Zengin bir aile, iyi bir eğitim, başarılı bir akademik kariyer... Bilim kadar felsefeye, sanata, edebiyata, özellikle de şiire merak. Nihayetinde güvenilir bir fizikçi olarak yıldızı 2. Dünya Savaşı döneminde parladı. Nazilerin nükleer güce sahip olabilme ihtimali üzerine ABD’nin uygulamaya koyduğu ‘Manhattan Projesi’nin başına getirildi. İki yıl boyunca, çoğu biliminsanı olan yaklaşık 2 bin kişinin çalıştığı ve devletin 2 milyar dolar ayırdığı bu proje sonucunda iki atom bombası Hiroşima ve Nagazaki’ye atıldı. Aslında barış yanlısıydı, bir zamanlar Amerikan Komünist Partisi’nin faaliyetlerine katılmıştı. İnsanlığın daha iyi noktalara gelebilmesi için uğraşıyordu ama iki büyük katliamın yaratıcısı olmuştu.
Evet, Julius Robert Oppenheimer’ın işte böyle ‘trajik’ bir serüveni vardı. Christopher Nolan, 2005’te yayımlanan, Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in yazdığı ‘Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenhei mer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü’ (American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer) adlı kitaptan senaryosunu uyarladığı filmiyle bu öyküyü sinemaya taşıdı. ‘Oppenheimer’ adındaki yapım, iç içe geçmiş bir anlatım üslubuyla iki temel meseleye odaklanıyor. Biri savaş sonrası ülkeyi saran komünizm paronayası eşliğinde ana karakterin 1954’te Sovyetler hesabına çalışıp çalışmadığının sorgulanması. Diğeriyse geçmişte tanıdığı biliminsanlarını etrafına toplayıp New Mexico yakınlarında inşa edilen Los Alamos’taki atom bombası inşa çalışmaları... Tabii bu arada Robert Oppenheimer’ın yolun başında âşık olduğu ve kendisini bir anlamda komünist ideolojiyle tanıştıran Jean Tatlock’la ilişkisi ve Kitty Puening’le olan evliliği de filmin gezindiği kıyılar arasında.
Oppenheimer Yahudiydi ve atom bombası projesinde çalışırken bir anlamda Hitler’in zulmüne ‘Dur’ diyecekti ve asıl motivasyonu buydu. Ama sonradan anlaşıldığı üzere Nazi cephesinde nükleer silah yapacak birikim ve durum yoktu. Zaten ‘Manhattan Projesi’ ete kemiğe bürünüp atılacak bombalar ortaya çıktığında ‘Führer’ ölmüş, Almanlar yenilgiyi kabul etmişti. Bu durumda ABD cephesi “Japonları teslime zorlayacağız” türünden bir gerekçeyle projeye devam etti. Birçok biliminsanı ve aydın, yetkilileri bombaların atılması fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. İmzalar toplandı, kampanyalar düzenlendi, ama nafile...
Oppenheimer sorunlu bir kişiliğe sahipti, edebiyata, felsefeye ilgi duyuyor, ‘hümanist’ takılıyor ama bir yandan da kendi yarattığı oyuncağın şehvetine kapılıyordu. Bombaların atılmasına onay verenlerdendi o da. Süreç onu idealizmden oportünizme taşımıştı. Böylesi bir hayat öyküsü Christopher Nolan gibi her şeyiyle ‘büyük sinema’ yapmak isteyen bir yönetmenin tam da aradığı adresmiş gibi görünüyor. Lakin bence ‘Oppenheimer’ bir tercih sorunsalına yenilmiş gibi. Film dönemin Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un ön plana çıktığı ve siyah-beyaz görüntülerden oluşan (bu bölümler George Clooney’nin ‘İyi Geceler ve İyi Şanslar’ filmini hatırlatıyor) soruşturma faslı vasıtasıyla çok uzamış. Ve asıl odaklanılması gereken yer gibi duran gelgitli hayat öyküsü (bu kısım da Ron Howard’ın ‘Akıl Oyunları’nı akla getiriyor) de yeterince didiklenmiyor. Çünkü Oppenheimer’ın soruşturma sonrası yaşamında da perdeye taşınacak (yıllar sonra Japonya’ya yaptığı bir tür özür gezisi mesela) yanlar var.Başroldeki Cillian Murphy oyunculuğuyla filmi sürükleyenlerden.
Oscar’lık performanslar
Oppenheimer’ı canlandıran Cillian Murphy’nin, Lewis Strauss’ta da Robert Downey Jr.’ın “Öyle performanslar ortaya koyalım ki Oscar’lık olsun” tadındaki oyunculuklarıyla sürükledikleri filmde ben en çok Jean Tatlock’ta karşımıza çıkan Florence Pugh’ı beğendim. Nolan, New Mexico çölünde Trinity adlı test bombasının patlamasını görsel açıdan etkileyici sahnelerle perdeye taşımış. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki bombayıysa göstermemeyi yeğlemiş. Bu tavrını beğendiğimi söylemeliyim. Oppenheimer, iki bombanın yarattığı yıkımın ardından Japonların teslimi sonrası Başkan Truman’ın huzuruna çıkmış ve burada vicdani muhasebesinin dışavurumu olarak “Ellerimde kan olduğunu hissediyorum” demişti. Başkan da sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirterek “Kan asıl benim ellerimde, bırakın bu konuda ben endişeleneyim” cevabını vermişti. Filmde bu konuşma da var.
Oppenheimer içinde olduğu açmazı açıklamak için bir sığınak bulmuş, kutsal Hindu kitabı ‘Bhagavad Gita’dan bir dize kullanmıştı: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Yani aslında o da biliyordu ki 200 bine yakın insanın hayatını karartan katiller arasında ön sıralardaydı.
Nolan’ın bu çelişkilerle dolu, öte yandan da sistemin kullanıp sonra bir kenara attığı portreyi perdeye taşıdığı filmini doğrusu ben çok beğenmedim. Fakat bütün dünyada göklere çıkarıldığını da belirtmek lazım. Dolayısıyla gidip görün derim.
ering Boğazı’nda seyreden, üstün teknolojiyle donatılmış bir Rus nükleer denizaltısı. İsmi de Sivastopol. Lakin bütün teknik donanımına karşın, eldeki verilerle çözülemeyen, bir gelişme sonucu yok edilir. Olayı değerlendirmek için toplanan Amerikan istihbaratı saldırıyı yapan gücün altını çizer: ‘Varlık’ (The Entity). Sisteme bir tür ‘illegal’ yollardan katkıda bulunan Ethan Hunt ve ekibi çok geçmeden ‘Varlık’a karşı olan mücadeleye girişecek, Birleşik Arap Emirlikleri, Roma, Venedik ve Avusturya Alpleri gibi yerlerde, adrenalini yüksek bir macerayla meseleye kalbini, ruhunu ve fiziğini (!) koyacaktır...
‘Görevimiz Tehlike’ (Mission: Impossible) 1966 çıkışlı bir Amerikan TV dizisi. Söz konusu seri bildiğiniz CIA propagandasıydı; ABD bütün mazlum ulusların üzerine çöküp demokratik mücadelelerin önünü ‘darbe’lerle keserken dizi bir tür ‘aklayıcı’ rolü üstleniyor ve “Asıl derdimiz oralara demokrasi getirmek” diyordu. 1988-90 arası meseleyi daha sakin sulara çeken ikinci bir dizi hamlesi izledik ve nihayetinde bu hafta yedincisi huzurlarımıza çıkan sinemadaki seri geldi.
Filmde Tom Cruise’a ‘yankesici’ rolündeki Hayley Atwell eşlik ediyor
Başrolünde sabit isim olarak Tom Cruise’u izlediğimiz ve hem ABD istihbaratına çalışan hem de yer yer ‘takımdan ayrı düz koşu’larda ‘asi’ kimliğiyle mücadelesine devam eden ana karakter (Ethan Hunt) genel olarak kötülere karşı dünyayı kurtarma derdindeydi. Sinema cephesinde ilk dört filmi sırasıyla Brian De Palma, John Woo, J. J. Abrams ve Brad Bird yönetti, beşinci hamle ‘Rogue Nation’dan bu yana da direksiyonda Christopher McQuarrie var. Asıl olarak ‘Olağan Şüpheliler’den tanıdığımız yönetmen ‘Yansımalar’dan (Fallout) sonra yeni ‘Mission: Impossible’ serüveni ‘Ölümcül Hesaplaşma’da da kamera arkasında. Ki bu kez macera ikiye ayrılmış durumda ve biz, bu filmle ilk bölümü izlemiş oluyoruz.
Baba saygın bir Kürt besteci... Şah döneminde el üstünde tutuluyor, lakin Humeyni rejimiyle birlikte gözden düşüyor ve ülkeyi terk etmek durumunda kalıyor. Giwar ise bir mağarada doğuyor, bir süre Irak’ta annesiyle birlikte kaçak yaşıyor, ‘casus’ suçlamasıyla itham edilirlerken Paris’te yeni bir hayata yelken açıyorlar. Lakin burada da fazla durmuyorlar, babaya bir müzisyen için en doğru adresin Almanya olduğu söyleniyor. Bonn’a taşınıyorlar. Derken baba, orkestrasındaki bir kadına âşık olarak onu, kız kardeşini ve annesini geride bırakarak çekip gidiyor. Giwar müziğe istidatlı ama aileye de bakmak zorunda olduğunu düşünüyor. Okulda gizlice porno kasetleri satıyor ama deşifre oluyor ve okuldan atılınca da eğitim hayatına son noktayı koymak durumunda kalıyor. Sonrasında hayatı illegal yollardan kazanmanın yöntemlerini keşfediyor; uyuşturucu satıcılığına soyunuyor, giderek palazlanıyor, zamanla işi büyütüyor. Mafya içinde sağlam bir yeri olan, en yakın arkadaşı Miran’ın amcası ‘Yero’ da onlara arka çıkınca etkileyici bir güce kavuşuyorlar. Peşi sıra büyük bir altın soygunu işine giriyorlar, ancak Giwar eylemin ardından hapsi boyluyor ve burada yeni bir müzik türüyle tanışıyor: Rap...
Günümüz Alman sineması dahilinde, başta ‘Duvara Karşı’ olmak üzere filmleri, dünyası ve bakış açısıyla son derece sağlam ve etkileyici bir grafik çizen Fatih Akın, son adımı ‘Ren Altını’nda (Rheingold) tıpkı 2019 yapımı bir önceki çalışması ‘Altın Eldiven’ gibi biyografik sularda yüzüyor. Asıl adı Giwar Hajabi olan ve sahne ismi olarak ‘Xatar’ı (Kürtçede ‘Tehlike’ demek) kullanan rap’çinin çalkantılı hayatından kesitler aktaran film, söz konusu kişinin kaleme aldığı ‘Alles oder Nix’ (Ya Hep Ya Hiç) adlı kitabından uyarlanmış.
Akın’ın suça eğilimli kişiler üzerinde gelişen filmografisi içindeki yeni bir sayfa olan ‘Ren Altını’, Giwar’ı sistem dışına iten etmenlerle ilgileniyor elbette ama asıl olarak karakterin gezindiği ‘tuhaf’ dünyayı ve bu dünya içindeki ilişkileri mizah tonu yüksek bir anlatımla perdeye taşıyor. ‘Xatar’ aslında eğitimli ve kimi nedenlerden dolayı çizgi dışına çıkmasa, babası gibi müziğin daha ‘elit’ parkurlarında ilerleyebilecek bir kapasiteye sahip görünüyor. Fakat göçmen kimliği, ailesine bakma sorumluluğu ve bu sorumluluğun üstesinden gelirken yasadışı yollara sapması derken hayat onu bambaşka denizlere taşıyor.
IndIana Jones ve Kader Kadranı (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
◊ Yönetmen: James Mangold
◊ Oyuncular: Harrison Ford, Phoebe Waller-Bridge, Mads Mikkelsen, Antonio Banderas, Ethann Isidore, Toby Jones, John Rhys-Davies, Boyd Holbrook, Thomas Kretschmann, Olivier Richters, Nasser Memarzia, Karen Allen, Alaa Safi, Shaunette Renée Wilson/ABD yapımı
Yıl 1944, Naziler için sonun başlangıcına dair emareler belirmiştir. Avrupa’nın dört bir yanından çalınmış hazinelerle dolu tren Berlin’e doğru yola çıkacaktır. Emanetler arasında üzerinde İsa’nın kan izlerinin bulunduğu Longinus’un Mızrağı da vardır. Arkeolog Harry Jones, namıdiğer ‘Indiana Jones’ da bu kıymetli parçaların peşindedir. Üstelik bu uğraşta İngiliz meslektaşı Basil Shaw da ona eşlik etmektedir. Sonrasında aslında trende daha büyük bir emanetin olduğunu fark ederler; Arşimet’in zaman düzeneği olan Antikythera... Bu kıymetli hazine Nazi fizikçi Jürgen Voller’in elindedir ve kadranı Hitler’e götürüp savaşın seyrini değiştirmek niyetindedir. Lakin Indiana Jones, duruma el koyar... Ve öykü 1969’a atlar. New York’ta ucuz bir apartman dairesinde yaşayan Dr. Jones, ders verdiği üniversiteden emekli oluyordur. Başından geçen trajik vaka sonucu sevdiceği Marion’dan ayrılmış, kendini içkiye vermiştir. Derken ortaya vaftiz babası olduğu Helena çıkar. Bu deli dolu varlık, Basil Shaw’ın kızıdır ve peşinde birtakım karanlık güçler vardır. Sonrasında mesele anlaşılır; Neil Armstrong ve arkadaşlarının Ay’a ayak basma hamlesinde parmağı olan ve artık Amerikan kimliği taşıyan Voller, hâlâ Arşimet’in kadranının peşindedir. Gelişmeler sonucu Dr. Jones ve Helena aynı hedefler uğruna mücadele etmek durumunda kalırlar. Peşlerinde birtakım Nazi kırıntıları, ABD’den Fas’a, oradan Yunanistan’a ve akabinde Sicilya’ya uzanan zorlu bir serüven onları beklemektedir.
Steven Spielberg’ün kariyerindeki en önemli halkalardan biri olan ve ona atfedilen ‘çocuksu sinema’nın en belirgin adresi niteliğini taşıyan ‘Indiana Jones’ serisinde yeni bir aşamadayız. Geçmiş hikâyesi dört bölümden oluşan bu zincirin yeni halkası niteliğindeki ‘Indiana Jones ve Kader Kadranı’ (Indiana Jones and the Dial of Destiny), giriş özetinde de belirttiğim üzere ana arter olarak iki ayrı zaman diliminde geçiyor (ki sonlara doğru bir başka zaman daha öyküye eklemleniyor). 1944’te Naziler döneminde inşa edilen ilk bölüm yaklaşık 20-25 dakika sürüyor. Eski bir eleştirmen tabiriyle ‘dur durak bilmeyen’ bir geçiş bu. Amerikan uçaklarının bombardımanı sonrası hareket eden tren, Indiana Jones’un Nazi birliğine karşı tek başına verdiği mücadele derken sonrasında New York’ta, ‘Soğuk Savaş dönemi’nin uzay yarışı esnasında bir geçit töreninde buluyoruz kendimizi. Bir yanda ‘Ay’a çıkmanın verdiği gurur, öte yanda Vietnam savaşı dolayısıyla yükselen anti-militarist gösteriler ve bu ortamda birden suçlu konumuna yükselen Dr. Jones’un CIA destekli bir operasyondan paçasını kurtarma çabası...
Bu arada unutmadan; bu Spielberg’süz ilk ‘Indiana Jones’ filmi ve kamera arkasında James Mangold var. Özellikle hüzünlü polisiyesi ‘Cop Land’le tanıyıp sevdiğimiz deneyimli sinemacı, gerek 1944’teki giriş kısmında gerekse New York’taki kaçıp kovalamaca cephesinde ustalığını konuşturuyor. Öte yandan film Tanca’ya (Fas) atladığında öyküye Helena’nın minik ortağı Teddy de dahil oluyor ve tablonun çizgileri netleşiyor.
Mangold’un yanı sıra Jez Butterworth, John-Henry Butterworth ve David Koepp gibi isimlerden oluşan senaryo grubu, baştan sona ‘Indiana Jones’ gibi büyük bir çınarı, geçmişten kimi hâtıralara göndermelerle, yeniden inşa etme amacı taşımışlar... Örneğin Helena ve Teddy ‘Indiana Jones and the Temple of Doom’daki Willie Scott (Kate Capshaw) ve Short Round’un (Key Huy Quan) yeni versiyonları... Nitekim kimi aksiyon sahneleri, Dionysos Mağarası’ndaki börtü böceğin çıktığı kısımlar, hepsi ‘Kamçılı Adam’ın ruhunu göndermeler eşliğinde bir kez daha ayağa kaldırmak üzere yapılmış hamleler...
BÜYÜ DE GEL (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)
◊ Yönetmen: Gene Stupnitsky
◊ Oyuncular: Jennifer Lawrence, Andrew Barth Feldman, Laura Benanti, Natalie Morales, Hasan Minhaj, Matthew Broderick, Scott MacArthur, Ebon Moss-Bachrach, Victorya Danylko-Petrovskaya, Matthew Noszka, Kyle Mooney
ABD yapımı
Küçük sahil kasabası Montauk’ta annesinden kalan evde yapayalnız yaşayan, kısa süreli ilişkilerle idare eden ve Uber’de çalışan, yazları da ek iş olarak barmaid’lik yapan Maddie’yi kötü günler beklemektedir. Çünkü birikmiş vergi borçlarına karşılık arabasına haciz gelir. Zaten kıt kanaat geçindiği ortamda asli gelir kaynağından mahrum kalacaktır. En yakın dostları konumundaki sörfçü Jim ve hamile eşi Sara ona şaka yollu bir ilandan bahsederler. Zengin bir çift, yakında üniversitenin yolunu tutacak 19 yaşlarındaki utangaç ve de bakir oğulları Percy’yi bir an önce olgunlaştıracak ve kimi deneyimleri yaşatacak 20’li yaşlarda bir ‘eğitmen’ arıyordur ve bu iş karşılığında eğitmene lüks bir araba vereceklerdir. Bu durumun literatürdeki karşılığı ‘seks işçiliği’dir ve Maddie, ekonomik olarak yaşadığı zorlukların üstesinden gelebilmek adına Laird-Allison çiftinin kapısını çalar. Son derece liberal görünen ikili, oğulları için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır ve talep ettikleri yaş aralığının çok üzerinde olan genç kadınla anlaşırlar. Maddie bir hayvan barınağında çalışan Percy’nin yanına gider ve köpek sahibi olmak isteyen müşteri kimliğiyle harekâtına start verir...
The Flash (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Andy Muschietti
Oyuncular: Ezra Miller, Michael Keaton, Sasha Calle, Ben Affleck, Michael Shannon, Ron Livingston, Temuera Morrison, Kiersey Clemons, Maribel Verdú;
ABD yapımı
Zamanda yolculuk edebilme yeteneğinin farkında olan ‘The Flash’, namı diğer Barry Allen geçmişe giderek küçük yaşta kaybettiği annesiyle ilgili trajedinin önüne geçebileceğini, onun hayatta kalmasını sağlayabileceğini düşünür. Ve bu fikrini uygulamaya koyulur. Lakin zamanın akışıyla oynayıp ait olduğu ana döndüğünde karşısında sıradan bir insan olarak hayatını sürdüren kendisini bulur. Sonrasında her şeyin tıpkı ‘Geleceğe Dönüş’ filminde olduğu gibi farklı bir kaderi yaşadığını fark eder. Örneğin, Batman yaşlanmış ve ortalıktan el ayak çekmiştir. İşin kötüsü Superman’in en büyük düşmanı General Zod, Kripton’dan kalkıp gelmiş ve Dünya’yı ele geçirmeye koyulmuştur. Ortada ona karşı koyacak ne Superman ne Wonder Woman vardır...
Evet, Ege’de yazın esintileri arasına sanat da katılıyor. Bu yıl itibarıyla üçüncü kez düzenlenen İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde perde yarın gece açılıyor. İlk yılından beri sinema-müzik ilişkisine odaklanan organizasyon, filmlerde özgün müzik kullanımını özendirmek amacıyla, sinema-müzik ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyor. Sinema ve müziği buluşturarak kültür endüstrileri içinde önemli bir yeri olan bu iki alanın sorunlarının tartışılmasına zemin yaratmayı ve zaman içinde bu alanlardaki üretimde İzmir’in payını artırmayı hedefliyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İZFAŞ, İZELMAN ve Kültürlerarası Sanat Derneği iş birliği ile T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü katkılarıyla düzenlenen etkinliğin yarın gece yapılacak açılış töreni, tarihi Elhamra Sahnesi’nde düzenlenecek. Gecede Altın Palmiye ödüllü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan’ın “Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı” ve “Uzak” filmlerinden seçilmiş 11 sahne üzerine bestelenen caz parçalarından oluşan Taşra Üçlemesi Caz Projesi, dünya prömiyerini yapacak. Konserde, projenin bestecisi piyanist Yiğit Özatalay’a, saksafonda Barış Ertürk, davulda Mustafa Kemal Emirel eşlik edecek. Törende ayrıca İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, sinema ve müzik yazarı Sevin Okyay ile akademisyen-yazar Prof. Dr. Oğuz Makal’a bu yılın ‘Emek Ödülleri’ni takdim edecek.
Deneyimli sinema yazarı Vecdi Sayar direktörlüğüne düzenlenen ve 23 Haziran’a kadar sürecek festivalin programında 100 uzun metraj, 20 kısa metraj film, gösterimler sonrası soru-cevap seansları, konserler, plak dinletisi ve usta isimlerle söyleşiler yer alıyor.
Zuhal Olcay konser verecek
Anılarına’ bölümünde kaybettiğimiz kimi isimler filmleriyle anılacak. Öte yandan her yıl sinemamıza emek veren isimlere takdim edilen ‘Onur Ödülleri’ bu yıl Zuhal Olcay, Erkan Oğur, Fransız sinemasının önde gelen bestecilerinden Grégoire Hetzel ve Macar sinemasının Oscar ödüllü büyük ustası István Szabó’ya verilecek. Festivalde bu isimlerin içinde yer aldığı, katkı sunduğu kimi yapımlar izleyiciyle buluşurken Zuhal Olcay, Ahmed Adnan Saygun Merkezi’nde gerçekleşecek konserde sahne alıp unutulmaz şarkılarını seslendirecek. Her yıl verilen Kültürlerarası Sanat Başarı Ödülü’nün bu yılki sahibi Bahman Ghobadi. “Dört Duvar” (The Four Walls) ve “Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok” (No One Knows About Persian Cats) adlı filmlerinin gösterileceği festivalde İranlı yönetmen özel bir söyleşiyle de sinemaseverlerle buluşacak. “Ustaya Saygı” bölümünde ise dünya sinemasının ustalarından Luchino Visconti’nin üç başyapıtı sinemaseverlerle buluşacak.
‘Uluslararası Yarışma’nın jüri başkanı KrIsztIna Goda
Geçen haftalarda vizyona giren ‘Galaksinin Koruyucuları 3’, ‘Hızlı ve Öfkeli 10’ derken sahne sırası ‘Transformers’ serisinin son halkasında. Hatırlayacaksınız bu seride araya başka isimli bir yapım (Bumblebee) girdi ve geleneği bozdu ama bu hafta itibariyle huzurlarımıza çıkan ‘Transformers: Canavarların Yükselişi’ (Transformers: Rise of the Beasts) toplamda yedinci film. Bu tür uzun serüvenlerde eskilerin özetini sunmak usuldendir, hemen geçmişe ilişkin hatırlatmalarda bulunayım: Birtakım uzaylı robotik devler, dünyanın onca derdi tasası yetmiyormuş gibi güzelim gezegenimize gelip ortalığı karıştırır. Çünkü kendi vatanları Cybertron’daki iktidardan kaçan ve insanlığın yanında olanların (adları ‘Autobots’) peşine düşenler (onların isimleri de ‘Decepticons’) vardır. Bu iki farklı cephe birbirine girerken olan bize olur. Serinin ilk üç filmi vasattı, dördüncü adım en iyisiydi, beş orta karardı. Takımdan ayrı düz konu niteliğindeki ‘Bumblebee’ de iyiydi. İlk üç adımın kahramanları aynıydı, sonraki iki adımda ekip değişti. Şimdi de yeni bir serinin kapısı aralanıyor. ‘Canavarların Yükselişi’nde ‘gurbet’teki direnişçilerin lideri ‘Optimus Prime’ ve tayfası, bu kez eski asker Noah Diaz ve müzede stajyer olarak çalışan genç arkeolog Elena Wallace’la birlikte, ‘Transwarp Key’ adlı enerji geçişlerini sağlayan düzeneğe sahip olmaya çalışan kötü tanrı Unicron’un başhizmetkârı Scourge’a karşı mücadele veriyor. Serideki formül belli; aramızda TIR, spor araba, motosiklet vs. suretinde yaşayan iyi kalpli robotlar, iyi insanları bulup her defasında yaşlı gezegenimizi kurtarmaya çabalıyor. Bu filmde de aynı reçete uygulanmış ve insanlar kanadına yeni karakterler eklenmiş. Farklı olarak bizi temsil edenler artık beyaz değil, hispanik ve siyah.
Yeni bir evren oluşturulacak
Bu film aynı zamanda Hasbro oyuncak endüstrisinin ürünü olup sonradan sinemaya geçen ‘Transformers’ takımı üzerinden yeni bir hamlenin sinyallerini yolluyor. Anlaşılan gelecek filmlerde işin içine ‘J.I. Joe’ cephesi de dahil olacak ve tıpkı Marvel gibi ‘Hasbro Sinematik Evreni’ oluşturulacak. Ne var ki meseleye ‘Canavarların Yükselişi’ açısından bakarsak Steven Caple Jr.’ın yönettiği ve Joby Harold, Darnell Metayer, Josh Peters, Erich Hoeber ve Jon Hoeber beşlisinin senaryosuna imza attığı yapım bence ‘Transformers serisi’nin sanırım en kötü filmi olmuş. Öykü sıradan ve zorlama, diyaloglar hamaset dolu, parlak fikirlerden yoksun. 1994’te geçmesine rağmen serinin kimi filmlerinde olduğu gibi ‘retro’ atmosfere ve göndermelere (mesela ‘Bumblebee’deki 80’ler nostaljisi enfesti) sahip değil, az biraz Peru’daki İnka uygarlığına ilişkin referanslarda bulunmaya çalışılmış ama bu tercihin filmde çok da anlamlı yansıması yok.