Uzaylılar konusunu ulusal mesele haline getiren New Paradigm Institute (NPI, Yeni Paradigma Enstitüsü), yeni ABD başkanının gizemli uzay fenomenleri hakkında daha şeffaf politikalar sergilemesi için lobi faaliyeti yürütüyor. Perşembe akşamı CNN’de yayımlanan başkanlık tartışma kürsüsü ‘Presidential Debate’, Amerikan halkı için en önemli kararı ifade ediyor. Halka verilen sözlerin ve yapılanların değerlendirildiği ve başkan adaylarının kozlarını paylaştığı buluşma, doğal olarak dünyanın kaderini etkiliyor. Biden ve Trump’ın karşı karşıya geldiği münazara için NPI, dünya dışı yaşama dair soru sorulmasına yönelik kampanyasıyla tarihte bir ilk oldu.
‘Şeffaflık vakti geldi’
UFO’ları ifşa etme konusunda başkanların tavrı elbette önemli. Ancak daha önemlisi, bu konuda haber almanın artık vatandaşlık hakkı olarak görülmesi. Dünya dışı yaşam, yani kısaca uzaylılar konusunda Pentagon, dolayısıyla ABD en fazla gizli bilgi barındırdığı düşünülen ülke. ‘The X-Files’, ‘Man in Black’ gibi devlet-uzaylı konusunu inceleyen çok fazla dizi, film ve belgeselle Amerikalıların bilimkurguya yatkınlığı bu düşünceyi destekliyor. NASA’nın uzaydaki öncülüğü ve Pentagon’un gelişmiş askeri izleme teknolojisi UAP’lerle (tanımlanamayan hava olayları) karşılaşma olasılığını arttırıyor. Fakat ABD’nin uzaylılara en yakın ülke olacağını garantilemiyor. Rusya ve Çin’in de uzaylılara dair kanıta sahip olduğu düşünülüyor.
3 yıl önce Pentagon’un Dünya dışı varlıklara dair verileri açıklamaya başlamasıyla ‘uzaylı’ konusu kızışmıştı. O zamandan beri ilgi kaybetmediği gibi şimdilerde daha fazla gündeme gelmeye başladı. Son olarak NPI yöneticisi Daniel Sheehan, geçen haftaki genelgelerinde olan “ABD’nin yeni başkanı, UAP’lerin ifşası ve hükümetin şeffaflığı konusunda kritik kararlar alacak” ifadesine dikkat çekti ve “Tüm başkan adayları için UFO/UAP’leri ifşa etme ve şeffaflık vakti geldi” çağrısında bulundu. Sheehan’a göre ABD ordusu, istihbaratı ve hava sanayisi, UFO’lar hakkında 80 yıldır halktan gizli tutulan çok miktarda bilgiye sahip. Yakın zaman önce hükümet memurlarıyla Politico’da (haber sitesi) yapılan bir röportajda, Pentagon’daki ‘Gizli bir Cemaat’in UFO sırlarını sakladığı ifadesi vardı. Röportaja göre güçlü isimlerden oluşan özel grup, halka ifşa olmaması için “Çok ilginç bilgileri koruyorlar”.
Başkanlık yarışında Trump seçilirse UFO’lar hakkında ne yapacağını kestirmek kolay değil. Çılgın bir anında cebinden uzaylı videosu göstermesi mümkün. Biden seçilirse ‘kontrollü ve tadında ifşa’ yoluna devam edebilir. Öte yandan dünyanın farklı yerlerinden de hükümetlere baskı geliyor. Geçen ay Japonya’da bir grup politikacı, UFO fenomeniyle ilgili araştırma yapması için hükümete çağrıda bulundu. Eski savunma bakanı Yasukazu Hamada’nın önderlik ettiği grup, Pentagon’un AARO birimine benzeyen, UFO’lar gibi olayları inceleyecek bir departmanın kurulması için hükümeti harekete geçmeye çağırdı.
Son yıllarda biliminsanları bile Dünya dışı yaşam olasılığını destekliyor ve kamuoyuna farklı açılımlar getiriyorlar. NASA Başkanı Bill Nelson “O askeri pilotlarla konuştum. Bir şey gördüklerini biliyorlardı ve radarları o şeye kilitlenmişti” sözleriyle fenomenlerin üst düzeyde gerçekleştiğine işaret etmişti: “Ne olduğunu bilmiyorlardı, biz de ne olduğunu bilmiyoruz. Umuyoruz ki dünyada bu teknolojiye sahip biri düşmanımız değildir.” Nelson’ın bahsettiği ünlü ‘Tic Tac’ vakası, elips şeklindeki şekere benzeyen bir UFO’nun inanılmaz hız ve manevra kabiliyetiyle hatırlanıyor.
UFO’lar konusu hükümetler için milli güvenlik meselesi ama herkes için öyle değil. Birçok insan uzaylıları dostane varlıklar olarak görüyor. Saklı kalmayı tercih etmeleriyse düşmanlık bilincinin insanlardan kaynaklanmasıyla açıklanıyor. Ayrıca insanlığın kaderini ‘vaktinden önce etkilememe’ kuralları olduğu düşünülüyor. İnsanlar gezegene kalıcı zarar verecek olursa veya kadersel sıçramalar yaşanırsa sürece dahil olduklarına inanılıyor. Nitekim UFO’ların çoğunlukla nükleer tesislerin yakınında görüldüğü, geçmişte askeri üniteleri paralize ederek bazı nükleer atakları engellediklerine dair belgeler var.
‘Aramızda yaşıyor olabilirler’
İnsan bedeni gibi karmaşık bir yapının oluşması bile en başta iki adet hücrenin, anne yumurtasıyla baba sperminin kavuşumuyla meydana geliyor. İki hücrenin kromozomlarını birleştirerek çoğalttığı yeni hücreler sayısız bölünme, çoğalma ve özelleşmeyle embriyoyu oluşturmaya başlıyor. Birlikte kurdukları biyolojik yapı karmaşıklaştıkça hücrelerin arasında muazzam bir iletişim ve işbirliği gözlenmeye başlıyor.
Biliminsanları, son dönemde hücreler arasındaki bu etkileşimin ‘mikrozekâyla’ ilişkisini sıklıkla inceliyorlar. Popular Mechanics dergisinde bu ay ‘Duyarlı Hücre: Bilincin Hücresel Temelleri’ adlı yeni kitabıyla dikkat çeken evrimsel biyolog William B. Miller söyleşisi vardı. Miller hücrelere bakışımızı baştan aşağı değiştirebilecek yeni bilimsel akımın öncülerinden. Farklı düşünen biliminsanları, hücreleri emir uygulayan pasif robotlar gibi görmeyi bırakmamız gerektiğine inanıyorlar. Aksine, bedenimizi oluşturan 37 trilyon hücrenin her birinin kendi bilinci olduğunu savunuyorlar.
Miller’a göre hücrelerin özgün bilinçleri olduğunu varsaymak, karmaşık biyolojik süreçleri anlamamızı kolaylaştırabilir. Bunlar arasında hücrelerin nasıl iletişim kurduğu ve karar verdiği, hatta bir kök hücrenin nasıl belli bir organa dönüşmeye yöneldiği gibi bilinmezler var.
İnsandaki karmaşık hisleri hücrelere atfetmek söz konusu değil ancak onlar da deneyimler yaşıyor.
Hücrelerin bilinç düzeyi anlaşılabilirse, doku rejenerasyonu, kanser ve çeşitli hastalıklar için yeni tedaviler geliştirmek, hatta plastik yiyen bakteriler gibi çevreye faydalı üretimler mümkün görünüyor. ‘Varoluşsal bilinç’ tabir edilen bu yeni yaklaşımla biyomühendislik alanında önemli ilerlemeler bekleyen Miller, evrim kavramının babası Charles Darwin’in ‘doğal seçilim’ teorisini tartışmaya açıyor. Şayet hücrelerin bilinçli olduğu anlaşılırsa, gizemli bir gücün seçiminden ziyade hücrelerin kararlarıyla ilerleyen bir evrim mekanizmasının daha mantıklı olacağını ifade ediyor. Bilincin kaynağı ve doğası bilenemediğinden, bilim dünyasının bu konuda ortak bir anlayışa varması kolay olmayabilir. Bilinç, en genel tabiriyle ‘Kendisinin, düşüncelerinin ve eylemlerinin farkında olan’ demek. İnsandaki karmaşık düşünceleri, hisleri ve duyuları, en alttaki hücrelere atfetmek söz konusu değil; ancak hücreler de birtakım deneyimler yaşıyor ve farklı eylemler, seçimler yapıyorlar. Miller’a göre örneğin hücre zarından içeri ışığın girmesi, hücreye bir deneyim sunuyor ve hücre, ışığı bilgi olarak analiz edip bununla ne yapacağına karar veriyor. Bazen öngörülebilir, bazen öngörülemez oluyorlar: “Mikroplarsa birbiriyle haberleşiyor, kaynakları paylaşıyor, besin aktarım yolları yaratıyor ya da birbirleriyle rekabet ediyorlar. Problem çözmeyle karar verme becerisi gösteriyorlar ve bu da demek oluyor ki bilişsel bir faaliyet sergiliyorlar.”
“Bir bütün, kendini oluşturan parçaların toplamından fazladır” sözü, bir arada ahenkle yaşayan hücrelerimizin topyekûn ölçüde beden bilincimizi oluşturabileceğini düşündürüyor bana. Hani şu hayatta kalmak için ne yapması gerektiğini zihnimizden daha iyi bilen bedenimizi... Acaba Yunus Emre “Bir ben var benden içerü” derken yüzyıllar önce, içindeki ayrıksı bilinci keşfetmiş olabilir miydi?
KANSER TEDAVİSİNE YEPYENİ BİR BOYUT
Dünya borsalarının en değerli şirketi Apple, epeydir beklenen yapay zekâ (AI) ekosistemini tanıtarak geriden yetiştiği büyük AI ligine hızlı girdi. Öte yandan üst düzey Open AI çalışanları ve uluslararası yapay zekâ duayenlerinin olduğu bir inisiyatif, yapay zekânın insanlığı yok etme tehdidi oluşturmaya başladığına dair açık bir mektup yayımladı. Birkaç gün öncesindeyse Birleşmiş Milletler başkanlığında yapay zekâ ve nükleer silahlarla ilgili önemli uyarı yapılmıştı. Gündemde neler var birlikte göz atalım.
DIŞ SUNUCULARA BAĞLI DEĞİL
Microsoft ve Google gibi rakipleri yapay zekâ dünyasını her geçen gün daha fazla domine ederken Apple’ın önemli bir çıkış yapması bekleniyordu. Takvimler 10 Haziran’ı gösterdiğinde Apple CEO’su Tim Cook, Apple Intelligence adlı yeni ekosistem bileşenleri sunumuyla insanlığın karşısına çıktı. Apple, akıllı telefon ve bilgisayar deneyimine yüksek standartlar getiren işletim sistemleri ve cihazlarıyla yalnızca dijital dünyayı değil, medeniyetimizi şekillendiren markalardan biri. Dolayısıyla yapay zekâyla dünyaya ne sunduğu ayrı bir öneme sahip.
Apple Intelligence sunumu, yapay zekânın gelecekte tüm Apple cihazları için vazgeçilmez olacağının sinyallerini veriyor. Ancak yüksek beklentileri karşıladığını söylemek doğru olmayabilir. Apple uygulamalarının kâh içine gömülen, kâh bağımsız sunulan yapay zekâ bileşenleri, özünde metin ve görsel üreteçlerinden fazlasını barındırmıyor. Yani çığır açan bir yenilik sunmadı Apple. Sunması bekleniyor muydu peki? Apple olduğu için evet.
Aslında Apple, yeni teknolojilerin mucidi olmaktan ziyade, iyi fikirleri alıp mükemmel hale getirmesiyle ünlü. Akıllı telefonlar, MP3 çalarlar ve tablet bilgisayarlar bunun en iyi örnekleri. Şimdiyse aynısı yapay zekâ için geçerli.
Apple AI, iOS deneyimini yapay zekâyla her yerden destekleyebilmek için cihazdaki verilerin içine dalıyor.
Apple Intelligence ekosisteminin en ayrıksı özelliği, dış sunuculara bağlı olmaması. Yani ChatGPT gibi başka bir yerde değil, doğrudan cihazınızın içinde çalışıyor. Bu sayede veri güvenliği konusunda endişeleri gidermiş oluyor. İşin aslı, güvenlik endişesini yaratan da kendisinden başkası değil. Apple AI, iOS deneyimini yapay zekâyla her yerden destekleyebilmek için kullanıcının cihazında saklı tüm verilerin içine dalıyor. Örneğin Siri’den “Ayşe’nin batik tişörtüyle paten yaptığı anı bul” gibi ayrıntılı şeyler istemek mümkün. AI destekli Siri, fotoğrafları ve hatta video görüntülerini tarayabiliyor. Apple Intelligence sayesinde Siri’den “Okunacaklar listemdeki ağustosböcekleriyle ilgili makaleyi getir” veya “Pazar günkü piknik fotoğraflarını anneme yolla” gibi gelişmiş taleplerde bulunabiliyorsunuz. Anlayacağınız üzere, Siri her şeyinizi çok iyi bilen bir asistana dönüşüyor ama tüm verilerinizin içinden geçmesini kabul etmiş oluyorsunuz.
Zihin terbiyesine odaklanan Budizm öğretisini dünyaya nakleden Siddhartha Gautama Buddha’ya (Buda) göre insanın kendini sabit ve değişmeyen bir varlık olarak kabul etmesi, büyük bir zandan ötesi değil. İnanç sistemlerine aldırış etmeseniz bile yeni araştırmalar ışığında Buda’ya hak vermeye başlayan biliminsanları size ilham olabilir...
Kanada’daki British Columbia Üniversitesi’nden felsefe profesörü Evan Thompson ile söyleşi yapan ve nöroloji alanındaki güncel çalışmaları değerlendiren kültür sitesi Big Think’in yazarı Lori Chandler, beynin işleyişini anlama konusunda bilim ve inanç sistemlerinin arasındaki açığın giderek kapandığını aktarıyor. Bilimsel yönden Budist öğretiyi destekleyen Thompson’a göre bugünkü kendimizi geçen yılki insanla aynı kişi sanmak, hatta bir an öncesi ve sonrasıyla bile aynı insan olduğumuzu farz etmek sadece bir yanılsama. “Beyin ve beden daima değişken bir akış içinde. Sistemimizde sabit bir kendilik hissiyatını karşılayan hiçbir şey yok” diyen Thompson’a göre Budizmin temel öğretisi Anatta, varoluşumuzun esasını açıklayabildiği gibi, bizi duygusal yüklerden kurtarabilecek genişliğe sahip. Anatta insanın ‘benlik’ fikrini bir yanılsama olarak değerlendiriyor ve kişinin sabit olmayıp her an değişen, her an evrilen ve şekil değiştiren bir varlık olduğunu anlatıyor.
Günlük tutmak akıl ve ruh sağlığını korumaya faydasıyla bilinir. Zihni sakinleştirmenin ve süzmenin kolay bir yoludur. Günlükteki geçmiş haftaları, ayları ve yılları okumak insana en kıymetli özdeğerlendirmeyi sunar. Eski günlüklere baktığınızda, o sayfayı kaleme alan kişinin şimdikinden daha farklı biri olduğunu hissedebilirsiniz. Benzer bir duyguyu eski fotoğraflarınızı veya videolarınızı görünce de yaşayabilirsiniz. Kendini irdeleyen, kendinin farkında olma merakıyla yaşayan insanlar benliklerindeki değişimleri, köklü dönüşümleri daha kolay fark ederler. İnsan yedisinde neyse yetmişinde öyle olsa bile, kimse gençliğin toyluğuyla ileri yaşların olgunluğunu bir tutmaz. En az değişen şey kişilik olabilir; içe veya dışadönüklük ya da genelde pozitif olmak gibi. Ancak dürüstlük, ahlak, tembellik veya azim gibi kavramlar karaktere ait olup zaman içinde değişebilir.
Modern bilimin 2 bin 600 yıllık Budizm öğretisine yakınlaştığı noktaysa kişilik ve karakterin üstündeki benlik mefhumunun daima değişime tabi olduğu. ‘Ben’ veya ‘sen’ kavramlarının önemini sorgulayan Lori Chandler, ‘Hardwiring Happiness and Buddha’s Brain’ (Mutluluk ve Buda’nın Beynini Kablolamak) adlı kitabın yazarı Dr. Rick Hanson’un ferahlatıcı tespitlerini de aktarıyor: “Hanson kişinin sabit bir kendilik inancı olmadığında, yani kendisini hep aynı görmediğinde olayları da kişisel almayabileceğini söylüyor ve düşüncelerin insanı tanımlamadığını savunuyor.”
‘Zihnimizdeki düşünceler yalnızca düşüncelerdir ve bizi tanımlamaz’ demek yeterli...
Dışarıdaki olaylar aslında yalnızca birtakım hadiseler ve hepsini üstümüze alınmamız gerekmiyor. Bu fikir, dünyanın etrafımızda döndüğü düşüncesinden özgürleşmeyi, yani egonun ve nefsin boyunduruğundan kurtulmayı da içeriyor. Zira ‘ben ve diğerleri’ diye düşünmeye odaklanmak, bir şeylerin hep kendi başına geldiğini, kendine yapıldığını zannetmeye yol açabiliyor. Huzursuzluğun bu yanılsamalardan kaynaklandığı malum. Aksi anlaşılınca gelen rahatlamaysa yine bunun bir göstergesi. Chandler’a göre kendimizi düşüncelerle ve ideolojilerle tanımlamayı bırakmak son derece özgürleştirici olabiliyor. Büyüme ve değişimin kolaylaşması, insanı gerçekten duygusal yüklerden ve sıkıntılardan kurtarabiliyor. Doğru ya, kendi işimizi kendimiz zorlaştırırız. Dirençlerimizle başkalarının alanını daraltır ve neticede sonuçlarına katlanırız.
Kendinin değişmeyecek bir şey olduğu fikrini terk etmek, serbestleşmenin yanı sıra bağımlılık ve muhtaçlıktan kurtulmayı kolaylaştırabiliyor. Hatta ötekileştirme, ırkçılık gibi tavırlara mâni olabiliyor. İçsel özgürlük adına ‘Ben yalnızca kendimim’ düşüncesi, mantrası veya zikri, kendini bilenlere kâfi... Öyle ya; insan ne oldum dememeli... Yarın değişecekse kişi, bugün kim olduğunun kalır mı önemi?
Beyindeki empati devresi keşfedildi
Herhangi bir işi ruhsuz biçimde, özgünlük ve yorum katmak yerine sadece bilgiye ve belli bir sistematiğe bağlı yapan insanlar için ‘robot gibi’ tabirini kullanırız. Eğitim yılları boyunca hemen herkesin karşısına ‘robot gibi’ öğretmenler çıkar; bazıları gelir, sadece dersi anlatır ve gider... Robot gibi hocaları kimse pek sevmez ama yeni bir araştırma özellikle 3-6 yaş aralığındaki çocukların, robotları öğretmen olarak insanlara tercih edebileceğini hatta onlarla arkadaş olmaya, sırlarını paylaşmaya daha yatkın olabileceklerini ortaya koydu.
Computers in Human Behavior (İnsan Davranışlarında Bilgisayarlar) dergisinde yayımlanan araştırma, robotların ve diğer teknolojik aletlerin çocukların hayatlarında giderek artan varlığını ve onlarla etkileşimlerinin öğrenme ve gelişimlerine nasıl etki ettiğini anlamayı hedefleyerek çocukların güvenilirlik konusunda nasıl karar verdiklerini incelemeye almış. İsveç Kraliyet Teknoloji Enstitüsü, Almanya’dan Constructor Üniversitesi ve Avustralya’dan Griffith Üniversitesi’nin ortak yürüttüğü çalışmanın çok ilginç bulguları var. Özetle çocuklara video izletilerek yapılan deneyde bir insan, bir de robot temsilci bulunuyor. Küçük çocuklara saç fırçası, oyuncak ayı, plaj topu gibi tanıdık objeler gösteriliyor. Ardından robot ve insan temsilciler bunları doğru veya kasten yanlış olarak isimlendiriyor. Aşamaları olan bu yöntemle çocukların temsilcileri güvenilir veya güvenilmez olarak tanımaları sağlanıyor. Araştırma sonucunda çocukların robotlara karşı daha toleranslı ve yakınlık kurmaya daha hevesli olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin çocuklar, yanlış isimlendirme yapan insanı “Bilerek hata yaptı” diye nitelendiriyor ancak robot için aynı düşünceye sahip olmuyor. Robotun daha akıllı ve daha tutarlı olabileceğini düşünme eğilimi gösteriyorlar.
Bulgular çocukların robotlara güvenme fikrini, onlarla arkadaş olma isteğinden ve onların ne kadar ‘canlı’ oldukları hakkındaki düşüncelerinden ayrı tuttuklarını ortaya koyuyor. Yani bir robotun hata yapması çocukların onunla arkadaş olma isteğini azaltmıyor. Bu noktada marifet robotta gibi görünse de işin derinliği farklı. Bilerek hata yapan insana güveninin azalması, alternatifi olan robota yönelmesini kolaylaştırıyor olmalı. Güvenin kurulması en zor, yıkılmasıysa en kolay şey olduğunu hepimiz biliriz. İşin içinde insan faktörü olduğunda sezgiler devreye giriyor ve günlük hayattaki ilişkilerimizde olduğu gibi güven azaldığında uzaklaşma ve hatta alternatif arama ihtiyacı ortaya çıkabiliyor.
Yapay zekânın hâkim olduğu bir dünyada gücümüz zihnimizden değil, sezgisel açıklığımızdan gelecek.
YAPAY ZEKÂ YANILGISI
Daha büyük yaştaki çocuklar değerlendirildiğindeyse robotlara olan yatkınlığın yaşla ilgisi olduğu ve büyük çocukların insanlara güvenmeye daha yatkın olduğu gözlenmiş. Ancak bu, robotlardan sadece çocukların ‘etkilenebileceği’ anlamına gelmiyor. Araştırmada kullanılan robot oyuncak görünümlü. Yine de videolarda ikna edici olması için kendi sesi değil, yapay zekâ yardımıyla üretilen daha insani bir ses kullanılmış.
SCARLETT JOHANSSON’I ÇİLEDEN ÇIKARDI
ChatGPT 4-o’nun sesli asistanı Sky’ın geçen haftaki tanıtımı sırasında ilgi çeken, ‘Her’ filmindeki yapay zekâyla ses benzerliği ayrıntısını dikkatli okuyucularımız hatırlayacaktır. Başlangıçta önemsiz bir detayken filmdeki yapay zekâ karakterini oynayan Scarlett Johansson’ın tepkisiyle mesele büyük bir hadiseye dönüştü. Ünlü oyuncu yaptığı açıklamada ‘Şoke olduğunu, sinirlendiğini ve Sam Altman’a çok kızgın olduğunu’ dile getirdi. Johansson’ın avukatlarına göre; OpenAI CEO’su Sam Altman 9 ay önce oyuncuya yeni teknoloji için sesini kullanmayı teklif etmiş ancak Johansson teklifi geri çevirmişti. Fakat Sky’ın konuşmaya başlamasıyla herkesin fark ettiği benzerlik, Scarlett Johansson’ın sesinin deepfake (manipüle edilmiş video ya da ses kaydı) yardımıyla klonlanmış olma ihtimalini ortaya çıkardı. Sam Altman her ne kadar iddiaları yalanlasa da Sky’ın görücüye çıktığı gün X hesabından tek kelimelik ‘Her’ şeklinde bir paylaşım yapmış olması soru işaretlerini büyütüyor.
ÇIPLAK GÖSTEREN KAMERA ARTIK ŞEHİR EFSANESİ DEĞİL
Tam olarak düşündüğünüz şey de değil ama... Alman çağdaş sanatçı Mathias Vef ile tasarımcı Benedikt Groß tarafından geliştirilen NUCA (nü kamera) isimli cihaz, fotoğrafı çekilen herkesi birkaç saniye içinde çıplak gösterebiliyor. Kişinin gerçek vücudu yerine deepfake marifetiyle kendisine uyumlu yaratılan çıplak bir beden imajını montajlayan kamera, içine gömülü bir akıllı telefon aracılığıyla stable diffusion (fotogerçekçi görüntüler oluşturan bir yapay zekâ modeli) teknolojisinden faydalanarak görüntüyü oluşturuyor. Son tüketici ürünü olmaktan ziyade spekülatif bir sanat projesi olarak ortaya çıkan kameranın internet sitesinde projenin “beden görüntüleri ve deepfake’ler üreten yapay zekânın gidişatını sorgulamak ve kışkırtıcı olmak amacı taşıdığı” ifade ediliyor. (İnternet sitesi: nuca.rocks)
Google’ın her yıl yeniliklerini duyurduğu Google I/O konferansına geçen yıl AI (artificial intelligence - yapay zekâ) konularının baskınlığı damga vurmuştu. Hatta birileri CEO Sundar Pichai’nin cümle içinde kaç kez AI dediğini saymış, hakkında mimler yapılmıştı. Bu yılsa tüm sunum başından sonuna AI hakkındaydı. Hint asıllı CEO “Biz, şimdi Gemini çağındayken...” sözleriyle açılışı yaptığında, o gün AI’dan başka şey konuşulmayacağı anlaşılıyordu. Ancak Pichai, Google’ın tarihindeki en önemli sunumlarından birini yaparken OpenAI açıktan sessizce yaklaşıp sahneyi birkaç saat önce kapmıştı. Aynı gazeteciler arasındaki ‘haber atlatmak’ gibi teknoloji dünyasında da‘sunum atlatmak’ diyebileceğimiz hadiseye sık rastlanıyor. Google’ın bu yıl Gemini ile şov yapacağı kulislerde bilindiği için OpenAI, Chat GPT’nin büyük yenilikle gelen son versiyonu 4o’yu göstermek adına muhteşem bir gün seçmişti. Rakibinden önce oyuna başlayarak Google’a tek başına parlama fırsatı vermeyecekti.
OpenAI Teknoloji Şefi Mira Murati ve Google CEO’su Sundar Pichai.
SİMULTANE ÇEVİRİ
İşin aslı her ikisinin sunumları da o kadar kendine has tarzdaydı ki, dışarıdan rekabet ettikleri anlaşılmayabilirdi! OpenAI cephesinde, konuşma kabiliyeti ve multimodal, ses, görüntü ve farklı kaynaklardan komut alabilme özelliği eklenen GPT-4o vardı. Önemli yeniliği sunan isim OpenAI’ın teknoloji şefi, İtalyan zarafetiyle Mira Murati’ydi. Talk show tadında bir stüdyoda sahneye çıkan Mira Murati sunumu sırasında Chat GPT-4o’yu kendi aksanıyla anlatırken heyecanlı, açık ve kararlı görünüyordu. Asıl yenilikse koltuğa geçince ortaya çıkmayı bekliyordu. Bir Asyalı genç ve bir Anglosakson Amerikalıyla kahve masasını paylaşıyorlardı. Asyalı genç, ChatGPT-4o’ya İtalyanca-İngilizce konuşurlarsa çeviri yapıp yapamayacağını sordu ve aldığı “Perfetto!” (Mükemmel!) yanıtı herkesi güldürdü. Simultane çeviri becerisiyle hayran bırakan GPT-4o’nun ‘Her’ filmindeki Joaquin Phoenix’in yapay zekâ sevgilisi Samantha ile ses benzerliği, ilgi çeken ayrıntılardan. Konuşma özelliği şimdilik açık değil ancak GPT-4o sınırlı özelliklerle herkesin kullanımına ücretsiz sunuldu.
HER ŞEYİN İÇİNDE!
Tek kelimelik dil tabirini hiç duymuş muydunuz? Hayvanların çıkardığı tek bir sesin, örneğin ‘hav’ veya ‘miyav’ kelimelerinin varyasyonlarını üreterek aralarında anlaşmalarını tabir etmek için yapılan bir tanımlama. Karşı kaldırımdan geçen adama onlarca defa çeşitli şekillerde ‘hav’ veya ‘wuff’ diyen bir köpeğin özetle ne anlatmak istediğini kestirebiliyoruz. Ancak biliminsanlarına göre hayvan dili de olsa bir iletişim dilini tek kelimeyle tanımlamak imkânsız. Hayvanlar basit sesleri, duruşları veya beden dilini birleştirerek nüanslar yaratabiliyor. Üstelik sesleri ve hareketleri, kokular ve salgılar gibi kimyasal iletişim araçlarıyla destekleyip gerektiğinde dünyanın manyetik alanını, doğal enerji yollarını ve kendi ürettikleri elektriksel akımları kullanabiliyorlar. Daha ötesi de olmalı!
‘İfade yetileri geniş’
Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması (Search for Extra-Terrestrial Intelligence/SETI) adlı kâr amacı gütmeyen kuruluş dünyada bir ilki gerçekleştirdi: Bir balinayla ilk kez sözlü iletişim kuruldu. Biliminsanı Josie Hubbard sualtı hoparlörüyle “Merhaba” anlamında bir ses çıkardı ve mucizevi olay gerçekleşti. Twain adını verdikleri 38 yaşındaki balina aynı sesi çıkararak yanıt verdi ve ardından grubundan ayrılıp araştırma teknesinin etrafında dönmeye başladı. Hubbard ve bilim ekibi samimi balina Twain ile 20 dakika boyunca hoparlörden sohbet etmişler, daha doğrusu aynı sesi farklı tınılarda 36 kez çıkarıp durmuşlar: “Başka bir dünyayı deneyimlemek gibiydi... Yüzeye geldiklerini duyuyorsun. Sonra büyük bir nefes ve görüyorsun onu...”
ABD’nin ve dünyanın önde gelen bilim-teknoloji okulu MIT araştırmacılarından geçen hafta yapay zekânın temel birimi olan makine öğrenimi sistemini kullanarak balinaların alfabesini çözmeye başladıkları haberi geldi. Reuters’ın yayımladığı haberin kaynağı Nature Communications bilim dergisi... Dilini öğrenmek istediğiniz hayvanın deniz altında yaşıyor olması aslında muazzam bir avantaj. Ses dalgalarının havadan çok daha hızlı ve net iletilmesi toplanan verinin çözünürlüğü için avantaj sağlıyor. Biliminsanları balinaların uzaktan kaydedilen seslerinin içindeki örüntüleri, tekrarları ve melodik vurguları makine öğrenimiyle tespit etmiş. Hatta bazı balinaların uzun ‘cümleler’ sonunda tek bir tıklama yaparak noktalama işareti kullandığını fark etmişler. Karayipli balinaların sanılandan çok daha sofistike bir iletişim sistemi kullandığını gösteren analizlerden balinaların kendilerine has bir ‘fonetik alfabe’ geliştirdiği anlaşılıyor. Araştırmayı yayımlayan MIT doktora öğrencisi Pratyusha Sharma “İspermeçet balinaların ifade yetilerinin çok daha geniş olduğu ortaya çıktı” diyor ve ekliyor: “Henüz ne dediklerini bilemiyoruz ancak seslerle davranışlarını kıyaslayarak konuştukları konuyu anlamaya çalışıyoruz.”
18 metreye kadar dalabilen ispermeçet balinaları yeryüzündeki en büyük beyne sahip olan sosyal hayvanlar. Aralarındaki dili aile ortamlarında koordinasyon kurabilmek, bebek bakımını düzenleyebilmek, yiyecek bulma ve korunma için kullandıkları anlatılıyor. Hayvanların dilleri, doğal çevreleri ve topluluklarıyla şekilleniyor. Makine öğrenimi sayesinde gelecekte hayvan dillerini ve farklı hayvanları anlama imkânımız artacak ve günün birinde belki yapay zekâ üzerinden onlarla iletişim kurmaya başlayacağız. Kanımca hayvanlardan öğrenebileceğimiz en hayırlı şey, doğayla iletişimi ve onu hissetmeyi sağlayan üst sezgilerimizi yeniden kullanabilmek olurdu.İspermeçet balinaları tıkırtılarla karmaşık mesajlar iletebiliyor.
Peki ama neden balina?
Dışarıda onca hayvan varken biliminsanları neden en cüsseli ve ulaşması zor hayvana yönelmeyi tercih ediyorlar? Kendimizden yola çıkarak anlaşılabileceğini düşünüyorum… İnsanlar yüz binlerce yıllık evrim sürecinde kendilerine has dil yapısını geliştirmiş. Bununla birlikte, dilin kapsayıcılığının ve ifade gücünün giderek artması insanların farklı duyular ve sezgilerle iletişim geliştirme kabiliyetini köreltmeye başlamış. Karşılığındaysa çok gelişmiş bir iletişim aracına, yaşayan dillere kavuşmuşuz. Balinalarla, tam bu noktada aramızda bir yakınlık var. Şarkılarıyla ünlü kambur balinaların seslerindeki ahenk ve vurgular farklı ifadeler geliştirmelerinin ipuçları sayılıyor. İspermeçet balinalarıysa tıklamalar ve tıkırtılarla birbirlerine daha karmaşık mesajlar iletebiliyorlar. Hatta yeni keşfedildiği üzere Mors alfabesi benzeri, bize yakın bir düzen kullanıyorlar.