Uğur Vardan

Ve kurtuluş için bir gemi kalkar Samsun’a...

6 Ocak 2024
İki bölümden oluşan ve ilki 3 Kasım 2023’te vizyona giren ‘Atatürk 1881-1919’ adlı çalışmanın ikincisi bu hafta vizyonda. Mehmet Ada Öztekin imzalı yapımın son adımında Mustafa Kemal’in hayatı eşliğinde memleketin kurtuluşu için Samsun’a doğru çıkılan yolculuğun hangi aşamaların ardından gerçekleştirildiğini de izliyoruz.

Roma bir günde kurulmadı derler... Kuşkusuz üzerinde yaşadığımız coğrafyada da Cumhuriyet bir günde kurulmadı. Çöken bir imparatorluk, yurdun dört bir yanını saran işgalciler, bu duruma isyan eden vatanseverler ve onlara önderlik eden bir büyük figür... Çok değil, birkaç ay önce 100’üncü yaşına basan bir rejimin kurucusu konumundaki Mustafa Kemal’in yaşadığı dönüşümü, geçirdiği evreleri, aştığı engelleri, verdiği savaşları, bulunduğu cepheleri onun kişisel öyküsü eşliğinde anlatan ve iki adımdan oluşan ‘Atatürk 1881-1919’ adlı çalışmanın ilk bölümü hatırlanacağı gibi 3 Kasım 2023’te vizyona girmişti. İkinci film ise bu haftadan itibaren seyirci karşısına çıkıyor. Yönetmen olarak Mehmet Ada Öztekin imzasını taşıyan, senaryosunu da Necati Şahin’in kaleme aldığı bu ikilemenin ilk ayağında Mustafa Kemal’in Selanik’te başlayan serüveninden ve ordu içindeki yükselişinden kesitler aktarılırken aynı zamanda dönemin kimi gelişmeleri de tarihsel bir süreç içinde perdeye taşınıyordu.

İkinci filmde de aynı mantığın uzantısı bir yapım izliyoruz. Genç bir subay olarak muhalif bir çizgideyken dönemin siyasi konjonktürü içinde İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleriyle girdiği mücadele, ülkenin kara bahtını aydınlığa çıkarma çabası, nihayetinde de Sultan Vahdettin’in kadrajına girerek yavaş yavaş Samsun’a doğru yola çıkacak Bandırma adlı vapurundaki yerini alma çabası...Atatürk 1881-1919 (İkinci Film)

◊ Yönetmen: Mehmet Ada Öztekin
◊ Oyuncular: Aras Bulut İynemli, Songül Öden, Sarp Akkaya, Esra Bilgiç, Şahin Sancak, Pedja Bjela, Emre Mete Sönmez, Şehsuvar Aktaş, Sahra Şaş, Berk Cankat, Bertan Asllani, Oğulcan Arman Uslu, Alican Barlas, Alpay Kenan Atalan, Cahit Gök, Meriç Özkaya, Dieter Rupp, Alex Dave, Emre Yetim, Serhat Talay, Orkuncan İzan
Türkiye yapımı

‘Atatürk 1881-1919’ (İkinci Film) üslup, atmosfer ve sinematografik biçim açısından beklendiği gibi ilkinin izlerini sürüyor ve devamlılık mantığıyla genel resmi tamamlayan bir bütünlüğe ulaşıyor. İdeolojik bakış olarak da benzer bir durum var ortada; ilk filmin açtığı parantezlerde dolaşılıyor, yine Ata’nın hayatından kimi kişisel virajları perdeye taşıyor ve sonuçta görsel, estetik ve içerik açısından son derece doyurucu bir toplam ortaya çıkıyor.

İlk filme ilişkin eleştiri yazımda oyunculuklar hakkındaki görüşlerimi belirtmiştim; başta Mustafa Kemal’i canlandıran Aras Bulut İynemli olmak üzere kadrodaki herkesin son derece etkileyici performanslar ortaya koyduklarını hatırlatayım. Kadronun genel toplamı içinde özellikle Enver Paşa’da karşımıza gelen Sarp Akkaya’yı çok beğendiğimi de bir kez daha not olarak düşeyim.

‘Geldikleri gibi giderler’

Yazının Devamını Oku

Geçmişin ayak izlerinde...

30 Aralık 2023
Zamanında manşetleri süsleyen skandal bir vakanın kahramanı olan bir kadın ve onu sinemada canlandıracak oyuncunun hayatına girmesiyle bozulan dengeler... Todd Haynes imzalı ‘Bir Skandalın Peşinde’ filminin başrollerindeki Natalie Portman ve Julianne Moore gösterdikleri performanslarla En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday olacaklarmış gibi görünüyor.

Bir Skandalın Peşinde

◊ Yönetmen: Todd Haynes
◊ Oyuncular: Natalie Portman, Julianne Moore, Charles Melton, Gabriel Chung, Elizabeth Yu,
Cory Michael Smith, D.W. Moffett, Lawrence Arancio, Piper Curda, Kelvin Han Yee, Jocelyn Shelfo, Andrea Frankle, Joan Reilly
ABD yapımı

Savannah-Georgia’da, su kenarında enfes bir ev... Verilecek ziyafete ilişkin hazırlıklar sürmekte, sosisler mangalın üzerinde kızarmaktadır. Derken en önemli konuk gelir; genç ve ünlü bir kadın oyuncu olan Elizabeth Berry. Rol alacağı yeni ‘bağımsız’ projede ev sahibesi konumundaki Gracie Atherton-Yoo’yu canlandıracaktır ve sebebi ziyareti, bu kişiye ve yakın çevresine dair daha derin gözlemler yapmaktır.

‘Velvet Goldmine’la (1998) tanıdığımız, sonraları da ‘Cennetten Çok Uzakta’ (Far from Heaven, 2002) ve ‘Carol’ (2015) gibi yapıtlarıyla daha bir sevdiğimiz Todd Haynes, yukarıda genel çizgilerini aktardığım son adımı ‘Bir Skandalın Peşinde’de (May December) hassas çizgilerde gezinen bir öykü anlatıyor. Filmde 23 yıl önce, evcil hayvan dükkânında çalışırken

Yazının Devamını Oku

Türk sinemasının koçbaşı iki ismi

29 Aralık 2023
Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan arasında uzun zamandır birikmiş bir enerji vardı. Bu fay hattı sonunda kırıldı. İkili arasında keşke bunlar yaşanmasaydı... Fakat bütün bu tartışma bir yana, ortaya koydukları ve tarihe bırakacakları yapıtlar bir yana. Hayata farklı kadrajlardan bakan iki yönetmen de günümüz Türk sinemasının yadsınamayacak iki büyük değeri.

80 sonrası sinemamız ‘12 Darbesi’nin toz bulutları arasında kendine yeni güzergâhlar ve yol haritaları ararken az biraz kenti ve kentliyi, özellikle Atıf Yılmaz vasıtasıyla da kadınları keşfedip öykülerini bu odak noktaları üzerinde inşa etmeye çalıştı. Derken ilk adıyla ‘İstanbul Sinema Günleri’, sonraki adıyla da ‘İstanbul Film Festivali’ önce ‘Yedi tepeli şehrin’, ardından da ülkenin tüm kültürel ikliminin yatağı değiştirecek bir etkileyici unsur olarak hayatımızda belirdi ve yepyeni bir izleyici kuşağı ve ruhu yarattı.
İstanbul kent yaşamında (nisan ayında düzenlenmesi dolayısıyla) adeta baharın da bir tür müjdecisi olarak eklenen bu faaliyet, bir parça geçmişteki Sinematek’in işlevini görüyor ama asıl olarak insanların sinema zevklerinin, bakış açılarının, izleme ve yorumlama biçimlerin yeniden oluşumuna katkıda bulunuyor, farklı birikimlere, kazanımlara vesile oluyordu.
Bu damardan beslenen onca ‘sinefil’den kimileri yazar-çizer, kimileri sektör çalışanı, kimileri de yaratıcı (yönetmen) oldu. İlham kaynakları ve bilgi-görgüleri bu yolla oluşan bir kuşak çok geçmeden kamera arkasında yerini alırken sinemamızda adına da yeni bir dile, ekole kapı araladılar. 90’lı yılların başları itibarıyla da ilk ürünlerini vermeye başladılar.

BİRİ DOSTOYEVSKİ DİĞERİ ÇEHOV

Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan da bu kuşağın koçbaşı isimlerindendi. Demirkubuz emekçi olarak kimi işlerde çalışıp ayrıca siyasi görüşlerinden dolayı sistemin gadrine uğrayarak hapis yatmış ve işkence görmüş bir geçmişin ardından Zeki Ökten’in asistanı kimliğiyle sinemaya adım attı ve zaman içinde her biri ayrı çarpıcılığa sahip filmleriyle bugüne geldi. Nuri Bilge Ceylan ise sanatsal adımlarını fotoğrafçılık üzerinden biçimlendirdi, sonrasında o kendine özgü bakışıyla donattığı yapıtlarıyla yürüyüşünü hızlandırdı ve nihayetinde o da günümüz Türk sinemasının en önemli yaratıcılarından biri olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.

Yazının Devamını Oku

Trajik virajlarla dolu bir hayat yarışı

23 Aralık 2023
Büyük usta Michael Mann’in son filmi ‘Ferrari’, İtalyan otomotiv sektörünün dev firmalarından birinin kurucusu Enzo Ferrari’nin trajik yaralarla bezenmiş hayatından büyük bir kesiti aktarıyor. Ana karakteri Adam Driver’ın canlandırdığı filmde Ferrari’nin eşi Laura’da izlediğimiz Penélope Cruz çok başarılı bir performans sergiliyor.

Sinema tarihine ‘Heat’ gibi bir klasiği armağan eden emektar yönetmen Michael Mann’in son adımı bir araba markası olmanın yanı sıra motorsporlarının da öncü grubu Ferrari’nin geçmişinde dolaşıyor ve bu devasa imparatorluğun sancılı bir dönemini perdeye taşıyor. Film 1957’de açılıyor. Bir zamanların otomobil yarışçısı Enzo Ferrari’nin eşi Laura’yla birlikte kurdukları şirket krizdedir. Bir yanda oğulları Dino’nun erken yaşta (24) ölümü, öte yanda zor koşullarda ayakta durma çabası derken kurtuluş İtalya’da düzenlenen ünlü ‘Mille Miglia’da alınacak başarıya endekslenmiştir. Bütün bunların yanı sıra Enzo’nun 12 yıla varan yasak ilişkisi ve bu ilişkiden doğan oğlu Piero’nun annesi Lina Lardi’nin meseleyi legalleştirme isteği kopmaya hazır bir başka fırtınanın da habercisidir. Enzo hem iş hem de özel hayatındaki gelgitler karşısında dik durmaya çabalarken yarış takımındaki pilotların yaşadığı trajediler de cabasıdır.

Brock Yates’in 1991 tarihli, ‘Enzo Ferrari: The Man, The Cars, The Races, The Machine’ adlı kitabı esas alınarak 2009’da aramızdan ayrılan Troy Kennedy Martin tarafından yazılan senaryodan çekilen filmde Michael Mann, odağını iki ana arterden oluşturmuş. Bir yanda savaşta babasını ve abisini kaybetmiş, sonrasında oğlunun vefatının yarattığı travmayı bir türlü atlatamamış ve mutluluğu yasak bir ilişkide bulmuş bir patron profili var. Öte yanda da şimdilerden çok uzakta seyreden koşullarda gerçekleştirilen ve ölüm riskinin yüksek olduğu sert otomobil yarışları dünyası ve rekabet ortamı... ‘Ferrari’ bu genel güzergâhlarda gezinirken kocasının, memleketleri Modena’da herkesin bildiği yasak ilişkisinden habersiz yaşayan Laura karakteri dolayısıyla da hırslı, tutkulu, öfkeli ve gerektiğinde silahına başvuran bir profili seyircisiyle paylaşıyor.

Michael Mann bu hikâyeyi görselleştirirken kendince dengeli bir dağılıma gitmiş; film ele aldığı hayat(lar)ın dramasında dolaşırken kamera piste dalıyor mesela, buradan trajik bir kesit sunuyor, tekrar karakterlerin hayatlarında geziyor, peşi sıra yeniden piste dönüyor ve büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz. Elbette yarış sahasında da bir hayli trajik safhalar var. ‘Ferrari’ bence sinematografik açıdan üç zirve bölümüne sahip; biri huzur verici bir opera sahnesi ki burada karakterler kendi geçmişlerine uzanıyor ve bir tür hesaplaşma yaşıyor. Diğer ikisi de önce test sürüşü sırasında pilot Eugenio Castellotti’nin hayatını kaybettiği sekans ve beşi çocuk, dördü yetişkin toplam dokuz kişinin hayatına mal olan, 1.600 millik ‘Mille Miglia’ yarışının son bölümlerinde, Guidizzolo kasabasında takımın İspanyol pilotu Alfonso de Portago’nun da karıştığı unutulmaz kaza sahnesi. Michael Mann özellikle bu iki kaza bölümünde görsel virtüözlüğü, bir başka deyişle sanatını konuşturmuş...

Filmde karakterlerin hayatlarında gezinirken adeta büyük bir yarışın etaplarını izler duruma geliyoruz.

2021 tarihli ‘Gucci Ailesi’nde Maurizio Gucci’yi canlandıran Adam Driver, Enzo Ferrari’yle yeniden ‘Çizme’ye dönüyor. İtalyan aksanına sahip İngilizce eşliğinde tatlandırarak sunduğu bu yeni karakterine kırlaşmış saçlarıyla hayat veriyor. Ferrari’nin gerçek biyografisini okuduğunuzda daha Akdenizli bir profil canlanıyor zihninizde, Amerikalı aktörün önümüze getirdiği kişilikse Anglosakson çizgilere daha yakın seyrediyor.

 

Yazının Devamını Oku

Ben sana mecburum...

16 Aralık 2023
Zeki Demirkubuz son çalışması ‘Hayat’ta nişanlandıktan sonra sırra kadem basan Hicran’la onu aramak için İstanbul’a giden taşralı genç Rıza’nın yıllara yayılan serüvenleri eşliğinde yine insanın karanlık taraflarında gezinen etkileyici bir öykü anlatıyor. Film, yönetmenin geçmişteki en güçlü adımları ‘Masumiyet’ ve ‘Kader’in izlerini sürüyor.

◊ Yönetmen:
Zeki Demirkubuz
Oyuncular:
Miray Daner, Burak Dadak, Cem Davran, Melis Birkan, Umut Kurt, Osman Alkaş, Doğu Demirkol, Ozan Dağara, Kayhan Açıkgöz, Muttalip Müjdeci, Seyit Nizam Yılmaz, Berfun Beşel, Hande Özen, Özlem Türkad, Caner Cindoruk
Türkiye yapımı

Rıza kendisini büyüten dedesinin işlettiği fırını amcasıyla birlikte ayakta tutan iki emekçiden biridir. Yakın zaman önce fotoğrafı vasıtasıyla gördüğü ve toplamda iki kez buluştuğu Hicran’la nişanlanmış ama kız aniden sırra kadem basıp gitmiştir. Genç adam zaten ortada pek bir yaşanmışlığın olmadığı bu olayı kafasına takmamış gibi görünse de içten içe bir huzursuzluk benliğini sarmaya başlar. Taşranın yalnızlığında dert ortağı arkadaşlarıyla acısını bir nebze azaltmaya çalışsa da bir noktadan sonra kendisine engel olamaz, İstanbul’da olduğunu öğrendiği Hicran’ın peşinden koca kentin bilinmezliğine doğru yelken açar. Burada kimi cılız ipuçlarını takip eder ve…

Zeki Demirkubuz, sinematografisinin bir önceki adımı 2016 tarihli ‘Kor’un ardından tam yedi yıl sonra yeniden karşımızda. Girişte konusunu özetlediğim ‘Hayat’ yönetmenin kendine özgü dünyasındaki temel meselelere bir kez daha bizleri çeken bir öyküye ve derinliğe sahip. Demirkubuz’un filmleri insan doğasının yer yer kötücül, bilinemez, tahmin edilemez yanlarında dolaşan, Fyodor Dostoyevski, Albert Camus gibi çınarların dünyasına selam ve saygı gönderen, sunan, temalarını edebiyatın engin sularından çekip çıkardığı ve bu coğrafyaya ait reflekslerle özgün bir tada ulaştırdığı genel bir tablonun ifadesi oldu hep. Sinemamız açısından da 90’lar başı itibariyle filizlenen ve kısa bir süre içinde ana gövdesini ortaya çıkaran bir ruhun, hareketin (ekol de denebilir elbet) birkaç öncelikli isminden biriydi. Anlattığı öykülerin ana damarına ilişkin en belirgin tanım ‘takıntı’, ‘saplantı’, ‘tutku’ sözcükleriydi belki de. ‘Hayat’ geride kalan bütün toplama bakıldığında ‘Kader’ ve ‘Masumiyet’in izlerini takip eden, yeni bir harmanla sunan, daha geniş bir sosyolojik katmanda dolaşan ve kimi yan karakterler yoluyla da ‘Yeni Türkiye’ye ait sözlerini, düşünceleri peliküle yansıtan bir çalışma olmuş.

Önce şu noktadan meseleye gireyim; Rıza’yı Hicran’ın peşinden sürükleyen motivasyona bakıldığında, tamam iki kez buluşulmuş ama asıl sürükleyici unsurun bir fotoğraf karesi olduğunu zamanla anlıyoruz. Bu açıdan ‘Hayat’ın uzaktan uzağa Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’na bir göndermede bulunduğunu söyleyebiliriz (ya da ben söylemiş olayım). Sonrasında yan karakterler meselesini açmak lazım; mesela Rıza’nın dedesi muhteşem bir portre olmuş. Eski toprak, kadir kıymet, üslup, insanlık bilen bir karakter. İstanbul’da Hicran’ı ararken evinde kaldığı memleketlisi mesela.

Yazının Devamını Oku

Kral’ın gözdesi...

9 Aralık 2023
Oyuncu-yönetmen Maïwenn son çalışmasında zekâsı, muzip kişiliği ve çekiciliğiyle Kral XV. Louis’nin metresi olan Jeanne du Barry’nin öyküsünü perdeye taşımış. Bu yıl Cannes’ın açılış filmi olan yapım, Johnny Depp’i eski eşi Amber Heard’le yaşadıkları fırtınalı mahkeme sürecinin ardından ilk önemli rolünde karşımıza getiriyor.

Yakın bir zaman önce  ‘Napolyon’ vasıtasıyla uğradığımız Fransız tarihine ve Versailles Sarayı’ndaki şatafata yeniden dönüyoruz. Ridley Scott’ın filmi giyotine teslim edilen Marie Antoinette sonrasında yani ‘Devrim’in artçılarında dolaşıyordu, haftanın yenilerinden ‘Jeanne du Barry’ ise daha erken bir zaman dilimine, XV. Louis dönemine uzanıyor. Yönetmenlik kariyerinde daha çok 2011’de Cannes’da ‘jüri ödülü’ kazandığı ‘Polis’le (Polisse) tanınan Maïwenn’in yönetip ana karakterini kendisinin canlandırdığı film, taşrada iyi yetiştirilmiş, daha sonra Paris’e giderek başkentin zevk ve sefa ortamında sivrilmiş, peşi sıra hayatını Fransız Sarayı’nda Kral’ın metresi olarak sürdürmüş tarihi bir kişiliğin öyküsünü perdeye taşıyor.

Bu ‘seks işçisi Kral’ın dikkatini elbette önce gece hayatındaki şöhretiyle çekiyor ama sonrasında aralarındaki çekimin gerçek odağı; Jeanne’ın XV. Louis’nin son derece resmi, mesafeli, soğuk sınırlarda biçimlenen gündelik rutinine kattığı neşe, hareketlilik ve muziplik oluyor. Karısı hasta yatağında yatarken Kral’ın hayatla bağını alt sınıftan gelen, her şeyi tiye alan, sarkastik kişiliğiyle ilgi odağına dönüşen bu kadın sağlıyor adeta.

Yönetmen ve oyuncu olarak günümüz Fransız sinemasının önde gelen profillerinden biri olan Maïwenn’in yukarıda konusunu aktardığımız bu son adımı, bu yılki Cannes Film Festivali’nin açılış filmiydi. ‘Jeanne du Barry’yi beğenenler oldu ama genelde çok iyi eleştiriler almadı; kimileri kötü, kimileri vasat buldu, bazıları da #MeToo çağında karikatürize bir portre olarak değerlendirdi.Depp’le başrolü paylaşan ve filmi yöneten Maïwenn senaryoya da ortak.

Filmin bir başka özelliği de eski eşi Amber Heard’le mahkeme salonlarından tüm dünyaya taşan olaylı sürecin ardından ilk hacimli rolüyle Johnny Depp’i karşımıza çıkarması. Amerikalı aktör film boyunca dönem kostümleri eşliğinde gezinirken XV. Louis’de kötü bir performans ortaya koyduğunun altını çizen bazı eleştirmenler ancak Kral’ın çiçek hastalığına kapıldığı bölümde yüzüne ifade geldiğini yazmışlar!

Sofia Coppola’dan ilhamla

Bana sorarsanız Maïwenn’in yapıtı Wikipedia’daki ‘Jeanne du Barry’ maddesini birkaç ilgi çekici sahne, geniş perspektiflerle çekilmiş saray kadrajları, tarihsel kostümler ve ‘yer yer başarılı’ notu düşülecek performanslar eşliğinde görselleştirmiş. Senaryonun da kimi yerlerde hicivlerle süslü olduğunu belirtmeliyim... Ne kadar başardığı tartışmalı elbette ama yönetmenin, kendisinin hayat verdiği gerçek karakter eşliğinde cazibesi, zekâsı ve mizaha yatkın kişiliğiyle sınıfsal katmanları aşarak sarayda kendine yer edinen bir kadını, tarihin tozlu sayfalarından çekip çıkararak günümüz seyircisinin hafızasında yer edinmesi için çaba harcadığı iddia edilebilir. Kral ve Jeanne birbirlerini seviyorlar ama ortada bir tutku olduğu söylenemez, Maïwenn’in Teddy Lussi-Modeste’yle kaleme aldığı senaryo da zaten ikili arasındaki bağı özellikle Kral’ın saray içindeki yalnızlığı üzerinden yansıtıyor.
Filmi izlerken aklınıza Sofia Coppola’nın 2006 tarihli ‘Marie Antoniette’i geliyor. Ki Maïwenn de söz konusu yapımdan etkilendiğini ve orada Asia Argento’nun canlandırdığı Jeanne du Barry karakterini perdede göründüğü an büyülendiğini belirterek “Kendi filmimin de masal gibi olmasını istedim” demiş. Sinemada çok daha iyi anlatılmış, daha çarpıcı öykülere sahip masalları izlediğimi(zi) belirterek son noktayı koyayım...

Yazının Devamını Oku

Yine öldürürken güldürüyorlar!

2 Aralık 2023
Asıl hayran kitlesini zaman içinde edinen ve devam projesi merakla beklenen ‘Ölümlü Dünya’nın ikinci serüveninde Mermer Ailesi kaçırılan üyeleri Zafer’i kurtarmak için kimi eylemlere girişmek zorunda kalıyor. Ali Atay’ın yönettiği, senaryosunu da Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’yle birlikte kaleme aldığı yapım yılın en ilgiye değer komedisi unvanını hak ediyor.

Legal kimlikleri itibariyle ‘Anadolu Tat 1071’ adlı lokantalarını işletmek, kutlama, düğün vs. gibi etkinliklerde yeme-içme hizmeti vermek gibi faaliyetlere sahip Mermer ailesinin aslında gizli bir dünyaları ve bambaşka profesyonel uğraşları olduğunu 2018 tarihli ‘Ölümlü Dünya’da anlamıştık. Peki, neydi onların bir tür ‘paralel evren’deki meşguliyetleri? Şuydu: ‘Kiralık katil’ olarak aldıkları ihalelerin (!) üstesinden gelmek. Bütün bu kanlı eylemleri sırasında da en temel kriterleri aile olgusuna, değerlerine sadık kalmak, dayanışma ruhunu ve yardımlaşmayı her daim hazır tutmak, acıda ve sevinçte ‘hep beraber’ hareket etmekti. Ekip 2023 sonunda tekrar beyazperdede varlığını aksettirirken bu kez öykü bir rehin alınma vakası etrafında biçimleniyor. Aile üyelerinden Zafer’i ‘Örgüt’ kaçırmıştır, Gazanfer oğlunun kurtarılması için eski dostu ‘Maestro’dan yardım ister. Bu işin hallolması için yapılacak eylemler bellidir; korumalar eşliğinde yaşayan dört ayrı kişideki USB belleklerin ele geçirilip ‘Örgüt’e teslim edilmesi. Gazanfer, Serbest, Oktay, İlhami,  Serhan, hamile karısı Begüm ve Atakan’dan oluşan ekibe uzman tetikçi Şenol da katılır ve harekete geçilir. 

◊ Yönetmen: Ali Atay

◊ Oyuncular: Ahmet Mümtaz Taylan, Doğu Demirkol, Feyyaz Yiğit, Giray Altınok, Alper Kul, Mehmet Özgür,
Sarp Apak, İrem Sak, Özgür Emre Yıldırım, Reha Özcan

Yazının Devamını Oku

Savaşıyor ve sevişiyor!

25 Kasım 2023
Ridley Scott imzalı ‘Napolyon’, Korsikalı topçu subayı Napolyon Bonapart’ın Fransız Devrimi sonrasının kaotik ortamında yükselişini, iktidara geçişini, emrindeki onca askerin hayatına mal olan savaş tutkusunu ve karısı Joséphine de Beauharnais’yle olan fırtınalı ilişkisini anlatıyor. Filmde başrolleri Joaquin Phoenix ve Vanessa Kirby paylaşıyor.


Ridley Scott tarihi sularda gezinmeyi çok sever. 1977’deki ilk uzun metrajı ‘Düellocular’la (The Duellists) başlayan yolculuğunun ardından uğradığı ‘Gladyatör’ (Gladiator, 2000) ve ‘Son Düello’ (The Last Duel, 2021) durakları onun bu sevdasının öne çıkan ifadeleridir. 30 Kasım’da 86 yaşına basacak olan büyük usta, son adımı ‘Napolyon’da (Napoleon) yine geçmişin sayfalarına uzanıyor ve tarihin en ihtiraslı liderlerinden birinin portresini perdeye taşıyor. David Scarpa imzalı senaryodan çekilen film, genç Korsikalı topçu subayı Napolyon Bonapart’ın Fransız Devrimi sonrasının kaotik ortamında adım adım iktidara yürüyüşünü ve girdiği onca muharebeyi anlatıyor. Ridley Scott, nesli tükenmeye yüz tutmuş yönetmenler kuşağının yaşayan birkaç temsilcisinden biri. ‘Epik sinema’ denen görkemli anlatım, o kuşağın alameti farikalarındandı. Nitekim İngiliz yaratıcının kariyerinde ‘Gladyatör’ gibi böylesi bir hamle vardı, ‘Napolyon’ benzer bir tavrın ve üslubun devamı...

Film 1793’te Concorde Meydanı’nda Kraliçe Marie Antoinette’in kafasını giyotine teslim etme sahnesiyle açılıyor. Muhtemelen kurgu olan bu bölümde genç subay Napolyon’un, idamı seyreden topluluğun içinde bu eyleme müstehzi bakışlar attığını görüyoruz. Ardından idareyi ele geçiren ‘Cumhuriyetçiler’in başta kraliyet yanlıları olmak üzere iç ve dış düşmanlardan korktuğu bir ortamı izliyoruz. İngiliz işgalini engellemek üzere bu Korsikalı subaya görev veriliyor ve Toulon’daki ilk askeri zaferini kazanıyor. Peşi sıra Napolyon, kaygan zeminde yükselme fırsatlarının kendisine açık olduğunu fark ediyor ve zirveye yürüyüşünü sert ve derin adımlarla sıklaştırıyor. Özellikle Austerlitz’de Avusturya-Rusya ortaklığındaki düşmanı top atışları eşliğinde buzlu sularda yok ederek stratejik dehasını da gösteriyor.
Bu arada devrimin infaz ettiği subaylardan birinin dul eşi Joséphine de Beauharnais’ye ilk görüşte (bir baloda) ilgi duyuyor ve çok geçmeden onunla evleniyor.Vanessa Kirby ve Joaquin Phoenix

Kibirli, egosu yüksek...

Filmin bize sunduğu tarihsel profilde hayatının ana ekseni iki güzergâhta belirlenmiş bir kişilik var: Savaşlar ve seks. Savaşlar onun içindeki fetih duygusunu tatmin ediyor lakin takıntı haline getirdiği Joséphine’i pek fethedemiyor. Mesela Mısır seferindeyken kendisini genç bir subayla aldattığını öğrenmesinin ardından apar topar Fransa’ya dönüyor ama ona karşı olan çaresizliğiyle elinden pek bir şey gelmiyor. Zaten bu süreçte iplerin kendisinde olduğunun çoktan farkına varan Joséphine, kocasına “Bensiz bir hiçsin” diyor.
Ridley Scott’ın yapıtı nihayetinde imparatorluk koltuğuna oturan Napolyon’u, Rus seferi ve kaderini belirleyen Waterloo Muharebesi’nin de olduğu dönemeçlerle perdeye aksettiriyor. Bu savaş bağımlısı, dehasına tutkun, kibirli, egosu yüksek kişilik yer yer durum komiği sahnelerle seyirci önüne geliyor. Onun için rakibinin İngiliz, Rus, Prusyalı veya Osmanlı olmasının özel bir anlamı yok, yeter ki savaşacak bir neden bulsun... Tabii Sezar ve Büyük İskender gibi liderler arasında kendisine de yer açmak isteyen böylesi ihtiraslı kişiliğin bedelini, orduları ve muharebelerde yitip giden askerlerin kanları ödüyor. Nitekim Napolyon’un girdiği savaşlarda ve çıktığı seferlerde toplam 3 milyon Fransız askeri hayatını kaybediyor.

Öte yandan Scott’ın yapıtı öncesi lise zamanı TRT’de izlediğim Sergey Bondarchuk imzalı ‘Waterloo Savaşı’nın (Waterloo, 1970) karşısına yeniden oturdum ve ‘Napolyon’ öncesi bir tür ders çalıştım! Kıyaslama düzlemine geçersek İngiliz büyük ustanın filmi bir hayatı bütünüyle ele almanın problemlerini yaşamış görünüyor.

Yazının Devamını Oku