Mart 2016’da gösterime giren ‘Batman V Superman: Adaletin Şafağı’nda fragman misali şöyle bir gözüküp, “Pek yakında aranızdayım” mesajı yollayan ‘Wonder Woman’, nihayet kendi öyküsünün hâkim olduğu filmiyle huzurlarımızda. ‘DC Comics’ üyesi bu ‘Kadın süper kahraman’, çizgi roman olarak ilk kez Ekim 1941’de varlığını hatırlatmıştı. Psikolog-yazar William Moulton Marston’ın yarattığı ‘Wonder Woman’ (ilk çizeri de Harry G. Peter’dı), 70’lerde bir televizyon dizisi olarak seyirci karşısına çıkmıştı. Bu haftadan itibaren tüm dünyada vizyona giren Patty Jenkins imzalı yapım ise namı diğer ‘Themyscira Prensesi Diana’nın ilk uzun metraj serüveni olarak tarihteki yerini alacak.
WONDER WOMAN
Yönetmen: Patty Jenkins
Oyuncular: Gal Gadot, Chris Pine, Lucy Davis, Ewen Bremner, Saïd Taghmaoui, Danny Huston, Elena Anaya, Robin Wright, Connie Nielsen, David Thewlis / ABD yapımı
Filmin öyküsü, bu tür serilerinin tüm ilk adımında olduğu gibi “Kahramanımız kimdir, kimlerdendir; nerden gelip nereye gitmektedir?” sorusunun açılımı niteliğinde. Küçükken, hayatı boyunca dünyayı kurtarmak için çabalayacağını düşündüğünü dillendiren bir kadın, kendisine yollanan eski bir fotoğrafın ardından geçmişe uzanıyor ve adeta hikâyesini görsel olarak izlemeye başlıyoruz. Themyscira adındaki adanın tek çocuğu olan Diana, annesi Kraliçe Hippolyta’nın muhalefetine rağmen teyzesi General Antiope’nin gayretleriyle muazzam bir savaşçı olarak yetiştiriliyor. Bu, dünyadan izole olmuş Amazon topluluğunun ‘mahremiyeti’ günün birinde yakınlara düşen küçük bir uçakla birlikte bozuluyor. İngiltere adına casusluk yapan Amerikalı pilot Steve Trevor, aslında bir anlamda filmin geçtiği zamanı da hatırlatıyor bize: Birinci Dünya Savaşı dönemi... Peşi sıra Trevor’la yuvasını terk ederek daha geniş sulara açılan, ‘süper’ güçleriyle de savaşı sonlandırmak için önce Londra’ya, sonra da cepheye yollanan bir kahramanın mücadelesini izliyoruz...
Hikâyesinin ana köklerini Yunan mitolojisinden alan (annesi, Diana’yı kilden yaratmış ve Zeus da ona hayat vermiştir) ‘Wonder Woman’da masum bir bakış açısının dünyanın kaotik gidişatı karşısında ayaklarının yere basmasını da gözlüyoruz. Bütün suçu Zeus’un oğlu ‘Savaş Tanrısı Ares’e yükleyen ve insan denen varlığın ‘kötücül’ yapısını göz ardı eden ama zamanla meselenin sac ayaklarına vâkıf olan Diana, bir anlamda düşe kalka büyüyor.
Kendi adıma konuşursam futbol denen büyüyle ilk tanıştığım sezonda (1973-74), lig 16 takımla oynanıyordu ve hem ‘Es Es’ hem de ‘Çotanaklar’ bu heyecanın parçası olan ekiplerdi. Üstelik henüz ortada ‘Trabzonspor mucizesi’ yoktu ve Kırmızı-Siyahlılar, ‘Anadolu devrimi’nin ayak seslerini en güçlü hissettiren camiaydı. Aradan geçen sürede ‘Karadeniz temsilcisi’ 1976-77 sezonunda veda ettiği 1. Lig’e (tabii ki şimdiki ‘Süper Lig’) bir daha dönemedi. ‘Kırmızı Şimşekler’ ise inişli çıkışlı bir grafik izledi; dört kez düştü, bu sezonki hedefi tekrar futbolumuzun en üst vitrinde yer almak.
DOĞUM GÜNÜ OLACAK
- Play-off eşleşmesinin ilk randevusu Giresun’da oynanmış ve karşılaşma adeta gol düellosu şeklinde geçerek 3-3 sonuçlanmıştı. Dünkü mücadele, iki takım için de finaldeki yerini ayırtma adına son şanstı. Ev sahibi maça hızlı başladı ve 9. dakikada Hürriyet Güçer’le golü buldu. İlk 45 dakikada oyunu daha çok Mustafa Denizli’nin öğrencileri domine etti; özelikle kazanılan üç serbest atışta farkı açmak için çabaladılar.
İkinci yarıya ise direklerden dönen iki top damga vurdu; önce 70’te Hasan Hüseyin Acar’ın ev sahibi, 77’de de Özgürcan Özgür’ün konuk takım adına iki önemli hamlesi, yan ve üst direkleri aşamadı. Altı dakikalık uzatmanın ardından da ‘Finalist’in adı netleşti: Eskişehirspor...
Bakalım ‘4 Haziran’ kimin için, bir anlamda ‘Doğum günü’ olacak?
Korsan filmleri’ Holly-wood’un ‘Altın çağları’ndaki en gözde türdü belki de. Dönemin yıldızları Douglas Fairbanks ve Errol Flynn’ın başrollerinde göründüğü yapımlar peşi sıra vizyona girerken seyirci, sinema denen büyünün zevkini bu bol kılıç şakırtıları eşliğindeki öykülerle çıkartıyordu. Ama iş ‘Modern zamanlar’a gelince ne korsanlara ne de kanca atacakları gemilere hayat hakkı vardı. Birkaç adım gişede hüsrana uğrayınca tür rafa kaldırılmıştı.
KARAYİP KORSANLARI: SALAZAR’IN İNTİKAMI
Yönetmenler: Joachim Ronning-Espen Sandberg
Oyuncular: Johnny Depp, Javier Bardem, Geoffrey Rush, Kaya Scodelario, Brenton Thwaites, Golshifteh Farahani,
Kevin McNally / ABD yapımı
2003 tarihli ‘Karayip Korsanları: Siyah İnci’nin Laneti’ bu açıdan önemli bir virajdı. Türü ayağa kaldırmış, yeni kuşakları adeta geçmişin karakterleri ve ruhuyla buluşturmuş ama öte yandan da gereksizce uzayan bir serinin kapısını aralamıştı.
Naçizane, ilk filme ilişkin eleştiri yazımda da altını çizmiştim: Bu serinin öncelikli teması ‘arayış’. Başta ana karakter
İçinde yer aldıkları toplumun dinamiklerine, ekonomik işleyişlerine, tanımlanan rol paylaşımlarına itiraz ettiler, baş kaldırdılar; onlar için tarihin en temel meselesi sınıf mücadelesiydi, bunu kendilerine dert edindiler ve hayatları boyunca yazıp çizdikleri, konuştukları her metinde, her platformda, her eylemde mücadelesini verdiler.
GENÇ KARL MARX
Yönetmen: Raoul Peck
Oyuncular: August Diehl, Stefan Konarske, Vicky Krieps, Hannah Steele, Olivier Gourmet, Alexander Scheer
Almanya-Fransa-Belçika ortak yapımı
Karl Heinrich Marx ve Friedrich Engels’ten bahsediyoruz; bir ütopyayı koca bir insanlık tarihinin en büyük hedeflerinden biri haline getiren ve hayalden gerçeğe dönüştürme yolunda adımlar atan, tanımlı çizgilere kavuşturan iki önemli filozoftan, iki sıkı dosttan...
‘Genç Karl Marx’
Eğer dağıtılmazlarsa seneye iş yaparlar diyeceğim ama kadronun çoğu yabancı (Daha doğrusu Brezilyalı) olduğundan seneye TFF 1. Lig’de bir kısmıyla yollarını ayırmak zorunda kalacaklar.
Ersun Yanal da ligin dibindeki rakiplerinin bu potansiyelinin farkında olsa gerek takımını temkinli oynattı. Avrupa kupalarına katılma yolunda mutlak 3 puana ihtiyaç duyan bordo mavililer dün vasatı aşamadı.
Tamam, Trabzonspor rakip yarı sahada daha çok görünen, meşin yuvarlağa daha çok sahip olan taraftı ancak bunun nedeni Karadeniz ekibinin sürekli kısa paslarla orta sahada mekik dokuması yahut sürekli yana top yapmasıydı. İş topu ileri taşımaya gelince çok daha başarılı oldukları söylenemezdi! Bu konuda sadece Olcay Şahan farkını gösterdi ve sağ kanattan yaptığı uzun ortalarda Adana savunmasını epey zorladı.
Naçizane, Ridley Scott’ın kendi yarattığı ‘Yaratık’ (‘Alien’) evrenine yıllar sonra dönüş niteliğindeki ‘Prometheus’a ilişkin eleştirimin başlığı ‘Bu gemi nereye, nereye gider?’di. Söz konusu yapımın devamı niteliğindeki ‘Yaratık: Covenant’ta (‘Alien: Covenant’) da aynı soru mevcudiyetini koruyor diyebiliriz.
YARATIK: COVENANT
Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Michael Fassbender, Katherine Waterston, Danny McBride, Billy Crudup, Carmen Ejogo, Demian Bichir, Callie
Hernandez / ABD-Avustralya-Yeni Zelanda-İngiltere ortak yapımı
1979 tarihli ilk adım hem bilimkurgu sinemasının en muhteşem yapıtlarından biriydi hem de genç bir yönetmenin, ikinci uzun metrajında ne kadar büyük bir yetenek olduğunun göstergesiydi.
Zaman, İngiliz yönetmenden yana işledi; sinema tarihinde yer eden çok sayıda filme imza attı. Ama bence ‘Yaratık’ başyapıtı olarak hep o özel yerini korudu. Scott, 2012’de ilk göz ağrısına geri döndü ve
Televizyonun evlere tam olarak nüfuz etmediği yıllardı. Ekranla buluşma yerimiz, mahallemizin küçük kahvesiydi. Yazılı olmayan bir anlaşma vardı kahvenin sahibiyle mahallenin minikleri arasında; ön sıra her daim onlara ayrılmıştı, karşılığında da her gece ‘Kapanış’tan sonra boşların ve sandalyelerin toplanmasına yardım edilecekti. Kız kardeşimle birlikte bu anlaşmanın en sadık neferleriydik. ‘Kaptan Cousteau’yu işte bu dönemde tanımıştım. ‘Rahmetli’ pederin “Hadi artık yemek vakti” çağrılarına, “Kaptan Cousteau bitsin, geliyoruz” diye cevap verdiğimi hatırlarım.
DERİNLİKLERE YOLCULUK
Yönetmen: Jérôme Salle
Oyuncular: Lambert Wilson, Audey Tautou, Pierre Niney, Laurent Lucas, Vincent Heneine, Benjamin Lavernhe, Chloe Hirschman / Fransa yapımı
Emektar Fransız deniz araştırmacısı işte böyle bir ortamda hayatımıza girdi... ‘Belgesel’ denen türün varlığını, Jac- ques-Yves Cousteau ve gemisi Calypso sayesinde tanıdık. TRT’nin tek kanal olduğu, bütün toplumu kapsayıcı bir refleksle hareket ettiği zamanlardı ve hepimiz ‘Gargantua’ misali önümüze koyduğu her şeyi büyük bir iştahla zihnimizde eritiyorduk. Şimdiden bakıldığında, o uzak geçmişte “Belgesel ve kültür sanat programları izlerim” ifadesinin gerçekten karşılığı vardı ve bu cümledeki ‘Belgesel’ ifadesi, adeta Kaptan Cousteau özelinde, ‘Yaşayan Deniz’ Türkçe çevirisiyle huzurlarımıza gelen programlarda ete kemiğe bürünmüştü.
Bu haftanın yenilerinden
Ah şu galaksi... Kurtarmayan kaldı mı? Hele de ‘Marvel evreni’nin üyeleri... Defalarca hem Dünya’yı hem de galaksiyi kurtardılar, var olan düzenin sürmesini sağladılar. ‘Beş benzemez’den oluşan ve kendilerine ‘Galaksinin Koruyucuları’ (‘Guardians of the Galaxy’) adını veren ‘Marvel ailesi’nin az bilinen grubu ise, Ağustos 2014’te beyazperdeye gölgesini aksettirdiğinde farklı bir esintinin de tarifine soyunmuşlardı. ‘Star-Lord’ namıyla sahaya çıkan Quill’le aralarında ‘resmiyet’e dökülmemiş bir gönül ilişkisi olduğu belli ‘Gamora’, rakun ‘Rocket’, ağacımsı ‘Groot’ ve ‘Yokedici’ Drax’ten oluşan ekibin oluşma sürecini ve evrenin kötülerinden Ronan’a karşı verdikleri mücadeleyi anlatan film, türünün kayda değer örneklerinden biri olarak hatıralarımızdaki yerini almıştı. ‘Galaksinin Koruyucuları’, genellikle vasat çalışmalara imza atmış olan yazar-yönetmen James Gunn’ın kariyerindeki en iyi işti ve göndermeleri, zekice esprileri, hınzırca yazılmış diyalogları, ‘walkman sevgisi’ ve sountrack’indeki şarkılarla 80’lere selam gönderen tavrıyla gönlümüzü kazanıyordu.
GALAKSİNİN KORUYUCULARI 2
Yönetmen: James Gunn
Oyuncular: Chris Pratt, Zoe Saldana, Kurt Russell, Dave Bautista, Bradley Cooper (‘Rocket’ın sesi), Vin Diesel (minik Groot’un sesi), Michael Rooker, Karen Gillan, Pom Klementieff, Elizabeth Debicki, Sylvester Stallone ABD yapımı
Malum, ‘Seriler çağı’ndayız. Sinemadaki her bir adımın neredeyse devamının gelme olasılığı yüksek. Ki ‘Galaksinin Koruyucuları’ zaten daha ilk filmde elini belli etmiş ve “Devamı gelecek” mesajını vermişti. Bu hafta itibariyle vizyona giren ikinci hamlede (yönetmen yine James Gunn) Quill, kim olduğunu merak ettiği babasını nihayet buluyor (daha doğrusu babası Ego, oğlunu buluyor). Gamora kız kardeşi Nebula’yla didişiyor; Drax, Ego’nun asistanı Mantis’e ilgi duyuyor. Yani bir nevi özel hayatlar ön planda (ve de bu bağlamda Freudyen okumalar)... Ekibin ‘aile’ olma isteği, birbirlerine kenetlenme çabaları ve dayanışma ruhu da öne çıkan diğer temalardan.
Filmin yıldızı babasının aziz hatırasını yaşatan minik Groot.