Kadın Kral (Beş üzerinden Üç buçuk yıldız)
Yönetmen: Gina Prince-Bythewood
Oyuncular: Viola Davis,
Thuso Mbedu, Lashana Lynch, Sheila Atim, John Boyega,
Jimmy Odukoya, Jordan Bolger, Masali Baduza, Hero Fiennes Tiffin, Jayme Lawson, Adrienne Warren, Shaina West
ABD yapımı
Yıl 1823... Batı Afrika’daki Dahomey Krallığı’nın genç lideri Ghezo’nun tahtına, kendilerinden vergi alıp vatandaşlarını da köle olarak Batılılara satan Oyo İmparatorluğu göz dikmiştir... Topluluğun kadınlardan oluşan efsanevi savaş gücü Agojie’nin başındaki General
Amsterdam (Beş üzerinden iki buçuk yıldız)
Yönetmen: David O. Russell
Oyuncular: Christian Bale,
Margot Robbie, John David Washington, Alessandro Nivola, Andrea Riseborough, Anya Taylor-Joy, Chris Rock,
Matthias Schoenaerts, Michael Shannon, Mike Myers, Taylor Swift, Timothy Olyphant, Zoe Saldana, Rami Malek, Robert De Niro, Mel Fair
ABD yapımı
Birinci Dünya Savaşı sonrası, 1930’ların başı... Cepheden bir gözünü bırakarak dönen Dr. Burt Berendsen’le yüzünün bir kısmını kaybeden Harold Woodman’ın bu eksikliklerini telafi eden çok önemli bir kazançları vardır; sonsuza kadar sürdürecekleri dostlukları... İkili savaş alanında kendilerine sahip çıkan komutanları General Bill Meekins’ın ani ölümüyle sarsılır. Peşi sıra ‘müteveffa’nın kızı Liz Meekins onlara babasının öldürüldüğünü söyler. Yapılan otopsi Liz’i doğrularken (general zehirlenmiştir), çok geçmeden kızcağız da
Birkaç ay önce vizyona giren Apichatpong Weerasethakul imzalı ‘Memoria’da İskoç botanikçi Jessica, Kolombiya’da yaşayan kız kardeşinin yanına gider. Bogota’da kaldığı yerde tuhaf bir patlama sesi duyar. Aynı sesi daha sonra kalabalık bir lokanta ortamında da duyar. Çevreye bakar ve bu sesi sadece kendisinin duyduğunu anlar. Meseleyi ortaya çıkarmak için arayışlara girişir; bu çaba onu insanlığın varoluşsal dertlerine, zihnin oyunlarına, anılara ilişkin psikolojik bir yolculuğun içine taşır...
Nazlı Elif Durlu’nun senaryosunu Ziya Demirel’le kaleme aldığı ‘Zuhal’in ana karakteri de tıpkı Jessica gibi duyduğu sesin peşinden sürükleniyor. İstanbul Film Festivali’nde En İyi İlk Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu, geçen yıl da Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan söz konusu yapım bu hafta itibariyle vizyonda. Önce kısaca konu diyelim: İstanbul’da yaşayan, sevgilisi Dubai’de çalışan başarılı avukat Zuhal, günün birinde evinde kedi sesi duyar. Onu uykusuz bırakmaya başlayan bu ses zamanla gündelik ritmini altüst eder. O da meseleyi çözmek için yaşadığı apartman sakinlerinin kapısını çalarak benzer bir sesi onların da duyup duymadığını araştırmaya başlar. Bu ‘amatör dedektiflik’ uğraşı, bir tür iletişim kurma, komşularını tanıma ve adeta ‘Beni sevmeyenler listesi’ oluşturma sürecine dönüşecektir.
‘Zuhal’, elbette ‘Memoria’ gibi bir derdin peşinde değil. Film, modern toplumda yalnızlığın, iletişimsizliğin, kaybolan değerlerin ve komşuluk ilişkilerinin panoramasına soyunuyor. Öte yandan bu genel resmi çizerken sırtını da mizahi bir tona yaslıyor. Zaten bu konuda önemli bir avantajı var; Zuhal karakterini canlandıran ismin yetenekleri... Nihal Yalçın, Zuhal’e hayat verirken onun durumu kabullenmeyen, kendi düşüncelerindeki ısrarcı kişiliğini, doğru bildiği yolda yürüme çabasını sarkastik bir hava içinde başarıyla perdeye taşıyor, karakterinin kabına sığmayan hınzırlığını yansıtmada ne kadar mahir olduğunu gösteriyor. Öte yandan Serdar Akar’ın ‘Gemide’sinden beri eleştirmen camiamızın (ben de dahil) o çokça sevdiği ve yazılarında dillendirdiği “Bir memleket gibidir gemi” metaforunu bu örnekte “Bir memleket gibidir apartman” şeklinde okumak mümkün.
Aşk, Mark ve Ölüm (Beş üzerinden dört yıldız)
Yönetmen: Cem Kaya
Oyuncular: Alper Ada,
Üç Bin Yıllık Bekleyiş (Beş üzerinden üç yıldız)
Yönetmen: George Miller
Oyuncular: Tilda Swinton, Idris Elba, Aamito Lagum, Nicolas Mouawad, Ece Yüksel, Burcu Gölgedar, Zerrin Tekindor, Matteo Bocelli, Lachy Hulme, Erdil Yaşaroğlu, Oğulcan Arman Uslu, Megan Gale, Jack Braddy, Berk Öztürk
Avustralya-ABD ortak yapımı
Yaşıtlarının yanında son derece sakin görünen ve yalnızlığı seçen küçük bir kız; onun da bir arkadaşa ihtiyacı vardır. ‘Enzo’ adlı hayali bir karakter yaratıp sırdaşı olarak kabul eder. Alithea Binnie büyür, ‘gerçek hayat’a atılır, akademisyen olur, ‘anlatıbilim’ (naratoloji) dalında uzmanlaşır... Evlenir, lakin eşi onu genç bir kadınla aldatır. Kendini işine adar. Günün birinde yolu İstanbul’a düşer. ‘Mitoloji ve bilim’ üzerine söyleşi yapmak için geldiği bu kadim şehirde Agatha Christie’nin ‘Şark Ekspresi’nde Cinayet’i yazdığı Pera Palas’taki odaya yerleşir. Sonrasında Kapalıçarşı’daki bir dükkândan hediyelik küçük şişe alır. Derken odasında şişe bir şekilde açılır ve içinden bir ‘cin’ çıkar. Sonrası fantastik bir yolculuktur...
En son ‘Mad Max: Fury Road’unu izlediğimiz Avustralyalı George Miller yukarıda özetlediğim son çalışması ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’te (Three Thousand Years of Longing), A.S. Byatt’ın ‘Bülbülün Gözündeki Cin’ini sinemaya uyarlıyor. Senaryosunu kızı Augusta Gore’la birlikte kaleme aldığı filminde emektar yönetmen bir anlamda ‘Binbir Gece Masalları’na ait bir bölümden yola çıkarak modernizme söylenceler üzerinden bakıyor. Miller’ın yapıtında karşımıza gelen ‘cin’, içine sıkıştırıldığı ‘çeşm-i bülbül’den çıkmak suretiyle ‘akıl çağı’na dahil olmuş ama kökleri itibariyle mitler döneminin üyesi bir şahit konumundadır. Miller, bu ayrı zamanlara ait iki ana karakterle bilim ve mitoloji arasında gidip gelen bir öyküyü aktarıyor. Aslında anlatılan elbette bir masaldır ama film bu masalı bir anlamda ‘materyalist’ dünya içinde inşa etmeye çalışıyor. Alithea nihayetinde bir akademisyendir ve ‘akıl’dan, ‘mantık’tan yanadır. Cin ise görmüş geçirmiştir ve öyküsü Saba Melikesi Belkıs zamanından başlamaktadır. Önce çok sevdiği Belkıs’ı Kral Süleyman’a kaptırır, sonrasında bir büyüyle küçücük bir şişeye hapsolur ve bir şekilde kendisini Osmanlı döneminde bulur. Kanuni zamanına gider, padişahın cariyelerinden Gülten’e kol kanat germeye çalışır, ardından da 1800’lerin başında Zefir adlı genç bir kadın mucidin ‘Cin’i olur...
Miller, sanki ‘Kadrajlarla Osmanlı Tarihi’ne soyunmuş. Film ‘Cin’ ve ‘Üç dilek tut’ mottosundan yola çıktıktan sonra Kanuni’ye, Hürrem Sultan’a, Şehzade Mustafa’ya, 4. Murat’a, Kösem Sultan’a ve Sultan İbrahim’e de uğruyor. Bütün bu ziyaretlerde bilinen tarihi notları (Hürrem Sultan’ın iktidar hırsıyla yanıp tutuşması, Şehzade Mustafa’nın babası tarafından katledilmesi, Sultan İbrahim’in kafes içindeki hayatı ve şişman kadınlara düşkünlüğü vs.) perdeye aktarıyor. Özellikle İbrahim’in haremi görsel açıdan çok etkileyici ve bence atmosfer olarak ‘Mad Max: Fury Road’ tadında. Öte yandan 4. Murat’ın savaş alanındaki sahnesi de çok çarpıcıydı; ne yazık ki sinemamızın ‘tarihsel’ kulvarında ben bugüne kadar böylesi bir kadraj ve aksiyon görmedim.
SİNEMA, sonraları gezegenin tüm sathında ortaya çıkan farklı kültürlerden ve uluslardan oluşan yaratıcılar sayesinde gelişse, geniş kitlelere ulaşsa, popülerleşse de ilk adımı atanlar Lumière Kardeşler oldu.
Sonrasında bayrağı başta Amerikalı ve Sovyet sinemacılar alıp çok yükseklere taşısalar ve anlatım biçimleri konusunda belli bir oturmuşluk sağlasalar da yine farklı bir soluk ve arayış, ‘Üç Renk’in hâkim olduğu coğrafyadan geliyordu. Kameranın önünde ve arkasında olanlara ilgi duyan bir grup genç, yazıp çiziyor ve çıkardıkları yayınlarda “Başka bir sinema mümkün” demeye çalışıyordu. François Truffaut, Claude Chabrol, Jacques Rivette, Éric Rohmer, Alain Resnais gibi isimlerin yer aldığı bu yapı, teorik fikirlerini daha sonra peliküle dökmeye başladı ve yapıtlarıyla sinema tarihinin en önemli akımlarından biri olan ‘Yeni Dalga’ya (La Nouvelle Vague) imza attı. Bu hareketin işaret fişeği Truffaut’nun 1959 tarihli ‘400 Darbe’siydi (Les quatre cents coups) belki ama zihinlerde ve sinema tarihindeki asıl derin izi, bizde ‘Serseri Âşıklar’ adıyla gösterilen ‘À Bout de Souffle’ bıraktı.
GRAMERİ DEĞİŞTİRDİLER
Filmin yönetmeni, Paris’li zengin bir burjuva ailenin çocuğu olan Jean-Luc Godard’dı. İlköğrenimini İsviçre’de almış (sonrasında bu ülkenin vatandaşı da olmuştu), anne-babasının ayrılığından sonra da Sorbonne’da etnoloji okumaya karar vermişti. Zamanının çoğunu film izleyerek geçiriyordu. Rohmer’in çıkardığı ‘La Gazette du Cinéma’nın yanı sıra hareketin doğum yeri niteliğindeki ‘Cahiers du cinéma’da yazılar kaleme aldı. Truffaut’nun teşvikleriyle de kamera arkasına geçti. Bir polisi öldürmek suçuyla aranan bir gençle Amerikalı gazete satıcısı bir kızın çizgi dışı aşkını anlatan ‘Serseri Âşıklar’ hem onun hem de sinema tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Bu film ve genel olarak ‘Yeni Dalga’, sinema gramerini yeniden tanımlıyordu. Yerleşik anlatım kurallarını kabul etmeden, stüdyo dışına taşarak sinema yapılabileceğini gösteriyorlardı. Yazmak eyleminden sonra kamera arkasına geçmişler ve yeni ifade biçimlerinin kapısını aralamışlardı. Bu durum, ‘Modern sinema’nın doğuşu ve ‘Auteur’ (Yaratıcı) kavramının literatüre dahil edilişiydi.
Godard
Sonbahar, kültür sanat dünyası için aynı zamanda festivallerin yeniden start alma dönemidir. Nitekim ‘Dört A’, yani Adana, Ayvalık, Antalya ve Ankara Film Festivalleri için start bugün itibariyle veriliyor. Sinemamızın köklü organizasyonlarından ‘Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’, 29. kez seyirciyle buluşacak. Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar öncülüğünde düzenlenen etkinlik, 18 Eylül tarihine kadar sürecek.
Saat 20.00’de Merkez Park Amfi Tiyatro’da düzenlenecek bu geceki açılış töreninde Zuhal Olcay ve Çukurova Symphonic Project sahne alırken Suzan Kardeş, Zihni Göktay ve Zafer Ayden de ‘Orhan Kemal Emek Ödülleri’ne kavuşacak. Gecenin sunuculuğunu ise Yetkin Dikinciler üstlenecek. Hale Soygazi ve Müjdat Gezen’e ise 16 Eylül gecesi ‘Yaşam Boyu Onur Ödülleri’ takdim edilecek.
Festival Yürütme Kurulu Başkanlığı’nı Menderes Samancılar’ın üstlendiği bu sinema şenliğinde beş yarışmalı bölüm bulunuyor: ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’, ‘Belgesel Film Yarışması’, ‘Uluslararası Kısa Film Yarışması’, ‘Ulusal Öğrenci Kısa Film Yarışması’ ve ‘Adana Kısa Film Yarışması’...
Festivalin kalbinin attığı öncelikli yer olan ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda sekiz film ödül heyecanını tatmak için çabalayacak. Bu filmleri değerlendiren jüri ise şu isimlerden oluşuyor: Özcan Alper (Başkan), Julia Sinkevych, Gökhan Atılmış, Nazan Kesal, Levent Özdilek, Fahir Atakoğlu ve Prof. Dr. Umut Tümay Arslan. Festivalin SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) jürisinde ise Erdoğan Mitrani, Fırat Ataç ve Kerem Bumin yer alıyor. Öte yandan Sevinç Yeşiltaş, Vedat Atasoy ve Derya Tarım’dan oluşan jüri tarafından değerlendirilecek ‘Ulusal Belgesel Yarışması’na ise 10 yapım katılıyor.
Ustalar geçidi...
Festival süresince yarışma bölümlerinin dışında çok sayıda yapıt, izleyiciyle buluşacak. Örneğin sinema tarihinde kilometre taşı olmuş, çektikleri filmlerle öncü kabul edilmiş Satyajit Ray, Pier Paolo Pasolini, Luis Bunuel ve Robert Bresson gibi ölümsüz ustalar, kimi yapımları eşliğinde özel gösterimlerle anılacak.
Ayrıca festivalin bugünlere gelmesinde çok büyük emekleri olan ve Ağustos 2021’de aramızdan ayrılan sevgili Kadir Beycioğlu hâtırasına, Cannes başta olmak üzere dünya festivallerinin en iyilerinden oluşan 33 filmlik seçki sunulacak.
Arthur Rambo (Beş üzerinden üç buçuk yıldız)
Yönetmen: Laurent Cantet
Oyuncular: Rabah Nait Oufella, Antoine Reinartz, Sofian Khammes, Bilel Chegrani, Sarah Henochsberg, Hélène Alexandridis, Chouaïb Arif, Malika Zerrouki
Fransa yapımı
Genç ve başarılı bir yazar; Cezayir kökenli olmanın ve yabancı sularda yüzmenin üstesinden geliyor. Annesini odağına aldığı son kitabı da önceki çalışmaları gibi beğenilmiş; TV programlarında, radyolarda ondan bahsediliyor. Yeni çalışması dolayısıyla yayınevi onun için parti veriyor.
Karim D. işte bu, son derece şatafatlı görünen dünyanın parlayan yeni yıldızı... Ne var ki onuruna parti verildiği gece, geçmişte ‘Arthur Rambo’ takma adıyla attığı ırkçı, homofobik, cinsiyetçi, faşizan tweet’ler birdenbire sosyal medyada paylaşılmaya başlıyor. Ve çok kısa bir sürede işin rengi değişiyor. Ve eski ‘günahları’ yüzünden zirveden son hızla dibe doğru yol alan bir figür haline geliyor.
Fransız sinemasının ölçülü ve vicdanlı isimlerinden, Altın Palmiye’li yönetmen Laurent Cantet, ‘Arthur Rambo’da içinden geçtiğimiz zamanların dertlerinde geziniyor. Film, 2017’de bir medya kahramanıyken antisemitik, homofobik, ırkçı tweet’leri ortaya çıkan ve büyük bir tartışma konusu olan Mehdi Meklat’ın yaşadıklarından esinlenerek çekilmiş. Cantet’yle birlikte Fanny Burdino ve Samuel Doux’nun kaleme aldığı senaryo, ana karakterinin yaşadığı düşüşü 48 saate sığdırmış ve öykü, bu zaman dilimi içinde yaşanan hesaplaşmaları aktarmış.