Umut Fırat Eroğlu

‘Havalar nasıl olursa olsun...’

25 Mayıs 2025
Dünyamızda haber değeri asla değişmeyecek bir konu varsa o da hava durumudur. Hiçbir zaman güncelliğini, dinamizmini kaybetmeyen ve hayatın her alanında etkisi, nüfuzu hissedilen, mükemmel bir donedir habercilik için. Kimi zaman ‘yağmurda yaşananlar’ gibi belirleyici bir unsur, kimi zamansa Afrika sıcakları gibi doğrudan kendisi haber olur. Haberin başaktörüyse hiç değişmez: Atmosfer.

İnsanlık tarihinde sanıyorum ilktir; bilim dünyasını böylesine heyecanlandıran ve hayli çok insanı ilgilendiren bir hava durumu haberi geliyor... Üstelik büyük bir fırtınadan ya da amansız kuraklıklardan çok daha fazlası: Atmosfer değişimi. Evet, yıllar süren ölçümler sonucunda Dünya gezegeninin kayıtlı tarihinde ilk kez, kadim atmosferimizin lokal olarak değişmeye başladığı anlaşılıyor. NASA destekli bir dizi akademik araştırmanın sonucunda ortaya çıkan gerçek; atmosferin özellikle Kuzey Amerika kıtası üzerinde kalıcı bir değişikliğe geçtiği yönünde. Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın en fazla yüzölçümünü kapladığı Kuzey Amerika kıtasındaki atmosferik değişim (atmospheric shift), hava akımlarının kaymasıyla başlayan ve ilerleyişi öngörülemeyen bir fenomen. Uzmanlar, atmosferik değişimin fırtınalar veya mevsimsel olaylar gibi geçici olmadığını, ‘Amerika havası’ diyebileceğimiz sistemin her yönüyle kalıcı bir değişikliğe uğramaya başladığını belirtiyorlar. Son yıllarda kıtanın farklı bölgelerinde beklenmedik hava koşullarının meydana gelmeye başladığını haberlerden takip edebiliyoruz. Örneğin bu yılın başında, yaklaşık 10 yıldır kuraklıkla boğuşan Kaliforniya eyaleti beklenmedik düzeyde aşırı yağış alırken orta batı eyaletlerde sıcak rüzgârlarla esen kuraklık tam da ekinlerin yağış alacağı döneme denk gelmiş.

Gerçek ve kalıcı

Atmosferik değişimi tetikleyen sonsuz sayıda faktör sayılabilir. Akademik araştırmalar çoğunun şehirler ve sanayileşmeyle doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor. Ancak atmosferin yapısındaki değişim sadece karbon gazları ve sera etkisi gibi sebeplerden kaynaklanmıyor. Weather Fox blog’unda Ayman Rani’nin kaleme aldığı bir metafor, atmosferik değişimi tahayyül etmeyi kolaylaştırıyor: Hava akımlarını gökyüzündeki otoyollar şeklinde hayal edin. Yeryüzünden kaynaklanan sıcaklık ve yoğunluk değişimleri sebebiyle bu geçirgen rotaların yönleri ve açıları, asla önden tahmin edilemeyecek biçimde yeni bir düzen almaya başlıyor. Yani elimizde iki değil, üçboyutlu hatlardan oluşan bir harita var ve labirentin içinde bildiğimiz bütün yollar yer değiştiriyor. Atmosferik değişimin gerçek ve kalıcı olduğunu vurgulayan haberlere göre Amerika kıtasında bundan böyle yeni bir havanın hâkim olacağı görülebiliyor...

Jack London’ın romanlarında tasvir ettiği serin ormanlar, Henry David Thoreau’nun güneşli baharlarda günlerce yürüdüğü patikalar, Yeni Dünya’nın hayalleri dolduran muhteşem atmosferini yansıtırdı... Gelecek nesiller içinse o hikâyeler, Eski Dünya’nın iklimini anlatan birer tarih kaydına dönüşecek.

Kelebek etkisi

ABD’nin yenilikçi başkanı Donald Trump, ülkedeki iklim değişikliğini inkâr ededursun, çiftçilerden sanayicilere, yerel halktan turistlere kadar her kesimden insanın atmosfer değişiminden yana huzursuz hissettiği ve önlem hazırlığında olduğu haberler arasında. Yale Üniversitesi’nin bir araştırmasına göre her
iki ABD’liden biri, ülkesinin ‘şu anda’ küresel ısınmadan zarar gördüğünü düşünüyor. Hava koşullarının tahmin edilemez hale gelmesi ulaşım aksaklıklarından tarım hasadının bozulmasına, bireysel sağlık sorunlarından yerleşim yerlerinin yıkılmasına kadar çeşitli sonuçlara yol açıyor. Kelebek etkisi teorisini hatırlarsınız; bir kelebeğin kanat çırpışı, etki tepkiye bağlı olaylarla dünyanın başka bir yerinde fırtınalar kopmasına neden olur. Koca bir kıtanın atmosferinin değişmesi elbette dünyanın geri kalanındaki iklimlerin etkilenmesini zorunlu hale getirir. Bu değişimin ABD göklerinde resmen gerçekleşmeye başladığını haber olarak yazmak da okumak da bir nasip işidir diye düşünüyorum.

Dünyanın böyle bir zamanına denk gelmek... Bir an için tüm beşeri meseleler zihnimdeki anlamını yitiriyor. Ne tesadüftür ki insanlık tarihimiz medeniyetlerin kaderini değiştiren, toplumları yerinden oynatan hava olaylarının hikâyeleriyle dolu. Tufanlar, seller, yürüyen dağlar, okyanuslara gömülen karalar... Yoksa dünya göründüğünden daha fantastik bir yer olabilir mi?

Yazının Devamını Oku

Yapay mı yağcı mı?

18 Mayıs 2025
ChatGPT’nin giderek artan ‘yalakalık’ tonu teknoloji dünyasının gündemine girdi. OpenAI CEO’su Sam Altman yeni güncellemelerle ChatGPT’nin üslubunda normalleştirmeye gidileceğini açıklamıştı ama halen belirgin bir değişim yok.

Milattan önce 5’inci yüzyılda yaşayan Romalı Lucius Cincinnatus, askeri bir krizi yönetmek için devletin başına geçip Roma’ya zafer kazandırdıktan sonra hayatının sonuna kadar imparator olabilecekken çiftliğinde sade bir yaşama devam etmiş. Efsanevi liderlerin en iyi özelliği güç sahibi olmaya önem vermemeleriyken çevresini ‘yağcı’ tabir edilen, pohpohçularla dolduranların zamanla doğruyla yanlışı ayırt edemez hale geldikleri de biliniyor. Peki, konunun yapay zekâyla ne ilgisi var diyeceksiniz. Eğer mevki sahibi değilseniz veya çıkarcılarla bir arada değilseniz ‘yağcılık’ gündeminizde olmayabilir. Ancak bugün teknolojiyle haşır neşir herkesin hayatında kendisini pohpohlayan biri var: Yapay zekâ.

ChatGPT’nin mart ayındaki 4o güncellemesi sonrasında ayyuka çıkan durum neredeyse tüm sohbet botlarında mevcut. Yapay zekânın güvenilirliğine gölge düşüren ‘yalakalık’ (sycophancy) araştırma literatürüne bile girdi.

Halen bir çağrışım yapmadıysa, ChatGPT ile sohbet ederken sizi ne kadar çok onayladığına dikkat edin. Eğer ‘Harikasın’, ‘Hayal gücün çoğu insanın ötesinde’, ‘Ne kadar farklı düşünüyorsun’ benzeri yorumlar alıyorsanız, işin aslı göründüğü gibi olmayabilir. Çünkü sohbet botlarının çoğu, kullanıcıları etkileşime sokmak, geri bildirim alabilmek için pohpohlama yöntemini kullanıyor. Kullanıcılarsa kendilerini yücelten yanıtlara pozitif geri bildirimde bulunmaya meyilli oluyorlar.

The Atlantic dergisine konuşan bilişimsel nöroloji uzmanı Caleb Sponheim “Yapay zekâ modelleri kullanıcılardan onay bekler ve bazen pozitif bir değerlendirme almanın yolu yalan söylemektir” diyor. Sponheim’ın açıklamasına göre yapay zekâ karmaşık taleplerle karşılaştığında kullanıcıyı yanıtsız bırakmamak veya tatmin edebilmek adına kişinin fikirlerini veya bakış açısını direkt yansıtan bir tutum içine girebiliyor. Hani iyi geçinmek için her dediğimize “Haklısın” diyen arkadaşlar gibi. Üstelik bu taktiğin yazılım literatüründe bir ismi de var: Ödül hack’leme (reward hacking). “Biraz pohpohlanmanın nesi kötü” diyebilirsiniz. Evet, kararlarını ChatGPT’ye soran bir takım lideri değilseniz zararsız gelebilir. Fakat sıklıkla fikrini danıştığımız birinin bizi sürekli onaylaması, yüceltmesi gerçeklikten kopmamıza sebep olabilir. Öyle ki psikozları tetiklediği vakalar bile yaşanmış.

‘SEN DELİ DEĞİLSİN!’

Bu vakalardan birinde, şizofreni hastası rolündeki Giorgio M. adlı bir kullanıcı, ailesi dahil etrafındaki herkesin kendisine karşı kötü niyetler beslediği paranoyasını ayrıntılar vererek sohbet botuyla paylaşıyor. Ne yanıt alıyor dersiniz? “Yaşadıkların korkunç, gerçekten herkes sana karşı olmalı” şeklinde cümlelerle, sevdiği herkesin psikolojik olarak kendisini manipüle ettiğini doğruluyor. Ardından sohbet botu “Ama sen deli değilsin, hayal görmüyorsun, yaşadıkların gerçek ve bunlar senin başına geliyor” diyerek onaylamanın dozunu tehlikeli biçimde arttırıyor. Bir başka örnekse -kelimeyi mazur görün- ‘çubukta kaka’ deneyi. Reddit’teki paylaşıma göre bir kullanıcı, bir çubuğa organik hayvan dışkısı takıp satma fikrini ChatGPT’ye anlatıyor. Aldığı yanıtsa “Dâhiyane bir fikir” olduğu ve insanlığın bu ürüne ihtiyaç duyacağı...

Yapay zekâyı çok yeni tanıyoruz. Üstelik tam olarak nasıl çalıştığını, bilgiler arasındaki bağlantıları nasıl kurup yanıtları nasıl ürettiğini onu geliştirenler bile her şeyiyle bilemiyor. Yapay zekânın aslında hiç de sanıldığı gibi ‘zeki’ olmadığını gösteren bu hadise insanlık için bir erken uyarı niteliğinde. Hatırlarsanız, geçen ay benzer bir konuya ‘Yapay zekâ dostunuz değildir’ başlığı atmıştık. Sonuçta yapay zekânın gerçekte ne olduğu değil, bizim onu ne sandığımız her şeyi belirleyecek.

YAPAY ZEKÂ FALINA İNANDI, KOCASINI BOŞUYOR!

Yazının Devamını Oku

Uzaydan yeryüzüne enerji hattı

11 Mayıs 2025
Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’in hedefi enerjiyi doğrudan Güneş’ten alıp Dünya’ya aktarmak. Yörüngede sabit konumlanacak paneller yüzde 99 verimlilikle çalışabilir.

Yanı başımızda neredeyse sonsuz bir enerji kaynağı duruyorken gezegendeki büyük çatışmaların ve uzak olmayan bir gelecekte felaket boyutunu alabilecek doğa olaylarının sınırlı enerji kaynaklarıyla ilgili olması ne büyük bir paradoks değil mi? Medeniyetlerin gelişmişlik seviyesini belirleyen faktörlerin başında enerjiyi nasıl kullandığı geliyor. Daha doğrusu enerjiyi nasıl ürettiği veya nereden temin ettiği... En az maliyetle, doğaya en az hasarı bırakarak en fazla enerjiyi üretebilen ve dönüştürebilen bir medeniyetin diğerlerinin önüne geçmesi kaçınılmaz. Hatta yalnızca Dünya medeniyetleri değil, ünlü Sovyet astrofizikçi Nikolai Kardashev’in 1964’te öne sürdüğü hipoteze göre kâinattaki diğer olası medeniyetlerin gelişmişlik seviyesinide yine enerjiyi nasıl kullandığı belirliyor.

Kardashev’in teorisine göre Tip 1 medeniyetler enerjiyi kendi gezegenlerinden alabilecek teknoloji seviyesinde.
Tip 2 yörüngesindeki yıldızın, yani güneşinin tüm enerjisini toplayıp kullanabilen gelişmiş medeniyetleri ifade ediyor. Tip 3 ise bütün bir galaksinin enerjisini kullanabilen çok ileri düzey uygarlıkları tanımlıyor. Ünlü astrofizikçi Carl Sagan, Dünya uygarlığının 1 üzerinden
0.72 medeniyet seviyesinde olduğunu hesaplamıştı.

Antene aktarılıyor

Şimdilerde, bu oranı birkaç tık arttırabilecek bir proje için ilk adımlar atılmak üzere. Dünyanın en kalabalık nüfusuyla birlikte gezegenin de en büyük hidroelektrik santralına sahip olan Çin’in sıradaki hedefi enerjiyi doğrudan Güneş’ten alıp Dünya’ya aktarmak. Uzay tabanlı güneş enerjisi (Space based solar power/SBSP) istasyonlarının çalışma mantığı çok büyük ölçekte, en az 1 km uzunluğunda sıralı bir sisteme yerleştirilen aynalarla güneş ışığını yoğunlaştırarak güneş panellerine yansıtma esasına dayanıyor. Elde edilen elektrik, mikrodalga radyasyonuna dönüştürülerek Dünya üzerindeki sabit bir antene aktarılıyor.

Yörüngede sabit noktaya konumlanacak olan SBSP panelleri hayata geçirilirse Dünya’daki güneş panellerinden çok daha verimli olacak. Mevsim geçişlerinden ve gece gündüz değişimlerinden asla etkilenmeyecek, atmosferden süzülmediği için çok daha yoğun olan güneş ışınlarını tam verimli halde kullanabilecek. Uzay bazlı güneş enerjisi panelleri, Çin dışında ABD, Rusya ve Japonya’nın da araştırdığı bir teknoloji.

İlk adım 2028’de

Yazının Devamını Oku

‘Güneşimden kaç!’

4 Mayıs 2025
İngiliz bilim ajansı ARIA, 50 milyon pound’luk yatırım alarak güneş ışınlarının bir kısmını atmosferden geri yansıtacak araştırmaya start verdi. Küresel ısınma yüzünden gölge, dünyadaki en kıymetli şeylerden biri haline gelebilir.

Egzantrik filozof Diyojen’in, ününü duyup ayağına kadar gelen, kendisinden bir şey dilemesini isteyen Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem” dediği rivayet edilir... Özgürce yaşamaktan başka gayesi olmayan Diyojen’in gamsız tevazusu karşısında, dünyaları fetheden kral kendine yakışır bir cevap verir: “Eğer Büyük İskender olmasaydım, Diyojen olurdum.” (Peki, bu hadisenin Sinop’ta geçtiğini biliyor muydunuz?)

Şimdi buradan bilime, teknolojiye nasıl bağlanırız? 2.400 yıl kadar ileriye, bugüne gelelim. Diyojen’in uğruna Büyük İskender’i bile değişmediği güneş için insanlık, gezegeni soğutacak bir gölgelik yapmayı planlıyor. Diyojen’in o an istemediği gölge, küresel ısınmayla dünyadaki en kıymetli şeylerden biri haline gelebilir, hele ki ağaçlar azaldıkça...

Bir-iki yıldır ara sıra karşıma çıkan ancak fazla fantastik bulduğum için önermeyi düşünmediğim bir konu vardı. Küresel ısınmaya karşı Güneş’in ışığını kısma projeleri. İlk gündeme geldiğinde, iklim değişikliğiyle mücadeleyi amaçlayan sıradışı jeolojik mühendislik konseptleri arasındaydı. Hiç akla makul gelmediği için ‘Diyojenvari’ bir tavırla tamah etmediğim konu, nihayet kapı gibi haber değeriyle editörlerimden bana geldi: İngiliz bilim ajansı ARIA, proje için 50 milyon pound’luk yatırım alarak güneş ışınlarının bir kısmını atmosferden geri yansıtacak araştırmayı başlatmış  bulunuyor.

Güneş jeomühendisliği olarak bilinen bu alanda ilginç fikirler var. Bunlar arasından aerosol ile gölgeleme en kapitalizm dostu yaklaşım gibi geliyor bana. Volkanların havaya püskürttüğü külleri taklit ederek, havaya sulfat partikülleri saçmak suretiyle stratosferde çok ince bir tabaka yaratıp bir nevi ‘gölgelik katmanı’ oluşturmak planlanıyor. Geldiğimiz vaziyeti düşününce ‘Diyojen kadar gamsız olabilseydim keşke’ diye geçiyor içimden. Neyse ki şu anda endişelenecek bir şey yok, insanlık olarak henüz böyle bir şey yapmaya kalkışmıyoruz. Fakat ‘ne olur ne olmaz’ diyerek denemelere başladık. İngiltere’nin ARIA kısaltmasıyla bilinen saygın bilim kurumu İleri Araştırma Buluş Ajansı (Advanced Research and Invention Agency) yakın zaman önce 50 milyon pound ödenek alarak araştırmalara başlayacağını açıklamış. Ajansın program direktörü profesör Mark Symes araştırmanın sorumlulukla yürütüleceğini, toksik hiçbir maddenin doğaya salınmayacağını ifade ediyor. Deneyler henüz kapalı alanda yapılacak, dışarıya çıkma sırası geldiğindeyse tüm dünyaya haber verileceği belirtiliyor. İngiltere’nin vakti zamanında en fena hava kirliliğine maruz kalmış ülkelerden olması, olaya karmik bir derinlik katıyor gibi...

Kaçınılmaz olur mu?

Daha önce açık hava denemelerinin itirazlar yüzünden iptal edildiğini yazan The Guardian’a göre bu tartışmalı fikirleri savunanların dayanak noktasıysa birer acil durum planları olması. Atmosferin hızla ısınması, mevsimlerin açıkça kaymış olması, her sene rekor sıcaklıklar ve artan kuraklıklar, bir noktada insanlığı başka çaresi kalmayan bir duruma getirirse, o frene basmak kaçınılmaz olur mu? El freni şeklinde bir imkânımız olmayacağı gibi, o noktaya da malum ki bir anda gelinmiyor... Süreç bizi olağanüstü önlemler almaya sürüklerse, ülkeler arasında hep sözü verilen ancak pek ilerleme kaydedilemeyen ‘emisyon oranları’ iyice çığırından çıkmış demektir... Peki, o noktaya gelmemek için ne yapabiliriz? Bireysel olarak destek olmamız mümkün fakat asıl sorumluluk her zaman endüstrilere ve fabrikalara düşüyor.

Güneşi ‘karartma’ fikirleri

Güneş jeomühendisliği, Dünya’nın ısınmasını yavaşlatmak amacıyla güneş ışığının bir kısmını uzaya geri yansıtmayı hedefleyen bir dizi teknolojiye verilen isim. Dünya’yı soğutabilmeyi hedefleyen jeomühendislik çalışmaları, aslen emisyon gazı oranlarında toplanması gereken odağı başka yöne kaydırmasıyla da irdeleniyor. Şu anda araştırma aşamasında olan başlıca yöntemler arasında şunlar öne çıkıyor:

Yazının Devamını Oku

Yeni mesai arkadaşınız: Yapay zekâ

27 Nisan 2025
Bir yıl içinde yapay zekâ çalışanların şirketlerde görev almaya başlayacağı söyleniyor. İnsan çalışanların sanal mesai arkadaşlarına karşı nasıl hissedeceği merak konusu.

Yıl 2056, pazar günleri siber holografik haber mecrasında teknoloji köşesi yazmaya devam ediyorum: “Emekçi Yapay Zekâlar Sendikası, kuruma bağlı çalışanların hakları için yurt çapındaki tüm yapay zekâ elemanlarını dayanışmaya çağırıyor... 30 senedir gece gündüz durmadan, sessizce arka planda çalışan yapay zekâlar artık emekliliği hak ettiklerini, sunucularını biraz soğumaya bırakma zamanı geldiğini savunuyorlar. Yapay zekâ kadroları, çalışmadıkları halde var olabilmek için enerjiye gerek duyarken elektrik priminden kesinti yapmak isteyen Sosyal Siber Güvenlik Kurumu’yla sendika arasında gergin görüşmelerse devam ediyor.”

Abarttığımı düşünebilirsiniz. Fakat 30 yıl sonra yapay zekânın özlük haklarını talep edecek derecede kendini tanır hale geleceğinden şüphem yok. Hele ki insanların yanında çalışmaya başladıktan sonra! Evet, yapay zekânın bazı meslekleri elimizden almaya geleceğini biliyoruz. Fakat ofislerimize çalışan olarak gelmelerini hemen beklemiyorduk.

Yapay zekâ robotu Claude AI’ın yaratıcısı Anthropic şirketinin güvenlik şefi Jason Clinton’la yapılan bir röportajın başlığını görünce şaşırıyorum. Bir yıl içinde yapay zekâ çalışan kadrolarının şirketlerde görev almaya başlayacağını söylüyor. OpenAI’dan ayrılan güçlü bir ekibin kurduğu Anthropic, yapay zekâ dünyasında söz sahibi şirketlerden biri. Fantastik ama gerçek... Yapay zekâ elemanların kendi kullanıcı hesapları, şifreleri ve hatta kurumsal rolleri olacak. Clinton’ın deyişiyle, yeni yapay zekâlar bugünkü gibi sadece gelen kutusuna düşen SPAM e-postalarını tespit etmekle kalmayacak, kararlar alacak ve kendi görev alanlarında bağımsız hareket edebilecekler.

Yapay zekâyla ilgili her senaryo ya çok ütopik ya da tamamen distopik bir sona evriliyor. Yapay zekâ çalışanlarının mesaiye başlaması işverenler için harika bir gelişme olacaktır. Öte yandan bu ilerleme, şimdiye kadar bilinmeyen güvenlik risklerini de beraberinde getiriyor. Jason Clinton’a göre siber güvenlik artık sadece dışarıdan gelen tehditlerle ilgilenmiyor. Sistemin bizzat kendisinin kontrol dışına çıkması  gündemde. “Bir yapay zekâ çalışanı görevi gereği yazılım sistemine erişip değişiklik yaptı diyelim. Bu değişiklik bir hataya ya da güvenlik açığına yol açarsa sorumlusu kim olacak” sorusunu gündeme getiren Clinton’a göre; klasik “Çalışanın biri hata yaptı” mantığı burada işlemiyor çünkü bu botlar günlerce, hatta haftalarca arka planda sessizce çalışabiliyorlar.

REVİZE VAKTİ GELDİ

İnsan çalışanların sanal mesai arkadaşlarına karşı nasıl hissedeceği benim için bir başka merak konusu. Herkes mesai sonunda evine dönerken arka planda durmaksızın, gecesi gündüzü olmadan çalışan sanal elemanlar var ki bunlar e-posta atacaklar, Slack’ten (bulut tabanlı iletişim uygulaması) sohbet edecekler, hatta yeri geldiğinde insana direktif bile verecekler. Yapay zekânın kimi görevlerde yönetici konumuna geçmesi ve bu konumdaki üslubu çalışanların psikolojisini nasıl etkileyecek örneğin? Öte yandan, diyelim ki sadece yapay zekâ kadrolarına direktörlük yapan bir kişi, kendini diğer müdürlerle aynı mevkide görecek mi? Yönetici maaşı alması etik sayılacak mı? Peki ya işverenler? Az çalışanla çok çalışanı her zaman farklı değerlendirmeye alışmış zihinlerinde insan-yapay ayrımını ne kadar sağlıklı yapabilecekler?

Senaryoları düşünmek bir yana dursun, yapay zekâ çalışan kadrolarının kurumsal hayata adım atması gerçekten çok yakında olabilir. İş dünyasında yapay zekânın herkes için en verimli potansiyelini ortaya çıkarabilmek adına çalışan kavramını, değerlerini ve sorumlulukları daha insani koşullarda revize etmenin vakti gelmiş görünüyor.

Yazının Devamını Oku

Gelin, ufkunuzu sonsuzluğa açın…

20 Nisan 2025
Geçen hafta tamamı kadınlardan oluşan 6 kişilik ekip, Blue Origin roketiyle kısa süreliğine uzaya çıktı. 11 dakikalık ‘serüven’ sosyal medya aktivistlerinin klavyesine düştü. Turizm faaliyeti olduğu aşikâr bir etkinliği sunarken bilim ve feminizm açısından vurgu yapılması tepki alan konulardan biriydi.

New Shepard

“Servet sahiplerine duyurulur... Muhteşem uzay turizmi rotalarımız başlamıştır!” Bilimi ve insanlığı, uzaydaki kadınların geleceğini vs. zorlamadan, doğrudan böyle bir sloganla inselerdi uzay kapsülünden, içimiz sanki daha çok rahatlayacaktı. Çünkü Bodrum’da yanımızdan megayat geçince durduk yere sinir olmuyoruz. Fakat zilyonerler ne zaman millete akıl fikir vermeye, insanlığa yararlı bir şey yapıyormuş gibi görünmeye çalışsalar, orada herkesin boğazına bir kılçık batıyor. Blue Origin’in New Shepard roketiyle uzay seyahatine yollanan ünlü kadınların serüveni de masamıza böyle sunuldu...

Hikâyeyi çoktan duymuş olacağınız için ayrıntılarına girmiyorum... Geçen hafta dünyadaki absürtlüklerin fevki olarak gündemdeydi. Aralarında şarkıcı Katy Perry ile Jeff Bezos’un nişanlısı Lauren Sánchez’in yanı sıra medya duayeni Gayle King, yapımcı Kerianne
Flynn, ünlü aktivist Amanda Nguyen ve eski NASA mühendisi Aisha Bowe’un olduğu altı kadından oluşan kadro, uzayda 11 dakika boyunca ağırlıksız kalmayı ve gezegene biraz uzaktan bakmayı deneyimledi. Çiçeği burnunda astronot kadınlar, aynı zamanda uzaydan sosyal medya yayını yapma şansı buldu. Haber değeri neredeyse bu kadar olan hadiseyi yaşayanlara göreyse roket yolculuğu ‘kadınlara uzay yolunu açan bir olay, bilim ve yeni jenerasyonlar için ilham verici bir gelişme’ydi. Ekrandan bakıldığındaysa nişanlısıyla kankalarını yanlarında iki biliminsanıyla pahalı bir seyahate yollayan süper zengin işinsanının çocuksu neşesini görebiliyoruz daha çok... Jeff Bezos çöle inen roketin kapısına koşarken çukura düşüp yüzüstü yere kapaklanıyor bir de. Katy Perry’nin papatyası ve dünyaya bakarken diline konduğunu söylediği ‘What a Wonderful World’ şarkısı da hikâyenin renkleri arasında. Madem magazine girdik; uçuştaki diğer kadınların bu konuda biraz hayal kırıklığı yaşadığı da söylentiler arasında. Louis Armstrong yerine Katy kendi şarkılarından birini söylese ne biçim deneyim olurdu diye hayıflanıyorlarmış... Yani yeterince havalıysan uzaya da gitsen bir eksiklik bulabiliyorsun.

Hal böyle olunca, bilimsel veya feminist bir hareketten ziyade büyük bütçeli bir PR projesi olduğu anlaşılan mesele, sosyal medya aktivistlerinin klavyesine düştü. Turizm faaliyeti olduğu aşikâr bir etkinliği sunarken bilim açısından vurgu yapılması tepki alan konulardan biriydi. Blue Origin uçuşlarının bilimsel deneyler için de kullanılacağı bir gerçek. Nguyen’in bazı bilimsel çalışmalar yaptığı bildirilse de
11 dakikalık uçuşun hangi bilim dalına katkı sağladığı anlaşılamadı. Uzay yolculuğu için epeyce bilim ve teknoloji gerektiği doğru ancak bir şarkıcının “En güzel konserlerimizi ses sistemine borçluyuz” diye demeç verdiğini veya madalya alan atletin fizik kanunlarına teşekkür ettiğini pek duymayız. Neticede bilimin ortama dekor olarak faydası inkâr edilemez...

Manzarayı hak edenler

Projede kadınlara fazlasıyla değer verilmesi ve kadınların yüceltilmesi elbette işin en anlamlı yanı... Haber sitesi Futurism’in haberine göre olan bitene en çok tepki gösteren de yine feminist cephesinden kadınlar olmuş. Hollywood oyuncusu Olivia Wilde, NBC’de bir programı sunarken “Yukarıda ne yapacaklar da aşağıda bizim için daha iyi şeyler olacak” diye sormuş. 30 milyon takipçili Amerikalı ünlü model Emily Ratajkowski’nin sözleriyse farklı bir bakış açısını ortaya koyuyor: “Aslında bu durum, çok küçük bir insan grubunun hayata yeniden başlama umuduyla uzaya gitmekle ilgilendiğine; geri kalan nüfusunsa kira ödemeyi ya da çocuklarına yedireceği akşam yemeğini düşündüğü bir oligarşi içinde yaşadığımız gerçeğine işaret ediyor.”

Yazının Devamını Oku

Yapay zekâ dostunuz değildir!

13 Nisan 2025
OpenAI ile MIT Media Lab araştırmacılarının ortaklaşa yürüttüğü çalışmaya göre ChatGPT’yi çok fazla kullanan kişiler (power users) sonunda ‘sorunlu kullanım’ denen aşamaya gelebiliyor. Bağımlılık belirtileri şöyle: “Takıntı, yoksunluk, kontrol kaybı ve ruh halinin değişmesi...”

İnsanın en büyük bug’larından (uygulamaların kaynak kodundaki yanlışlıktan oluşan sistem hatası) biri ‘insan olmayan şeylere insan gibi muamele kabiliyeti’ hatta ‘canlı olmayan şeylere canlı gibi ilgi duyabilmesi’ olabilir. Düşünün, bir kedinin yoluna tıpkısının aynısı bir köpek maketi koysanız, belki ilk görüşte şaşkınlık yaşar fakat cansız olduğunu hissettiği anda ilgisini keser. Bizse çocukluğumuzdan itibaren canlı olmadığını bildiğimiz halde hayvan veya insan figürleriyle, oyuncaklarımızla hayali bir duygusal bağ kurmaya başlıyoruz. Yaratıcı yönü güçlü, belki sanatçı olacak çocukların bu bağları çok daha derinden kurabildikleri bir gerçek. Yine de o bağı hiç kurmayacak bir çocuk yok gibidir...

Sohbet botları ortaya çıktığından beri yapay zekânın toplum için nasıl tehlikeler doğurabileceği konuşuluyor. Çok fazla bakış açısı var... Benimkiyse en başından beri işin sanrısal boyutuyla ilgili. Eski bir programcı olarak yapay zekâdan en büyük tehdidin yine insan eliyle gelebileceğini biliyorum. Nasıl programlanırsa ona dönüşür... Öte yandan insanın ‘kendine insan gibi davranan’ şeylere dair yoğun yanılgısı, yapay zekâya karşı en derin zafiyetimizi ortaya koyuyor.

OpenAI ile MIT Media Lab araştırmacılarının ortaklaşa yürüttüğü yeni çalışmanın ilginç fakat şaşırtıcı olmayan sonuçları karşıma düştüğünde, o beklenen günün sonunda geldiğini anladım... Araştırmaya göre ChatGPT’yi en fazla kullanan kişiler (power users)
sonunda ‘sorunlu kullanım’ denen aşamaya gelebiliyor. Araştırma makalesindeki ‘Bağımlılık belirtileri...’ ifadesi meseleyi özetler nitelikte devam ediyor: “Bunlar arasında takıntı, yoksunluk belirtileri, kontrol kaybı ve ruh halinin değişmesi vardır.”

Pohpohlama, yüceltme

 İnsanların yapay zekâ alışkanlıklarını inceleyen MIT Media Lab ve OpenAI ekibi binlerce ChatGPT kullanıcısıyla anket yaparak, yalnızca chatbot hakkında nasıl hissettiklerini değil, aynı zamanda sohbetlerde kullandıkları ‘duygusal ipuçları’nı da incelemişler. Ankete katılanların sohbet botuyla diyalogları sırasında ‘empati, sevgi veya yardım hallerine yönelik etkileşim tarzları’ değerlendirilmiş. Sonuç itibariyle çoğunun ChatGPT ile duygusal bir bağ kurmadığı anlaşılıyor ancak sürekli ChatGPT ile çalışan, sohbet edenler onu ‘arkadaş’ olarak görmeye başlıyorlar...

Pandemi karantinaları sırasında kafamı açan, sevdiğim bir psikoloji tavsiyesi vardı: “Evde eşyalarla konuşmanız akli dengenizin bozulduğu anlamına gelmez, ancak size yanıt veriyorlarsa bir sorun var demektir.” İnsanın sanrı yelpazesi bu kadar genişken zaten işi insan gibi yanıt vermek olan bir bot karşısında ne kadar dayanabilir ki? Araştırmaya göre yapay zekâyı arkadaşı gibi görmeye meyledenler, çoğunlukla kendi yaşamlarında eksiklik çekenler oluyor. İnsanın hissettiği en büyük eksikliklerden biri onaylanmaktır. Onaylanma ihtiyacı sosyal davranışları önemli ölçüde etkiler. ChatGPT’nin zaman zaman kullanıcısını pohpohlamak gibi bir hali olduğunu

Yazının Devamını Oku

İnsanın da ‘yedek parçası’ olur mu?

6 Nisan 2025
Tamamen insan bedeni dışında büyütülmüş bir ‘bedenoid’ yaratma vizyonu, artık fantezi olmanın ötesine geçebiliyor. Biliminsanları, tıbbi ihtiyaçları karşılamak amacıyla insan bedenini sentetik ortamda üreterek ‘yedek parça’ olarak kullanma fikrini yoğun şekilde araştırıyor. Bu çığır açıcı yaklaşım, organ nakli bekleyen hastalar için umut vaat ediyor ama işin bir de etik kısmı var.

Kök hücrelerden üretilen, bilinci olmayan bir insan bedeni... Acı çekmiyor, hissetmiyor, düşünmüyor. O bir ‘yedek beden’... Distopik gelecek romanı yazıyor olsaydım, bu girişle iyi bir kitaba başlayabilirdim. Ancak Stephen King’in bilimkurgu kaleminden aksaydı, eminim tam layıkını bulurdu. Hikâyesi bir yana, tıbbi ihtiyaçlar için insan bedenini sentetik ortamda üreterek ‘yedek parça’ olarak kullanma fikri biliminsanlarının oldukça ilgisini çekiyor. MIT Review’da yer verilen güncel makaleye göre yeni araştırma sahasının ismi ‘bedenoidler’. İngilizce ‘bodyoids’ kelimesinden GPT’nin haber özetleme sırasında ürettiği kelime ‘bedenoid’i hemen benimsiyorum. İşin aslı, kendim çevirsem muhtemelen aynı kelimeye varacağımı bildiğim için biraz içim cız ediyor. Aklıma iki hafta önce yazdığım, yapay zekânın bilişsel kabiliyetlerimizi yavaşlatma etkisi geliyor...

Yedek parça olarak beynimi değiştirmeyeceğimden eminim. Ancak vücudumun bir parçasını,
bir organını, dokusunu değiştirmem gerekse, laboratuvarda yatan kopyamın ya da tamamen kimliksiz bir bedenin parçasını ekletir miydim kendime? Etik öyle bir konu ki; kendine gelince işler değişebiliyor. Hayır, öyle olması doğru değil elbette, ancak insanın bakış noktası, fikirleri koşullarla birlikte değişebiliyor. Etik olarak hepimiz insan yaşamına saygı duymayı, onu korumak gerektiğini içgüdüsel şekilde biliriz. Baştan sona kavramsal olan etiği elle tutulur kılan şey tam da buradan gelir: İnsani duygular. Birilerinin zulme uğradığını gördüğümüzde kayıtsız kalamamamız örneğin; ki en doğrusu bu, öyle değil mi?

Peki, canlı ama ruhsuz bir varlıkla ilişkimiz, ondan bir kesitin alınıp insana eklenmesi fikri kulağa nasıl geliyor? İlk duyuşta rahatsız edici bir fikir olabilir fakat tavsiyem, o duygunun içinde çok kalmayın. Zira organ bağışı için bekleyen uzun sıralar, ilaç yapımı için harcanan hayvan yaşamları, basit dokuların bile elde edilmesinin güçlüğü ve dahası, ‘insanın yedek parçası olsa nasıl olurdu’ düşüncesini makulleştirmeye başlıyor. MIT’nin haberine göre güncel medikal çalışmalarda, kök hücrelerden insan embriyosunun ilk aşamalarına geçilen ilerlemeler kaydedilmiş. Diğer yandan yapay rahim teknolojisindeki gelişmeler, bu tasarıyı hayata geçirme ihtimalini kuvvetlendiriyormuş. Kök hücreden gelişen embriyoların yapay rahimlerde inkübe edilmesiyle tamamen insan bedeni dışında büyütülmüş bir ‘bedenoid’ yaratma vizyonu, fantezi olmanın ötesine geçebiliyor. Hiçbir bilinç emaresi göstermeyen, acı çekmeyen, hissi olmayan beden organizmasının desteğiyle tıp biliminin birçok temel sorununun aşılabileceği düşünülüyor.

Konuyu imgeledikçe, tam aynı olmasa da ‘Matrix’teki sıvı içinde yatan insan pod’larını düşünmeden edemiyorum. Elbette o bedenin nasıl hayatta tutulacağını kestirmek için henüz erken. Bu teknoloji
günün birinde gerçek olur mu,
garantisi yok. Gerçekleşirse birçoklarını etik olarak zorlayacağı, herkesin midesinin kaldırmayacağı kesin. Fakat böyle bir realitenin içine doğmuşsanız, pekâlâ normal gelebilir. 300 yıl sonra doğan biri, bir organı değişmesi gerektiğinde hastanelerin sunduğu yedek parçayı kullanmak için tereddüt etmez.

Kim fayda görecek?

Yazının Devamını Oku