ExorcIst: İnançlı
◊ Yönetmen:
David Gordon Green
Oyuncular:
Leslie Odom Jr.,
Lidya Jewett, Olivia O’Neill, Jennifer Nettles, Ann Dowd, Ellen Burstyn, Raphael Sbarge, E. J. Bonilla, Antoni Corone, Danny McCarthy
ABD yapımı
Victor Fielding 13 yıl önce çıktıkları Haiti gezisinde hamile karısını depremde kaybetmiş ve kızını tek başına büyütmüş bir babadır. Angela günün birinde okul çıkışı en yakın arkadaşı Katherine’le ortadan kaybolur. Ormana dalmışlar ve yok olmuşlardır. Üç gün sonra bir çiftliğin bahçesinde bulunurlar. Onlara göre kayıp olarak geçirdikleri süre birkaç saattir. Normale dönmeleri beklenirken iki kızda da tuhaf haller baş gösterir, çünkü içlerine şeytan girmiştir.
Doğu’da, karların üzerini örttüğü bir köy ve burada, dört yılını doldurmaya ve ilk fırsatta İstanbul’a tayinini aldırmaya hazırlanan bir resim öğretmeni Samet... En yakın arkadaşı, aynı evi paylaştıkları meslektaşı Kenan’dır. Bu, ritüelleri belli yörede beklenmedik bir mesele kapılarını çalar. Sınıfta yapılan bir aramada, Samet’in en çok sevdiği öğrencisi konumundaki Sevim’in çantasında bir aşk mektubu bulunur. Bu mektubun kime yazıldığı bellidir; sonrasında iş büyür ve iki ev arkadaşı bazı kız öğrencilere daha fazla yakınlık gösterdikleri gerekçesiyle suçlandıklarını anlarlar. Okul yönetimi ve yörenin Milli Eğitim Müdürlüğü meseleyi resmiyete dökmez ama dikkatli olmaları konusunda sözlü uyarıda bulunur. Derken ikilinin önlerinde yeni bir keşif adası belirir; yakın kasabadaki İngilizce öğretmeni Nuray. Samet, ailesinin ısrarla evlendirmek istediği Kenan için Nuray’ın doğru bir aday olduğu düşüncesindedir lakin samimiyet çemberi ilerledikçe bu üç genç insan arasındaki gelgitler farklı güzergâhlarda seyredecektir...
Nuri Bilge Ceylan’ın ilk kez bu yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen son filmi ‘Kuru Otlar Üstüne’nin konusu kısaca böyle. Sinemamızın uluslararası sularda en bilinen ismi konumundaki ‘auteur’ yönetmenimiz, senaryosunu Akın Aksu ve Ebru Ceylan’la birlikte kaleme aldığı söz konusu yapıtında genel olarak insan yüreğinin ve de ruhunun haritasında geziniyor. Öykü ilk başlarda #MeToo meselesine ilişkin sularda dolaşsa da çok geçmeden farklı bir denize açılıyor. ‘Kuru Otlar Üstüne’nin ana karakteri Samet ilk olarak herkesin sevdiği, cana yakın, yardımsever bir öğretmen profilinde karşımıza geliyor. Lakin zaman ilerledikçe ve karşısına kimi dönemeçler çıktıkça ruhunun derinliklerindeki kötülükler giderek yüzeye vuruyor. Önce tam olarak net bir şekilde ifade edilemeyen taciz suçlamasının ardından sınıfta yöreye, yörenin insan yapısına ve gelecekte bu sınırlar dahilindeki öğrencilerine “Zaten bir şey olacağınız yok, ileride bir şeyler ekerek hayatınızı geçireceksiniz” mealinde sözlerle öfkesini kusuyor. Sonrasında başlarda kendisine layık görmediği (!) Nuray’ın Kenan’la yakınlaşması onun için adeta mesele haline geliyor ve ardından genç kadının özgür kimliğinden, zekâsından, hayattaki duruşundan etkilenerek onu ele geçirilecek bir mevzi konumuna yükseltiyor.
Genel çizgileri itibariyle iyinin ve kötünün bahçesinde dolaşan; insan denen muammanın kuytularına inen ve oradan yalnızlık, megalomani, küstahlık, ilgi, kendini beğenme, kıskançlık, bencillik, intikam gibi temel meselelere uğrayan bir yapıt var karşımızda. ‘Kuru Otlar Üstüne’ biçim ve dertler bakımından ‘Kış Uykusu’yla ‘Ahlat Ağacı’nı tamamlayan bir noktada duruyor (Bu arada Samet’i, çıkışsızlıkları, yöre ve insanlarına olan öfkesi itibariyle ‘Kış Uykusu’nun eski tiyatro oyuncusu karakteri Aydın’a daha çok benzettim). Öte yandan bir-iki sahne dışında bütün öykünün karlı bir ortamda geçmesi ve bembeyaz bir örtünün yardımıyla sağlanan görsel estetik açısından da bu son adımı izlerken ‘Kış Uykusu’nun yanı sıra ‘Uzak’ da akla geliyor. Ayrıca ‘Kuru Otlar Üstüne’de Ceylan’ın son dönemdeki alameti farikası olarak dikkat çeken uzun diyaloglar yine öne çıkıyor. Lakin bu kez sanki daha bir ustalaşmış bir yapı ve örgüyle karşılaşıyor hissine kapılıyoruz.
Bu durumun kıyıya vurduğu en belirgin yanlardan biri de filmin doruk noktası olan Samet’in Nuray’ın evine gittiği akşam yemeği bölümüydü. Burada siyasi konumları açısından biri solcu diğeri liberal noktalarda bulunan ikilinin sizi hemen ritmine ortak eden karşılıklı atışmaları, hem içerik hem de gelgitleri açısından son derece sürükleyiciydi.
EN POLİTİK FİLMİ...
Benden önce film üzerine kalem oynatanların da belirttiği gibi ‘Kuru Otlar Üstüne’ Ceylan’ın en politik filmi aynı zamanda. Ana karakterlerden Nuray, Ankara Garı saldırısında bacağının bir kısmını kaybetmiş, Kenan’ın yakını bir öğretmeni PKK katletmiş, annesinin her gece eve gelene kadar camda beklediği Feyyaz’ın babası da yıllar önce faili meçhul olmuş. Altın Koza’daki gösterim sonrası düzenlenen basın toplantısında sinemasındaki bu politik dokunuş (sinema yazarı arkadaşımız Olkan Özyurt tarafından) kendisine soruldu. Ceylan’ın cevabı şöyleydi: “Tanıdığımız bir arkadaşımızın hikâyesi bu. Ankara Garı patlamasında yaralanmıştı ve bölgede öğretmenlik yapıyordu. Onun hikâyesine odaklanınca patlama filme girdi. Tabii bölgede çekim yapınca o yörenin somut gerçekleri de filme sirayet ediyor. Bu tür meseleleri çok dikkatli kullanmak gerekiyor. Çünkü politikanın bir sanat eserinin, bir filmin önüne geçmesini istemiyorum. Ama öte yandan politikanın baskıladığı gerçekler, olgular, durumlar var; onları görünür kılmak da sanatçının görevi.”
Carmen vakti zamanında tıp okumak istemiş ama ataerkil yapı içinde babası kendisine izin vermemiş, o da ‘teselli armağanı’ olarak Kızılhaç’ta çalışmış emekli bir hemşiredir. Eşi Miguel ise Santiago’da bir hastanenin yönetici konumundaki doktorlarındandır. Bu orta yaşlı kadın bir sahil kasabasında deniz kıyısındaki evlerinin tadilatıyla uğraşırken hayır işleri vasıtasıyla tanıştığı rahip Peder Sánchez ondan, bir tür emanet olarak gördüğü gençle ilgilenmesini ister. Elías yaralıdır, rahibin iddiasına göre bir hata yaparak hırsızlığa soyunmuştur ve şimdilik gözlerden ırak bir şekilde saklanması gerekiyordur...
Şilili oyuncu Manuela Martelli, ilk yönetmenlik denemesi ‘1976’da ülkesinin acılı yakın tarihinde geziniyor. Son derece sakin ve bence bir ilk filme göre gayet olgun bir anlatım eşliğinde derin bir vicdan ve hafıza tazelemesi niteliği taşıyan bu yapım yerelden evrensele uzanan bir çabanın ifadesi olmuş. Hatırlanacağı gibi 1973’te Şili’nin Salvador Allende yönetimindeki sosyalist hükümeti, General Augusto Pinochet’nin düzenlediği ABD destekli kanlı bir darbeyle devrilmiş ve ülkeye, 17 yıl sürecek faşist yönetim el koymuştu. Bütün bu süreçte binlerce muhalif öldürülmüş, çok sayıda insan da ülkeyi terk etmişti. ‘1976’ işte bu kapkaranlık dönemden bir kesiti, Carmen adlı ana karakteri eşliğinde perdeye taşıyor...
SÜRÜDEN AYRILIYOR
Bilindiği üzere ‘burjuvalar’ bu gibi dönemlerde o güzelim rahat hayatlarını sürdürebilmek için seslerini çıkarmazlar, aksine çoğu da hâkim koroya katılarak gündelik düzenlerine devam eder. Ya da çok bilinen bir benzetmeyle durumu açıklayalım; ortalık yanarken onlar saçlarını taramakla meşguldürler. Carmen aslında muhafazakâr sularda gezinen bir yapıya sahip; eşi, çocukları ve torunlarıyla mutlu mesut aile tablosunu sürdürme gayretinde. Fakirler için topladığı eski kıyafetleri kiliseye bağışlıyor, görme engellilere kitap okuyor ve böylece hayırsever bir insan olmanın gereklerini yerine getiriyor. Lakin sonradan muhalif bir genç olduğunu anladığı, bakımını ve tedavisini üstlendiği Elías vasıtasıyla hayatında yeni bir koridor açılıyor.
Filmin başında o evin tadilatıyla, boya rengini seçme işleriyle uğraşırken dışarıda birilerinin gözaltına alındığına tanık oluyoruz. Bu sahne rejimin kendinden olmayanlara dayattığı gündelik faşizm uygulamasında, gözlerini yaşananlardan kaçırarak hayatlarına devam edenleri göstermek açısından önemli bir vurgu. Sonrasında bu aymaz genel kitlenin bir parçası olan Carmen’in, Elías vasıtasıyla sürüden ayrılmasını ve son derece tehlikeli sulara yelken açmasını izliyoruz.
Eski sağlıkçı, şefkatli ellerini bu kez muhalifler için kullanmaya başlıyor, evindeki kaçak devrimcinin yoldaşlarına zorlu yolculuklar sonucu (arabasıyla yola çıkıyor, izlenmemek adına sürekli otobüs değiştiriyor vs.) mesajlar taşıyor, onu güvenli bir şekilde arkadaşlarına teslim etmek için çabalıyor. Bu arada Carmen’in öykünün başından beri sürekli sigara içtiğini ve uykusuzluk halleriyle ruhsal bir çıkmazın içinde olduğu görüyoruz; bu yeni meşgale onun için hem bir ‘hayırseverlik’ hamlesi hem de ait olduğu sınıfın olup bitene karşı gösterdiği aymazlığın yarattığı suçluluk duygusunu üzerinden atabilme fırsatına dönüşüyor. Benzer bir vicdani meseleyi Peder Sánchez’de de görüyoruz; geçmişte kimi insanların hayatına mal olan hareketinin kendi yüreğinde açtığı kapanması zor yarayı, en azından Elías’ı kurtararak bir parça onarmaya çalışıyor.
Evet, sinemada festival mevsimi başladı. Bu hafta sahne sırası Adana Altın Koza’nın... Bu yıl 30’uncusu düzenlenen organizasyon 24 Eylül’e kadar sürecek. Etkinlikte ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’, ‘Belgesel Film Yarışması’, ‘Uluslararası Kısa Film Yarışması’, ‘Ulusal Öğrenci Kısa Film Yarışması’ ve ‘Adana Kısa Film Yarışması’ gibi bölümler öne çıkıyor. Ayrıca dünya sinemasından seçkiler, belgesel gösterimleri, söyleşiler, sinema sempozyumu ve sergiler de sinemaseverlerle buluşacak.
Festivalin heyecanı en yüksek bölümü olan ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na katılan yapımları değerlendirecek olan jüri şu isimlerden oluşuyor: Ömer Faruk Sorak (Başkan), Bennu Yıldırımlar, Cezmi Baskın, Murat Uyurkulak, Nefes Polat, Özcan Vardar, Özgür Eken, Prof. Dr. Senem Erkılıç ve Senem Erdine. ‘SİYAD En İyi Film Ödülü’nü belirleyecek sinema yazarları jürisinde ise Övgü Gökçe, Yeşim Burul ve Talip Ertürk gibi isimler yer alıyor. Film Yönetmenleri Derneği tarafından verilecek ‘Film-Yön En İyi Yönetmen’ ödülü, Ceylan Özgün Özçelik, Emre Kayış ve Mahmut Fazıl Coşkun’dan oluşan jüri tarafından belirlenecek.
‘Belgesel Film Yarışması’nda yarışacak yapıtları ise Coşkun Aral, Cengiz Özkarabekir, Doç. Dr. Kurtuluş Özgen, Mustafa Ünlü ve Dr. Semra Güzel Korver değerlendirecek. ‘Uluslararası Kısa Film Yarışması’ jürisi de şu isimlerden oluşuyor: Prof. Dr. Bülent Çaplı, Feride Çetin, Emil Ovanesov ve İlker Savaşkurt. ‘Öğrenci Kısa Film Yarışması’na katılan yapımları Barış Atay, Serhat Gönen ve Vuslat Saraçoğlu değerlendirecek.
Yıl 1947… Ünlü dedektif Hercule Poirot kendini emekli ilan etmiş ve Venedik’e yerleşmiştir. Çatısından bütün şehri ve kanalları gören yeni mekânında huzur dolu, sessiz sakin günlerin beklentisi içindedir. Ne var ki kitaplarında kullandığı karakterle kendisini daha da popüler kılan Amerikalı polisiye yazarı Ariadne Oliver ziyaretine gelir ve bir anlamda ‘uyuyan dev’i tekrar ayağa kaldıracak hamlelerin işaret fişeğini yakar. Zengin bir dulun kızı olan Alicia Drake birtakım hayaletler gördüğünü iddia ettikten sonra intihar etmiştir. Annesi Rowena ‘Cadılar Bayramı’ döneminde evinde vereceği parti sonrası tanınmış medyum Joyce Reynolds öncülüğünde bir ruh çağırma seansı düzenleyecektir. Ariadne bu seansa Poirot’yu davet ederek hemen olayla ilgili soruşturma yapmasını ister hem de doğaüstü güçlere inanmayan dedektifi ‘spiritüel’ sularla (!) tanıştırmayı hedefler.
Yönetmenlik serüveninin ilk adımlarında yönettiği (ve aynı zamanda rol de aldığı) ‘Henry V’ ve ‘Dead Again’ gibi filmlerden dolayı ‘Dâhi’ sıfatıyla anılan ama sonrasında kimi etkileyici yapımlara imza atsa da genel olarak ortalama çizgilerde dolaşan Kenneth Branagh, kariyerinin son demlerinde kendisine yeni bir meşguliyet edinmiş görünüyor: Agatha Christie yapıtlarını sinemaya uyarlamak… 2017’deki ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’le (Murder on the Orient Express) başlayan bu yeni dönemde ikinci adım 2022’de ‘Nil’de Ölüm’le (Death on the Nile) gelmişti. Şimdi sahne sırası üçüncü hamle ni-
teliğindeki ‘Venedik’te Cinayet’te (A Haunting in Venice).
◊Yönetmen: Kenneth Branagh
◊ Oyuncular: Kenneth Branagh, Tina Fey, Jamie Dornan, Michelle Yeoh, Riccardo Scamarcio, Kelly Reilly, Camille Cottin, Jude Hill, Kyle Allen, Ali Khan, Emma Laird, ABD-İngiltere-İtalya ortak yapımı
Evet, Ayvalık bir kez daha yedinci sanatla buluşuyor. Seyir Derneği tarafından düzenlenen, direktörlüğünü Azize Tan’ın, program danışmanlığını da Fatih Özgüven’in üstlendiği Ayvalık Uluslararası Film Festivali bu geceki açılış töreniyle başlıyor. Ayvalık Belediyesi Büyük Park Amfitiyatro’da gerçekleşecek törenin ardından da başrollerini Julianne Moore ve Natalie Portman’ın paylaştığı, Todd Haynes imzalı “May December” isimli film gösterilecek.
Festival ‘Uluslararası Seçki’, ‘Sinema Yapmaya Çalışırken’, ‘İlk Filmler’, ‘Ve Ayvalık’, ‘Godard’a Saygı’, ‘Anılarına’ gibi bölümler eşliğinde seyirci karşısına çıkarken organizasyon dahilinde toplam 57 yapıt gösterilecek.
Bu arada Mey|Diageo’nun katkılarıyla geçen yıl ilk kez verilen “Yeni Bir ...” ödülü mevcudiyetini bu yıl da koruyor. Genç sinemacıların yetişmesi ve teşvik edilmesi amacıyla verilen 50 bin TL değerindeki ödülün bu yılki sahibi festivalin açılış gecesinde açıklanacak. “Yeni Bir ...” ödülünün seçici kurulunda Tayfun Pirselimoğlu, Dilde Mahalli, Eytan İpeker, Nil Kural ve Selen Uçer’in yer aldıklarını hatırlatalım.
Sinemamızın heyecan uyandıran son dönem yapıtları ‘Türkiye Sineması 2022-2023’ bölümünde izleyicilerle buluşacak. Bu bölümde şu yapımlar izlenecek: “Ayna Ayna” (Yön: Belmin Söylemez), “Kör Noktada” (Yön: Ayşe Polat), “Cam Perde” (Yön: Fikret Reyhan), “Sanki Her Şey Biraz Felaket” (Yön: Umut Subaşı), “Tavuri” (Yön: Derviş Zaim), “Kar ve Ayı” (Yön: Selcen Ergun), “Karanlık Gece” (Yön: Özcan Alper) ve “Oregon” (Yön: Kerem Ayan). Gösterimlerin ardından söyleşiler düzenlenecek.
İçinden Ayvalık geçen filmler!
Sinema Yapmaya Çalışırken başlıklı bölümde filmlerini inşa ederken neler yaşandığını perdeye aktaran yönetmenlerin yapıtları seyirci huzuruna çıkacak. Bu bölümde gösterilecek yapımlar şöyle: “Güzel Günler” / “Il sol dell’avvenire” (Yön: Nanni Moretti), “Çözümler Kitabı” / “The Book of Solutions” (Yön: Michel Gondry), “Ayı Yok” / “No Bear” (Yön: Jafar Panahi) ve aynı zamanda açılış filmi olan “May December” (Yön: Todd Haynes).
Film yapımcısı Julie Hart, annesi Rosalind’i Galler kırsalındaki sessiz, sakin bir otele götürür. Burası savaşta dul kalan teyzesinin yaşadığı eski bir malikânedir ve amaç bir anlamda yaşlı kadını hatıralarıyla buluşturmaktır ama geçmiş her zaman güzel anlara sahip değildir...
Daha çok ‘Hatıra’ (The Souvenir, 2019) ve ‘Hatıra: 2. Bölüm’ (The Souvenir: Part II, 2021) filmleriyle tanınan İngiliz yönetmen Joanna Hogg son çalışması ‘Sonsuz Sır’da (The Eternal Daughter) anne-kız ilişkisi odağında bir öykü anlatıyor. Sinemacı olan Julie’nin asıl amacı, annesi üzerine çekeceği filmin ana hatlarına, detaylarına ve genel çerçevesine son çizgileri atmaktır. Ama onları otele getiren şoförün de vurguladığı gibi yapıda ürkütücü bir hava vardır. Nitekim geceleri gıcırdama hissi veren tavan, açılan oda kapısı ve yataktan fırlayıp giden köpekleri Louis, sık sık çöken sisle birlikte etrafa yayılan kasvet, tül perdede kendini hatırlatan rüzgâr derken ortama gerilim yüklenir. Ayrıca mekâna ayak bastıkları andan itibaren ters davranan ve Julie’yle aralarında sürekli pasif-agresif bir etkileşim olan resepsiyondaki kız da cabasıdır. Aynı zamanda yemek servisini yapan bu kız, zamanla onlara bomboş olduğu hissi veren otelde her istekleri için zorluk çıkarır. Sonradan fark ettikleri, oteldeki kimi bakım işlerini üstlenen, yakın zaman önce de eşini kaybetmenin acısını derinden yaşayan Bill ise onlar için yeni ve samimi bir iletişim odağı olur.
Julie’nin asıl derdi annesine dört başı mamur bir doğum günü ortamı hazırlamaktır. Adım adım yaklaşılan bu finale kadar anne-kız geçmişin sayfalarında dolaşırlar. Lakin anılar deşildikçe sevinçlerden çok hüzün ve yaşlı kadının yüreğinde kalan acı dolu izler daha ön plana çıkar. Örneğin Rosalind, Joss Teyzesine ait bu malikânede günlerini geçirirken savaşta kardeşini kaybettiğini ama cenazeye gidemeyecek kadar küçük olduğunu hatırlar. Günler anne-kız için giderek bir hesaplaşmaya dönüşür. Yaşlı kadın her şeye hoşgörülü, sakin bakar. Julie ise çocuk sahibi olamayacağı fikriyle ve sonsuza dek annesinin kızı olarak kalacağı düşüncesiyle yüzleşirken bu duruma ilişkin üzüntüsünü saklayamaz ve bunu Rosalind’e hissettirir.
İki yıl önce aşırı dozda uyku hapı alma sonucu kaybettiği annesinin ardından toparlanmakta zorlanan Mia, aradığı sevgi ve şefkati yakın arkadaşının ailesinde bulmuştur. Jade, kardeşi Riley ve anneleri Sue, ona adeta kol kanat germiştir. Derken aynı yaş grubuna ait gençlerin yoğun olduğu bir partide, aykırı dostları Hayley ve ‘suç ortağı’ Joss onları tuhaf bir oyuna davet eder. Bir tür ruh çağırma seansı şeklinde gelişen bu eylemde üstü seramikle kaplı, mumyalanmış bir el tutulacak ve “Konuş benimle” denilecektir. Bir sonraki adımda da konuşma teklifini kabul eden ‘kişi’nin içine girebilmesi için istekte bulunulur. Bütün bu aksiyonun toplam süresinin 90 saniyeyi geçmemesi gerekmektedir. Mia bu seansa katılır ve farklı bir evrenin varlığını keşfeder. Lakin sonrası o ve çevresi için geri dönülemez bir felaketin ifadesidir.
Bizde pek tanınmayan ama ülkeleri Avustralya’da popüler olmuş kanlı parodi serisi ‘RackaRacka’nın yaratıcıları ikiz yönetmenler Danny ve Michael Philippou’nun ilk uzun metrajı ‘Konuş Benimle’ (Talk to Me) bildik gençlik gerilimleri gibi başlıyor. Partiler, aralarında eski ilişkilerin taşıdığı gerilimler olan gençler, heyecan arayışları derken karşılarına çıkan yeni bir seçenekle ruhlar âlemine uzanıyorlar. Bu tablo ve baştaki kanguru sahnesi izleyicide “Nihayetinde öykü ‘Geçen Yaz Ne Yaptığını Biliyorum’vari bir yere mi evrilecek” türünden hisler uyandırsa da zamanla filmin farklı bir derdi olduğunu anlıyoruz. ‘Konuş Benimle’ ana rotada ilerlerken ‘Çizgi Ötesi’ (The Flatliners) türü bir ara sokağa giriyor. Ana karakterler mum yakıp o tuhaf elle birlikte öte dünyayı mekân tutmuşlarla muhabbete girip geri dönme seansından haz duyuyorlar ve her biri bu eylemi gerçekleştirmek için can atıyor. Ama karşılarına çıkan ruhların onlara ödettikleri bedeller farklı, hatta bazıları için çok ağır oluyor. Özellikle Riley’nin kanlı seansı dolayısıyla Mia’nın kendisine hamilik yapan aileyle arası bozuluyor. Derken genç kız kaybettiği annesini sık sık görmeye başlıyor ve karşısına çıkan bu ‘varlık’ ölümünde babasının suçu olduğunu söylüyor. Bu durumda Mia zaten aralarında mesafeli bir ilişki olan babasıyla yeni çatışmalar yaşıyor.
KANLI VE ŞİDDET DOZU YÜKSEK
Lakin ‘Konuş Benimle’nin asıl gezindiği sularda ‘yitip giden çok sevilen bir yakının yarattığı boşluk, hüzün, acı ve keder duygusu’nu buluyoruz. Ve bütün bu genel çıkışsızlık haliyle baş edememe durumunu... Mia annesinin yokluğunu unutamıyor, babası yerine en yakın arkadaşı ve ailesiyle durumu idare etmeye çalışıyor ve tam bu esnada karşısına çıkan ‘mumyalanmış bir el’ vasıtasıyla öte dünyaya açılan bir geçidin varlığını keşfediyor. Daley Pearson’ın bir hikâyesinden yola çıkarak Danny Phillippou ve Bill Hinzman’ın ortaklaşa kaleme aldıkları senaryo, ‘gençlik gerilimleri’nin klişeleriyle flört ederek ilerliyor ve nihayetinde genel toplamda derdini açığa çıkarıyor. Ve bu süreçte hikâyesini fazlasıyla kanlı, şiddet dozu yüksek kimi sert sahnelerle görselleştiriyor.
Ama bütün bu gelgitler içinde ‘Konuş Benimle’nin çok da özgün bir yapıya sahip olduğu kanaatinde değilim. Şu noktayı da belirteyim; Philippou kardeşlerin filmi dışarıda gösterime çıktıktan sonra tıpkı birkaç yıl önce olduğu gibi Jordan Peele’nin ‘Get Out’una benzer şekilde göklere çıkarıldı ve ‘son dönemlerin en iyi gerilim filmi’ olarak lanse edildi. Hatta Steven Spielberg, Stephen King, Jordan Peele, Ari Aster ve George Miller’ın ardından son olarak Peter Jackson da
‘Konuş Benimle’yi övenler kervanına katıldı. Dolayısıyla gidin, görün, kararınızı verin derim. Bana sorarsanız birkaç sahnesi ilgiye değer ama ortalamayı aşamamış bir film.
Son olarak ana karakter Mia’yı canlandıran Sophie Wilde’ın etkileyici bir performans sunduğunu ve Edith Piaf’ın ‘La Foule’ü eşliğindeki sahneyi de beğendiğimi belirteyim...