyurduğu ilk tweet’ine baktığımda, paralı üye anlamına gelen ‘doğrulanmış hesaplar’ ve ‘diğerleri’ arasındaki 10 kat erişim farkı, en güçlü sübliminal veri olarak dikkatimi çekti. Twitter’da para ödeyenle ödemeyenin artık bir olmadığı rahatça görülüyor. Web kırpıklama konusundaysa Musk’a hak vermek gerek. Twitter sayfasından okunan her tweet’in bir sunucu maliyeti var. Gerçek insanlar sorun değil, fakat robotlar saniyeler içinde binlerce hesabı taramaya koyulunca sunucu maliyetleri katlanmaya başlıyor. Şirketin ekim ayından beri masrafları kısmaya çalıştığı bilinen bir gerçek. Twitter’ın anlaşmalı olduğu Google Cloud’a bağlı sunucu maliyetlerinin astronomik rakamlara ulaştığı söyleniyor. Ayrıca Elon Musk’ın FBI, CIA gibi istihbarat birimlerinin sürekli ‘kırpıklama’ yapmasından rahatsız olduğu konuşuluyor. Neticede Musk’ın Twitter’dan para kazanma ve maliyet düşürme planı, geçici olduğu söylenen kısıtlama hamlesini bir nebze anlaşılır kılıyor. Ancak bu tepki toplayan sürecin Meta’nın Threads uygulamasının açılış haftasına denk gelmesi manidar oldu. Zamanlama talihsizlik mi, yoksa köprüden önce son çıkış çabasındaki Musk’ın ince bir hesabı mıydı, ileride göreceğiz. Twitter el değiştirdiğinden beri alternatif platform arayışı gündemde. Mastadon ve Blusky gibi projeler ilgi çekse de köklü Twitter’ın tahtına oturacak güçlü bir rakip çıkmamıştı. Instagram sayesinde sosyal medyayı halen domine eden Meta ise boşluğu fırsat bilip Threads adlı benzer platformu geliştirdi. ‘Fikir ve trendleri yazıyla paylaş’ mottosuyla sunulan uygulama, Instagram’ın bir uzantısı olarak geliyor ve aynı kullanıcı adıyla kullanılıyor. Sade, temiz ve kullanışlı Meta bünyesindeki Instagram, daha önce Snapchat ve TikTok gibi platformlardan kopyaladığı hikâyeler ve reels özellikleri sayesinde başarı yakalamıştı. Kopyalama işini iyi beceren Meta, kullanıcı sayısıyla da şimdiki yarışta avantaj sahibi. Instagram’ın 2,4 milyar aktif kullanıcısı var. Twitter’ın günlük aktif kullanıcısı 250 milyon civarında. Reuters’a gelişmeleri yorumlayan Battenhall sosyal medya danışmanlık CEO’su Drew Benvie, “Instagram kullanıcılarının 10’da 1’i Threads’i denemeye başlasa, Twitter’ı bir çırpıda yutabilir” tespitinde bulunuyor. Elbette herkes bir anda Threads’i baş tacı yapmayacaktır. Meta’nın kullanıcıları taşıması kolay olur fakat orada kalmalarını, yaşamalarını sağlamak asıl maharet. Perşembe günü dünyaya açılan platformu hızlıca inceleme imkânı buldum... Threads’in arayüzü, Instagram havasında bir Twitter gibi. Sade, temiz ve kullanışlı. Instagram’daki tüm listenizi otomatik takip etme seçeneği açılışta sunuluyor. Uygulamanın ilk saatleri olmasına rağmen muhabbet hızlı başlamış. Yeni mecranın rahatlığı ve heyecanı paylaşımlarda hissediliyor. Ünlüler de gelmiş, herkes serbest takılıyor. İrem Derici’nin “Kimse yokken rahat rahat küfredelim bari” mesajını görünce “Burası da olmuş” diyorum. Karakter limitinin 500 olduğunu bir paylaşımdan öğreniyorum. Threads ismi, alt alta eklenebilen mesajlardan geliyor. Yani ana eylem tweet atmak gibi değil, bir akış başlatmak. Her türlü medya paylaşılıyor. ‘Tweet’ Türkçede ‘tivit’ olmuştu, ‘thread’ ise zamanla ‘tred’ şeklinde lügate girebilir diye düşünüyorum. Threads’e şimdilik ‘tred açma’ dışında çok fazla özellik konulmamış. Yeni özellikleri yavaş yavaş ekleyeceklerdir. Threads, Twitter’a gerçek bir rakip olur mu zamanla göreceğiz. Her durumda, kendi akımıyla insanları sürükleyeceği ve popüler olacağı kesin görünüyor.
Web’den toplanan veriler nasıl değerlendiriliyor?
Web kırpıklama (scraping, hurdacılık anlamına da geliyor) olarak bilinen işlem, internet sayfalarından büyük miktarda metin kopyalayarak bunları toplu veri haline getirmeye deniyor. Yasadışı bir yönü yok. Şirketler internetten topladıkları verileri rekabet geliştirmek, piyasa ürünlerini incelemek gibi çözümler için kullanırken, ürün kıyaslama siteleri, istatistikler, spor karşılaşmaları ve bahisler, finansal analizler, metin ve içerik üretimiyle daha birçok alanda internet üzerinden toplanan veriler değerlendiriliyor. Yapay zekâ marifetiyle bu verileri anlaşılır ve kullanışlı hale getirmek çok kolaylaştığı için son dönemde kırpıklama işinin aşırı oranda yaygınlaştığı gözlemleniyor.
Deneyler beyin yarım küreleri ayrıştığında sol beynin sağın komutlarını anlamlandırmak için hikâyeler uydurduğunu gösteriyor.
Yaşamı ve varoluşu sorgulamaya gönüllü her insanın muhakkak uğradığı soruların başında gelir: “Ben kimim?” Kendimizce yanıtlar üretiriz; kimilerimiz özgün ifadeler yaratır, kimilerimizse toplumsal vasıfları kendine yakıştırır. İnsanın varoluşuna anlam arayışı dünya felsefelerinin daimi meselesidir.
Batı felsefesi ‘benliği’ zihni ve bedeni kontrol eden, olayları ve durumları yöneten bir pilot gibi tanımlar. Doğu felsefesiyse ‘ben’ diye bir şey olmadığını, ‘kendim’ düşüncesinin bir sanrı ya da illüzyon olduğunu anlatır. Nörobilim alanında yıllardır yapılan araştırmalar da beyinde ‘benlik’ kavramını yöneten sabit bir merkez bulunmadığını ortaya koyuyor ve Doğu felsefelerini destekliyor.
Peki, beynimizde benliği tanımlayan bir merkez yoksa şayet, ‘Ben buyum, ben böyleyim, ben şöyle bir insanım’ gibi fikirler nereden aklımıza düşüyor? Dahası, bulduğumuz yanıtlar gerçekten olduğumuz şeyi mi ifade ediyor, yoksa kendimizi öyle mi sanıyoruz? Benlik meselesinin bir karış derinine inerken, Batı’dan Doğu’ya üç farklı felsefenin yüzyıllar içinde keşfettiği yanıtlara uğramayı faydalı buluyorum. İlki, yeni çağ felsefesinin kurucusu René Descartes’ın meşhur kuramı: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Descartes felsefesini sarsılmaz bir gerçeklik temeline dayandırma arayışındayken şüphe götürmeyecek bir hakikat olarak ‘düşünen unsurun varlığının kesin olduğuna’ kanaat getirmişti. Varlığın temel özelliğini düşünebilmek, yani bilinçli olmak şeklinde ifade etmişti.
Ortadoğu’ya hâkim Sufi felsefesindeyse benlik, nefs kavramıyla karşılık bulur. Nefsin bir yanılsama, kendini evrensel bütünlükten ayrı bir şey sanma hayali olduğu tasavvuf felsefesinde anlatılır. Çağdaş spiritüel anlayışta dünyanın manevi enerji merkezlerinden biri kabul edilen Anadolu’nun şairane bilgelerinden Yunus Emre’nin “Bir ben var benden içeri” demesi eylemlerimiz üzerindeki hâkimiyetimizi sorgulatan, benlik bilincini şaşırtan bir öğretinin yolunu açar. Nitekim dervişlerin aydınlanma yolu da benlik sanrısını bitirmek ve hiçliğe dönüşmekten geçer. Daha da doğuya ilerlediğimizde, somut tanrı inancı bulunmayan Budizm felsefesinin benliği tümden yoksaydığını ve temel anlayışını bu fikir üzerine geliştirdiğini görüyoruz. ‘Bensizlik’ ya da ‘benlik yokluğu’ (no-self) şeklinde çevrilebilecek bu kavrama ‘anatta’ deniyor.
Şimdi hepimiz, “Yahu varım işte, ben benim” diyecek olabiliriz. Haksız da sayılmayız! Peki bunun bir ispatı var mı? Buyurun bilimin açmaza girdiği noktaya... Konuya dair araştırmaların başlangıcı