Terrence Malick’in ‘anti-militarist’ başyapıtı ‘İnce Kırmızı Hat’taki (‘The Thin Red Line’) çok karakterli yapı içinde en çok öne çıkan isim olan ‘Er Witt’ (Jim Caviezel canlandırıyordu), cehennemi ortamda bir tür delilik haliyle kendi cennetini yaratmıştı. Onun kayıtsızlığını, çizgiyi geçme halini ve ruhiyatını yüzünden okuyabilirdiniz. ‘Dunkirk’ün son derece huzur veren başlangıç sahnesinde Nazilerin gökten yağan ‘Teslim olun’ çağrısı içeren el ilanlarının ardından başlayan yoğun ateşte, arkadaşlarını birer birer kaybeden Tommy’nin suretinde de Witt’in sakinliğini ve ‘Kıyamet’ tasviri içindeki iç huzurunun yansımalarını bulmak mümkün. Chris- topher Nolan’ın bu son filmi ilk yarım saatinde (belki 45 dakika da denilebilir) sanki Malick’in başyapıtıyla aynı ruh ve beden koridorlarında dolaşıyor gibi. Lakin filmin adını aldığı ‘Dunkirk Tahliyesi’ (ya da bilinen tarihsel adıyla ‘Domino Operasyonu’) gerçek olaylara dayandığı için Nolan, Malick’in kurgusal hareket etme alanından ayrılıyor ve İngiltere tarihi için kâğıt üzerinde ‘yenilgi’ ama genel resim içinde ‘zafer’ olarak adlandırılan sürece ‘gerçekçilik’ bağlamında odaklanıyor.
DUNKIRK
Yönetmen: Christopher Nolan
Oyuncular: Fionn Whitehead, Damien Bonnard, Aneurin Barnard, Harry Styles, Kenneth Branagah, Cillian Murphy, Tom Hardy, Lee Amstrong, James Bloor, Barry Keoghan, Mark Rylence
Hollanda-İngiltere-Fransa-ABD ortak yapımı
Tarihi veriler meseleye ilişkin şunları söylüyor: İkinci Dünya Savaşı’nın başında Fransa’nın Dunkirk kıyılarında Büyük Britanya, Fransa ve Belçika ordularından oluşan yaklaşık 400 bin kişilik askeri topluluk, Nazilerin hedefindeydi. 26 Mayıs-3 Haziran 1940 tarihleri arasında gerçekleştirilen dokuz günlük operasyonla 338.226 asker kurtarıldı, 68.111 asker de ölü, kayıp ve esir olarak tarihe geçti. Winston Churchill, ünlü deklarasyonunda “Tahliyeyle zafer kazanılmaz” diyordu ama bu hamle savaşın seyrini değiştirmiş, ‘Müttefikler’e dayanma ve dayanışma gücü aşılamıştı. Peki avantajlı taraf olan Naziler niye bu tahliyeye izin vermişti? ‘Dur’ emri Hitler’den gelmişti ama kimi tarihçiler Himmler’in, kimileri de Amiral Gerd von Rundstedt’in bu emri verdirdiğini söylüyor. Almanlar tahliyenin kısa zamanda gerçekleştirileceğine inanmamışlar ve tanklarını, havadan kolayca hareket ederek yok edecekleri ‘düşman’ için sahaya sürmemişlerdi.
Fransız yazar Pierre Boulle’nin çok tutmuş romanı ‘La planete des singes’den yapılan 1968 tarihli uyarlama, sinema tarihinin en ilginç yapımlarından biri olarak hafızalarda yer ediyordu. Bizde ‘Maymunlar Cehennemi’ olarak bilinen ‘Planet of the Apes’, yaşlı Dünya’daki güç dengelerinin, ‘Evrim Teorisi’ açısından ‘atalarımız’ kabul edilen grubun lehine değiştiğine dair distopik bir filmdi. Sonradan devamları çekilse de ilkinin yerini tutmadı; Franklin J. Schaffner’ın söz konusu yapıtı, çok uzun bir süredir ‘klasik’ statüsünde.
MAYMUNLAR CEHENNEMİ: SAVAŞ
Yönetmen: Matt Reeves
Oyuncular: Andy Sarkis, Woody Harrelson, Steve Zahn, Karin Konoval, Amiah Miller, Judy Greer, Toby Kebbell, Terry Notary
ABD yapımı
Lakin sinema hem dinamik hem de çaresiz bir sanat. Ya dön dolaş aynı şeyleri anlatıyor ya da hikâyelerin en başına giderek farklı mecralara açılırmış gibi yaparken aslında aynı suda defalarca yıkanmanın değişik formüllerini üretiyor. Bu furyadan ‘Maymunlar Cehennemi’nin de nasibini almaması düşünülemezdi; nitekim 2011’de hikâye başa sarıldı ve 1968’deki noktaya nasıl gelindiğine dair yeni bir serinin peşine takıldık. Önce ‘Başlangıç’la (‘Rise of the Planet of the Apes’), “Atalarımız nasıl oldu da dillendi?”nin cevabını öğrendik. Sonrasında 2014’teki ‘Şafak Vakti’nde (‘Dawn of the Planet of the Apes’) yol ayrımına nasıl gidildiğini, ‘kutuplaşma’nın nerede başladığını ve hangi noktalara taşındığını izledik. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş’la (‘War for the Planet of the Apes’) da artık ‘Dönülmez akşamın ufkunda’ dolaşıyoruz...
Yeni serinin ilkini
Pardon da her kuşağın bir kahramanı yok muydu? Peki öyleyse Sam Raimi’nin serisinin ilk filmi baz alındığında, 2002’den bu yana izlediğimiz altıncı ‘Örümcek Adam’ filmine ve üçüncü seriye ne demeli? 15 yıl ve dön dolaş aynı dert: Peter Parker denilen Queens’li genç, nasıl oldu da ‘ağ işi’ne girdi?
Evet, Stan Lee’nin, Steve Ditko’yla birlikte 1962’de yarattığı karakter Raimi’nin üç, daha sonra da Marc Webb’in iki (pardon onunki farklıydı, ‘İnanılmaz Örümcek Adam’dı!) filmlik serilerinin ardından şimdi ‘2017 model’ versiyonuyla huzurlarımızda. Bu kez kamera arkasına kimi TV dizilerini yönetmiş, uzun metrajda da ‘Clown’ ve ‘Cop Car’ adlı iki filme imza atmış Jon Watts geçmiş.
‘Örümcek Adam: Eve Dönüş’ (‘Spider-Man: Homecoming’) adını taşıyan bu son hamlede Peter Parker’ın bir ‘ergen’ olarak yaşadıklarını izliyoruz. Watts’ın filmi aynı zamanda ‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’ndaki (‘Captain America: Civil War’) bir parantezin açılımı sanki. ‘Marvel şürekâsı’nın kutuplaşmasını ve eski dostların düşmana dönüşmesini anlatan yapımda ‘Örümcek Adam’ genç bir yetenek olarak şöyle bir görünüyor ama (o zaman da yazmıştım) ergen esprileri bir noktadan sonra sıkıyordu. ‘Eve Dönüş’, işte o genç delikanlının ev ve okul yaşantısından kesitler eşliğinde nasıl bir hayatı olduğuna ve küçük çaplı işlerden şehri kurtaran kahraman vasfına hangi hamlelerle yükseldiğine, en önemlisi de arkasındaki gücün (yani ‘Iron Man’) kanatları altından kurtulup ‘kendi ağları’yla uçmayı öğrendiğine odaklanıyor.
133 dakikalık süreyi böyle özetlemek mümkün. Biraz daha açarsak ‘Eve Dönüş’te sınıfın zeki öğrencisi Parker’ın, yer aldığı ‘Akademik Dekatlon’ ekibinden Liz’e duyduğu aşka, okuldaki en yakın arkadaşı Ned’in ‘Örümcek Adam’ sırrına vâkıf oluşunu, Tony Stark, namıdiğer ‘Iron Man’in ondaki cevheri işleme çabalarına, hamisi konumundaki Happy Hogan’la atışmalarına ve de en önemlisi öykünün kötü karakteri Adrian Toomes’la (ya da ‘iş hayatı’ndaki adıyla ‘Vulture’/‘Akbaba’) mücadelesine tanıklık ediyoruz.
Filmin ‘kötü adam’ında Michael Keaton’ı izliyoruz.
Peki Ben Amca ve ‘Büyük güç’ nerde?
Film tüm bu ara güzergâhlarda turunu tamamladıktan sonra ‘Dünyanın en yüksek dikilitaşı’ (169.35 m) unvanlı Washington Anıtı’ndaki kurtarma sahnesi ve Stark Şirketi’nin nakil uçağındaki aksiyon en akılda kalıcı bölümler olarak göze (ve zihne) çarpıyor (filmdeki bir başka aksiyon cephesi olan feribot sahnelerinden pek etkilendiğimi söyleyemem).
Korku-gerilim sinemasının trükleriyle dalga geçen ‘Shaun of the Dead’ ve ‘Hot Fuzz’ gibi yapıtlarıyla tanıdığımız İngiliz yazar-yönetmen Edgar Wright, son adımı ‘Tam Gaz’da (‘Baby Driver’), bu kez suç mahallerinde dolaşıyor. Yine yer yer komik ama asıl olarak göndermeler, referanslar ve ‘saygı duruşu’yla süslü bir filmle...
TAM GAZ
Yönetmen: Edgar Wright
Oyuncular: Ansel Elgort, Lily James, Jon Hamm, Kevin Spacey, Eiza González, Jamie Foxx, Jon Bernthal, Hudson Meek, Brogan Hall, Allison King
İngiltere-ABD ortak yapımı
Öyküyü kısaca özetlersek: ‘Baby’, soygunlarda ekibin kaçış anında devreye giren bir tür ‘erkete’ şofördür. Görevi ‘saz arkadaşları’nı, olay mahallinden en kısa zamanda sağ salim uzaklaştırmaktır. Çok gençtir, içine kapanıktır, pek konuşmaz ve soygun eyleminin en başından (planın anlatımından yani) sonuna kadar kulaklıklarını takar ve sürekli müzik dinler. Her seferinde farklı kişilerle soyguna girer ama patronu tektir; ‘Doc’ adlı bilgece kişi... ‘Baby’, bir soygun arası gönlünü garson bir kıza, Debora’ya kaptırır. Onu çeken ilk şey ise genç kızın dilindeki ‘B-A-B-Y’ şarkısıdır... Aşkı, ona bambaşka kapıların varlığını hatırlatır ve son bir işle kariyerine nokta koymaya karar verir. Ve fakat...
FAZLA ‘EKLEKTİK’ BİR YAPI
adem bir serinin beşinci adımıyla karşı karşıyayız, önce ‘çıkan kısmın özeti’ diyelim: Efendim, vakti zamanında uzaydan devasa robotlar gelmiştir ve bunların çoğu TIR suretinde, bazıları da spor araba formundadır. İnsanların tarafında yer alanlara ‘Autobots’, derdi Dünya’yı ele geçirmek olanlara ise ‘Decepticons’ denmektedir. Yönetmenliği Michael Bay’in üstlendiği ‘Transformers’ serisinde bana sorarsanız, ilk üç film sıradandı. Bir önceki hamle olan ‘Kayıp Çağ’da kartlar yeniden dağıtılmış ve öykü yeni karakterlerle ‘yola devam’ demişti. Bence dördüncü film, serinin en iyisiydi.
TRANSFORMERS 5: SON ŞÖVALYE
Yönetmen: Michael Bay
Oyuncular: Mark Wahlberg, Anthony Hopkins, Laura Haddock, Josh Duhamel, Isabela Moner, Jerrod Carmichael, John Turturro, Stanley Tucci, John Hollingworth / ABD yapımı
Bu hafta salonlarımıza uğrayan yeni adım ‘Transformers 5: Son Şövalye’ (‘Transformers 5: The Last Knight’) ise öyküsünü yenilenen rota üzerine kuruyor. Seride bayrağı Sam Witwicky’den (Shia LaBeouf canlandırıyordu) devralan ‘dâhi mühendis’ Cade Yeager, artık sistem tarafından ‘asi’ kabul edilen ‘Autobot’larla ‘firari’ hayatı sürerken kimi gelişmeler ona, ‘Seçilmiş kişi’ olduğunu hatırlatıyor. Kurtarıcı konumundaki Optimus Prime ise gezegenine gidip yaratıcısı Quintessa’yla karşılaşıyor ve onun etkisine girerek bambaşka dertlerle ve ‘Nemesis Prime’ adıyla Dünya’ya geri dönüyor. Anlaşılıyor ki yer küre bir kez daha büyük bir tehdit altındadır ve Yeager, ‘Autobot’ların yanı sıra yolunun kesiştiği İngiliz karakterlerle (kadın tarih profesörü Vivien Wembley ve Sir Edmund Burton) saldırıya karşı mücadeleye başlıyor.
STONEHENGE VE UZAYLI MİHRAKLAR
Senaryosunu
Yönetmenlik uğraşına ‘Swingers’ ve ‘Go’ gibi bağımsız karakterli yapımlarla ‘Merhaba’ dedikten sonra Robert Ludlum’ın daha önce ‘TV filmi’ formatında sinemaya uyarlanmış romanını yeniden ve sağlam bir rejiyle perdeye taşımıştı Doug Liman. Bizde ‘Geçmişi Olmayan Adam’ çevirisiyle vizyona giren film (ki orijinal ismi ‘The Bourne Identity’ydi), adeta ünlü klasik ‘Akbabanın Üç Günü’nün şimdiki zaman uzantısıydı. ‘Jason Bourne üçlemesi’nin ilk adımı olan bu yapım, Liman’daki potansiyeli de açığa çıkarıyordu. Sonrasında ‘Mr. & Mrs. Smith’, ‘Fair Game’, ‘Edge of Tomorrow’ gibi yapıtlara da imza attı ama ‘The Bourne Identity’ çizgisini yakalayamadı.
SNIPER: DUVAR
Yönetmen: Doug Liman
Oyuncular: Aaron Taylor-Johnson, John Cena, Laith Nakli
ABD yapımı
Amerikalı yönetmen-yapımcı bu kez ‘Sniper: Duvar’ adlı (orijinal ismi ‘The Wall’) son yapıtıyla huzurlarımızda. Adı üzerinden öyküsüne metaforik anlamlar ve göndermeler katılan yapım, Irak’ta Amerikan işgaliyle başlayan süreçte ‘resmi’ olarak savaşın bittiğinin duyurulduğu bir zaman diliminde geçiyor.
Konuyu özetlersek: İnşası tamamlanmamış bir boru hattının çevresinde bir grup ceset var ve olay yerine sonradan intikal eden iki çavuş;
Kim bilir bu kaçıncı ‘Mumya’ ama yapacak bir şey yok. Onlar da haklı, binlerce yıl yat yat, canları sıkılıyor ve fırsatı buldukça ilk hamlede aramıza karışarak eski ‘vesayet’ dönemlerini (!) inşa etmeye çalışıyorlar. 2017 model ‘Mumya’ (‘The Mummy’), farklı olarak geçmiş zamandan firavun değil Mısır hanedanından iktidar coşkusu ve hırsı yüksek bir prenses (yani bildiğim kadarıyla anaakım sinemadaki ilk ‘Kadın mumya’ var karşımızda) yolluyor.
MUMYA
Yönetmen: Alex Kurtzman
Oyuncular: Tom Cruise, Sofia Boutella, Annabelle Wallis, Russell Crowe, Jake Johnson, Marwan Kenzari
ABD yapımı
Malum ‘Mumya’, sinemanın ilk çağlarından beri korku ve gerilim türü adına sahaya sürülen bir figür. 1932 tarihli, Boris Karloff’u başrolünde izlediğimiz film (yönetmen Karl Freund’du) çıkış noktası olarak ele alındığında aradan geçen süre zarfında çok sayıda yapım izledik. Efsane en son 1999’da, ilk adımı atılan yeni bir seriyle aramıza dönmüştü. Sonrasında Stephen Sommers imzalı bu yapımı 2001’de devamı niteliğindeki ‘The Mummy Returns’ (yine Sommers yönetmişti) izledi ve nihayetinde 2008’deki ‘Mumya: Ejder İmparatoru’nun Mezarı’yla (bu kez kamera arkasında Rob Cohen vardı) nokta konuldu. Şimdiki zamanın ‘Mumya’sında ise yönetmenliği Alex Kurtzman üstlenmiş.
Efenim, film aynı zamanda 55 yaşının baharında, bir yandan
Hoca haklı çıktı ancak bu şok onun istifası değil, dün Trabzonsporlu Rodallega’nın golü oldu. Kümede kalması için dün Trabzonspor’u deplasmanda yenmesi gereken Bursaspor, ev sahibinden yediği gol sonrası attığı iki golle kümede kalışını ilan etti.
Bursa maça agresif başladı ve sürekli ileri dikine paslarla topu bir an önce Trabzonspor ceza sahasına göndererek gol bulmaya çalıştı ancak ilk 45 dakika buna muvaffak olamadı. Hiçbir iddiası kalmamasına rağmen ‘yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal’ konumunda bulunan Trabzonspor gayretli görünmeye çalışsa da futbolcuların ligi kafalarında bitirdikleri belliydi. Sürekli kenarlara kısa paslarla oynayıp vakit geçirdiler. Koca 45 dakika tek şutları olmasını bırakın, Bursa ceza sahası içinde topla buluşma sayıları sadece 1 (bir)’di.
İLK ŞUTTA GOL
Futbolun cilvesi: Trabzonspor maçtaki ilk şutunda golü buldu. Castillo’nun şahsi gayretleriyle taşıdığı topu Rodallega ağlara gönderince Bursaspor kendine geldi. Yeşil beyazlılar ilk kez organize ve kısa paslarla gidip skora denge getirdiler. Golün sevinci soğumadan Batalla takımını öne geçirdi. Bursa, geride kalan beş haftada oynaması gereken futbolu son haftada oynadı ve şanslılar ki bu skor onlara yetti.