Paylaş
SİNEMA, sonraları gezegenin tüm sathında ortaya çıkan farklı kültürlerden ve uluslardan oluşan yaratıcılar sayesinde gelişse, geniş kitlelere ulaşsa, popülerleşse de ilk adımı atanlar Lumière Kardeşler oldu.
Sonrasında bayrağı başta Amerikalı ve Sovyet sinemacılar alıp çok yükseklere taşısalar ve anlatım biçimleri konusunda belli bir oturmuşluk sağlasalar da yine farklı bir soluk ve arayış, ‘Üç Renk’in hâkim olduğu coğrafyadan geliyordu. Kameranın önünde ve arkasında olanlara ilgi duyan bir grup genç, yazıp çiziyor ve çıkardıkları yayınlarda “Başka bir sinema mümkün” demeye çalışıyordu. François Truffaut, Claude Chabrol, Jacques Rivette, Éric Rohmer, Alain Resnais gibi isimlerin yer aldığı bu yapı, teorik fikirlerini daha sonra peliküle dökmeye başladı ve yapıtlarıyla sinema tarihinin en önemli akımlarından biri olan ‘Yeni Dalga’ya (La Nouvelle Vague) imza attı. Bu hareketin işaret fişeği Truffaut’nun 1959 tarihli ‘400 Darbe’siydi (Les quatre cents coups) belki ama zihinlerde ve sinema tarihindeki asıl derin izi, bizde ‘Serseri Âşıklar’ adıyla gösterilen ‘À Bout de Souffle’ bıraktı.
GRAMERİ DEĞİŞTİRDİLER
Filmin yönetmeni, Paris’li zengin bir burjuva ailenin çocuğu olan Jean-Luc Godard’dı. İlköğrenimini İsviçre’de almış (sonrasında bu ülkenin vatandaşı da olmuştu), anne-babasının ayrılığından sonra da Sorbonne’da etnoloji okumaya karar vermişti. Zamanının çoğunu film izleyerek geçiriyordu. Rohmer’in çıkardığı ‘La Gazette du Cinéma’nın yanı sıra hareketin doğum yeri niteliğindeki ‘Cahiers du cinéma’da yazılar kaleme aldı. Truffaut’nun teşvikleriyle de kamera arkasına geçti. Bir polisi öldürmek suçuyla aranan bir gençle Amerikalı gazete satıcısı bir kızın çizgi dışı aşkını anlatan ‘Serseri Âşıklar’ hem onun hem de sinema tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Bu film ve genel olarak ‘Yeni Dalga’, sinema gramerini yeniden tanımlıyordu. Yerleşik anlatım kurallarını kabul etmeden, stüdyo dışına taşarak sinema yapılabileceğini gösteriyorlardı. Yazmak eyleminden sonra kamera arkasına geçmişler ve yeni ifade biçimlerinin kapısını aralamışlardı. Bu durum, ‘Modern sinema’nın doğuşu ve ‘Auteur’ (Yaratıcı) kavramının literatüre dahil edilişiydi.
Godard kuşağının ve içinde yer aldığı akımın en aykırı ismi olacaktı. Sinemanın teorik ve pratik cephelerinde yer aldı, hislerini, öfkesini hemen belli eden kişiliğiyle sivrileşti, sıkı bir aktivist olarak hafızalarda yer etti. ‘Kadın Kadındır’ (Une femme est une femme), ‘Hayatını Yaşamak’ (Vivre sa vie), ‘Nefret’ (Le mepris), ‘Evli Bir Kadın’ (Une femme mariee), ‘Alphaville’, ‘Çılgın Pierrot’ (Pierrot le fou), ‘La chinoise’, ‘Week-End’ 60’lar boyunca çektiği önemli yapımlardı.
‘HEPİNİZ APTALSINIZ’
‘68 Başkaldırısı’nda bizzat sokaklarda, meydanlardaydı. Hatta Truffaut, Roman Polanski ve Louis Malle gibi meslektaşlarıyla işçi ve öğrencilere destek verdi, Cannes Film Festivali’nde çarpıcı ve provokatif açıklamalar yaptı:
“Burada öğrencilerin ya da işçilerin sorunlarına anlatan tek bir film yok. Forman’ın (Milos), benim, Polanski’nin ya da Truffaut’nun bunları anlatan filmlerimiz yok. Öğrenci dostlarımızın eylemler sırasında kafaları kırıldı, onlar bize böyle örnek oldular. Mesele burada filmleri izlemek ya da izlememek değil. Evet, amacımız zaten çok sayıda film izlemek. Ama şimdi asıl derdimiz sinemanın öğrenciler ve işçilerle dayanışmasını sağlamaktır. Ben size öğrencilerle ve işçilerle dayanışma diyorum, siz hâlâ kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz. Hepiniz aptalsınız.”
Sonrasında Godard, sinemasını daha sert siyasal çizgilere oturttu, kurgusal öyküler yerine daha çok deneysel ve belgesel yapımlara yöneldi. Doğrusu ne çekerse çeksin, enerjisini ve heyecanını kaybetmedi; kamerasıyla insanlığın gidişatına, uygarlığın dönüşümüne ilişkin kendince sinemasal notları sinema tarihine düşürmeyi sürdürdü. Batılı bir eleştirmen sinemasına ilişkin şu saptamada bulunmuştu: “Sadece ‘Siyasal film’ yapma konusunda değil ‘Filmleri siyasal olarak yapma’ konusunda da ısrarlıydı.”
ENTELEKTÜEL VİCDAN
Zaman içinde filmleri eski etkisini yitirse de kendisi yerleştiği İsviçre kasabası Rolle’deki evinde kimi arayışlarını, yeni anlatım biçimleri bulmayı sürdürdü. En önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilen, sekiz bölümlük video belgesel projesi Histoire(s) du Cinéma’yı bu dönemde (1988-1998) ortaya çıkardı. Ben kendi adıma en son 88 yaşında çektiği ‘İmgeler ve Sözcükler’i (‘Le livre d’image’) izlemiş ve insanlığın yol haritasından yola çıkarak kimi güncel meselelere uzanmasına ve bütün derdini, yedinci sanatın hafızalarımızda yer eden kimi görüntüleri eşliğinde sunmasına hayran kalmıştım. Film geniş bir görsel coğrafyada hareket ediyor, ülke ve tür sinemaları ayrımı yapmadan “Nereden gelip nereye gidiyoruz”u, entelektüel bir vicdanın yani Godard’ın penceresinden hatırlatıyordu.
Scorsese, Altman, De Palma, Fassbinder, Jarmusch, Tarantino, Soderbergh, Paul Thomas Anderson gibi yaratıcılar çeşitli söyleşilerinde onu örnek aldıklarını belirttiler. Evet, Godard kendisinden sonra gelen birçok sinemacının ilham kaynağıydı. Sanırım bundan sonra da olmaya devam edecek.
‘SON MODERNİST’
Bu arada 1961-65 arası evli kaldığı Anna Karina’yı yedi filminde, 1967-1979 yılları arasında evli kaldığı Anne Wiazemsky’yi de beş filminde oynattı. Yönetmenin 1978’de hayatına giren Anne-Marie Mieville ise ölümüne kadar yanındaydı.
Öte yandan aforizma niteliği taşıyan ifadeleri de her daim ilgi çekmişti. ‘Fotoğraf gerçektir. Sinema da saniyede 24 kez gerçektir’ ya da ‘Bir hikâyenin başı, ortası ve sonu olmalıdır. Ama her zaman bu sıralamayla olması gerekmez’ gibi... Benim içinse en değerli saptaması, “Bir kamera kaydırması ahlaki bir harekettir” ifadesiydi... Bu cümlesi, “Her şey sınıfsaldır”ın adeta sinemasal karşılığıydı...
The Guardian’ın sinema eleştirmeni Peter Bradshaw, dün vefatına ilişkin kaleme aldığı yazısında “20. Yüzyılın son büyük modernisti öldü” yorumunda bulundu. Godard’ın sinemasal yolculuğuna çıktığı 60’lar, dünyanın değişebileceğine ve devrime inananların seslerinin gür çıktığı bir zaman dilimiydi. Sonrasında o sesler giderek kısıldı. Ama Godard sesini gür bir şekilde çıkarmayı ve ‘devrimci’ ruhunu sürdürmeyi başardı. O, kimsenin çekemeyeceği filmleri çeken bir sinemacıydı. Sonsuza dek böyle anılacak.
Paylaş