Sonuçlar ve zaman Tudor’ı ferahlatacaktır. Güvenini de artıracaktır. Bu gidişatla en azından ilk devreyi garantiledi. Ama G.Saray geleneğinde şampiyon hoca bile gönderilmiştir (Lucescu).
Hangi Atiba’yı diye karşı soru sorarım ben de! Söz konusu olan geçen sezon sakatlık yaşana kadarki Atiba ise o her yerde her zaman aranır. Ama son dönemlerdeki ise, “Hayır” arayan soran olmadı!
2.SORU: Güneş, Negredo’yu yine 11’de başlatmadı.
Bu bir Güneş geleneği. Gelene hemen “Buyur al formayı” demez. “Geç otur, biraz dinlen hele” der. Ama Cenk sezona iyi girdi ve Negredo onun kesik yemesinin nedeni olmaz.
3.SORU: Quaresma’nın her maç tepkilerine ne diyeceksiniz?
Bu davranışlar hocasını zor duruma düşürür. Şenol Güneş, her maç “Acaba bir tepki verecek mi” diye boş yere gerilecek. Hırsı dışarıya ‘sorun’ olarak yansıyor.
Sıkıcılık iyidir...” Peki ama hangi meslekte? Haftanın yenilerinden ‘Belalı Tanık’a göre ‘Bodyguard’lıkta... Müşterinizin, kendi görev ve yetki alanınız dışına kadar hayatta kalmasını başarıyorsanız, varsın yaprak kımıldamasın, varsın her şey rutin denkleminde aksın, varsın her şey sıkıcı olsun... Mesleki tanımındaki en yüksek sertifika olan ‘AAA’ lisansına sahip Michael Bryce, müşterisi Japon işadamı Bay Kurosawa’yı Londra seyahati dönüşü uçağına uğurlarken işinin ‘sıkıcı olmayan’ yönüyle yüz yüze geliyor. Bu durum hem kariyer basamaklarından hızla aşağı düşmesine hem de kız arkadaşı Amelia Roussel’i kaybetmesine neden oluyor...
BELALI TANIK
Yönetmen: Julian Rosefeldt
Oyuncular: Ryan Reynolds, Samuel L. Jackson, Elodie Young, Salma Hayek, Gary Oldman, Richard E. Grant, Yuri Kolokolnikov / ABD yapımı
İki yıl sonra ise hayat önüne yeni bir fırsat sunuyor: Belaruslu diktatör Vladislav Dukhovich’in Lahey’deki ‘Divan’da savaş suçlusu ilan edilebilmesi için gereken tanığı mahkemeye sağ salim getirebilmek. Bu görev de ona, Interpol’de çalışan eski kız arkadaşı Amelia’nın ricasıyla ‘tesadüfen’ veriliyor. Bir başka tesadüf de tanığın, çok ünlü bir ‘tetikçi’ olan Darius Kincaid olmasıdır...
‘Belalı Tanık’ (
Sneijder bu dinamik takımın aklı olabilirdi. Belki de bu takımın enerjisi ve açlığı, onun birikimi ve yetenekleriyle birleştiğinde ortaya bambaşka bir ruh ve estetik çıkacaktı. Tudor’un takımı Sneijder acısını, taraftara unutturmak için hep kazanmak durumunda sanki. Yoksa hem Sneijder, hem Terim akla gelecek...
Şöyle bir ilginçlik vardı sanki: Beşiktaş maça geçen sezonki kadrosundan tek bir farklı isimle, Pepe’yle başladı. O da gol perdesini açan isim oldu.
2.SORU: Maçın kalitesi hakkında ne söylenebilir?
Dün seyirci yoktu, maçın tadı tuzu ve de kalitesi de yok. Cüneyt Çakır da ‘Hakemler formsuz başladı’ görüşünü destekleyecek görüntüdeydi.
3.SORU:Ya konuk Antalyaspor cephesi?
Kimi pozisyonlarda son hareket becerisinden yoksundular (Buna son dakikalarda Fabri’ye takılan Eto’o da dahildi). Oyunu tutarak 2. yarıda açılacak gibiydiler ama Pepe hesapları bozdu.
Malum, sinema bazen sizi farklı yolculuklara davet eder. Bu tür serüvenlerde ezber bozan, yapı yıkan, yeniden tanımlayan, hatırlatan, dalgasını geçen, kıymetini takdir eden ya da tamamen reddeden reflekslere rastlamanız doğaldır. Ki genel bir parantez dahilinde sanatın özü de budur. Bazen geleneksel bazen gelenek dışı, bazen uyumlu bazen devrimci, anarşist... Haftanın yenilerinden ‘Manifesto’, tonları sert çizgilerde gezinmese de böylesi bir hal ve gidişatın ifadesi.
Hayat serüveni boyunca mimarlık, video art, enstalasyon ve de sinema gibi dallarla haşır neşir olmuş, ürün vermiş ve geriye, kendince bir ses ve ruh bırakmaya çalışmış 1965 Münih doğumlu Julian Rosefeldt, önce video art olarak gerçekleştirdiği projesini daha sonra sinemaya taşımış. ‘Manifesto’ adlı bu adım, girişte kısaca altını çizdiğimiz genel resmin sınırları dahilinde gezinen bir çalışma. Cate Blanchett’ın 13 farklı karakteri canlandırdığı yapım, kuşkusuz deneysel bir çaba.
Malum her şey Karl Marx ve Friedrich Engels’in ‘Komünist Manifesto’suyla başladı. Peşi sıra sanatta da benzer şekilde gidişatı sarsmak, farklı yolların tarifine soyunmak, var olan düzeni değiştirmek isteyenler de kendi dertlerini hep ‘Manifesto’larıyla ifade ettiler. Rosefeldt ‘Manifesto’da sanat tarihinin yolculuğunu bir anlamda kendince harmanlamak ve kurgusal bir hamleyle peliküle dökmek istemiş. Film boyunca alt metinler ‘Minimalizm’, ‘Sürrealizm’, ‘Dadaizm’, ‘Fütürizm’, ‘Dogma’ gibi sanatsal akımlara uğruyor, ön planda da Cate Blanchett’ın canlandırdığı karakterler bu akımların hayattaki yansımaları olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bu yansımalar kuru öyküler ya da bildik akışlarla huzurumuza gelmiyor. Aksine her karakter son derece absürd bir tablonun içinde (ki benim bu filmde en çok beğendiğim yan da bu oldu) sunuluyor: Bir cenaze töreninde, bir yemek masasının etrafında muhafazakâr bir annenin ettiği duada, TV’de bir haber programı sırasındaki canlı yayın esnasında, bir sınıfta öğretim sırasında, ‘rocker’ların kendilerince takılmasında ya da bir Rus koreografın provalara öncülük etmesinde vs. vs... Rosefeldt, bütün bu bölümleri sarkmadan, akışlarını bozmadan, el attığı sulara olan sevgisini ve saygısını göstererek ama sarkastik, yer yer ti’ye alan refleksler dahilinde perdeye yansıtırken genel bir bütünlüğe ulaşmayı da başarıyor.
Malum, sinema için en bereketli kaynaklardan biridir Stephen King. ‘The Shining’den ‘Misery’ye, ‘Yeşil Yol’dan ‘Esaretin Bedeli’ne, ‘Carrie’den ‘Hayvan Mezarlığı’na, ‘Christine’den ‘Cujo’ya onca unutulmaz filmin ardında onun güçlü kalemi ve kendine özgü dünyası vardır. ‘Kara Kule’ (‘The Dark Tower’) ise King’in bir anlamda çizgi roman ve sinemadan ödünç alarak yarattığı evrenin ifadesidir. Sekiz kitaptan oluşan serinin ana karakteri ‘Silahşor’ Roland Deschain, aslında Sergio Leone’nin ‘spaghetti western’lerinde Clint Eastwood’un canlandırdığı karakterlerin bileşimidir.
Kara Kule
Yönetmen: Nikolaj Arsel
Oyuncular: Idris Elba, Tom Taylor. Matthew McConaughey, Katheryn Winnick, Jackie Earle Haley, Abbey Lee, Dennis Haysbert, Nicholas Hamilton
ABD yapımı
12 paralel dünyanın bulunduğu bir sistemde (başka bir ‘Orta Dünya’) geçer Roland’ın serüvenleri. ‘Silahşor’un hedefi bütün bu sistemin merkezi konumundaki ‘Kara Kule’yi bulmaktır. Kahramanın, bu amaç doğrultusundaki arayışında aşk(lar)ını, babası ve annesiyle olan ilişkilerini, tuhaf yaratıklara, sistemin kötülerine karşı verdiği mücadeleyi, ‘kader’ arkadaşlarını (seri boyunca onlara ‘ka-tet’ deniyor) okuruz, gözleriz...
Gönül telimizi titretemiyor
Luc Besson cepten yemeye devam ediyor. Malum, ‘Yeraltı’, ‘Derinlik Sarhoşluğu’, ‘Nikita’, ‘Leon’ derken bir zamanlar, Fransız sinemasına farklı bir soluk getirmişti. ‘Beşinci Element’in ardından nefesi kesildi; geriye doğru giden bir yönetmenlik kariyeri, gişeye yönelik vasat filmlere yapımcılık derken ‘hatıralarda yaşayanlar’ arasında yerini aldı. Her yeni hamlesinde, “Acaba bu kez” duygusuyla beklenti içine girenler de salonu eli boş terk etti; son çalışması ‘Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu’ (‘Valerian and the City of a Thousand Planets’) dolayısıyla bu tablo devam edecek gibi...
VALERİAN VE BİN GEZEGEN İMPARATORLUĞU
Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Dane DeHaan, Cara Delevingne, Clive Owen, Rihanna, Ethan Hawke, Herbie Hancock, Nutger Hauer, Alain Chabat
Fransa yapımı
Film, Fransız yazar-çizer ikilisi Pierre Christin ve Jean-Claude Mézières’nin yarattığı ve 1967’den 2010’a kadar yayını süren ‘Valérian et Laureline’ adlı çizgi roman serisinin üçüncü macerasının sinema uyarlaması. Önce kısaca öykü diyelim: