Uğur Vardan

Ay’ın karanlık yüzü...

26 Ağustos 2023
29 kişiyi öldüren bir seri katil ve onu yakalamak için çabalayan genç bir polis memuruyla deneyimli bir FBI büro şefi. Shailene Woodley ve Ben Mendelsohn’un başrollerini paylaştığı ‘Katili Yakalamak’ modern toplumların karanlık yüzüne ayna tutan ve bireysel silahlanma bağımlılığına karşı ödenen bedellere ilişkin hatırlatmalarda bulunan bir polisiye-gerilim. Tavsiye ederim...

Katili Yakalamak
◊ Yönetmen: Damián Szifron
◊ Oyuncular: Shailene Woodley, Ben Mendelsohn, Jovan Adepo, Ralph Ineson, Richard Zeman, Dusan
Dukic, Jason Cavalier, Nick Walker, Darcy Laurie
ABD-Kanada ortak yapımı

Her yeri olduğu gibi Baltimore’u da yılbaşı heyecanı sarmıştır. Hatta partiler için start verilmiş, müdavimler çoktan mekânların yolunu tutmuştur. Derken yüksek katlı bir binada düzenlenen partideki konukların üzerine keskin bir nişancı er yeri olduğu gibi Baltimore’u da yılbaşı heyecanı sarmıştır. Hatta partiler için start verilmiş, müdavimler çoktan mekânların yolunu tutmuştur. Derken yüksek katlı bir binada düzenlenen partideki konukların üzerine keskin bir nişancı tarafından ateş açılmak suretiyle bir katliam gerçekleştirilir. Olaya el koyan FBI bölge ofisinin şefi Geoffrey Lammark, kimi cevaplarıyla zeki olduğuna karar verdiği çaylak polis memuru Eleanor Falco’yu da soruşturmaya dahil eder ve tam 29 kişi-nin ölümüne sebep olan seri katilin peşine düşerler. 2014 ya-pımı ‘Relatos salvajes’ (Asabiyim Ben) adlı Arjantin filminin yönetmeni olarak tanınan Damián Szifron’ın, senaryosunu Jonathan Wakeham’la birlikte yazdığı ‘Katili Yakalamak’ (ilk orijinal ismi ‘Misanthrope’tu ama sonradan gösterime ‘To Catch a Killer’ adıyla çıktı) düşük beklentiyle gittiğiniz ama izlerken sizi çarpan yapımlardan biri olmuş. Ya da en azından benim için diyeyim, çünkü yabancı eleştirmenlerin çoğu filmi beğenmemiş. 

FBI bu kez 29 kişiyi öldüren seri katilin peşine düşüyor.

‘Katili Yakalamak’ karın esir aldığı ve karanlığa mahkûm ettiği bir Baltimore ortamında iklimin yanı sıra gizemli bir seri katille birlikte tonunu daha da arttıran depresifliğin boğduğu hem şehir sakinlerini hem de olayı çözmek için çabalayan görevlileri anlatıyor. Film genel çerçevesi itibariyle artık klişeleri ve bugüne kadar sunduğu prototipleriyle yeterince iyi bildiğimiz bir türe dönüşen polisiye-gerilime yeni dokunuşlar katma çabasında. Bence bu derdinin üstesinden geliyor ve bir yanıyla karakterlerinin psikolojik okumalara açık taraflarını bizlerle paylaşıyor, bir diğer yanıyla da genel olarak bir ‘çağ tasviri’ne soyunarak zamanının sosyolojik reflekslerinin altını çiziyor.

Yazının Devamını Oku

Ve huzurlarınızda Latin bir 'süper kahraman' daha...

19 Ağustos 2023
DC Comics’in sinemada boy gösteren son ‘süper kahraman’ı ‘Blue Beetle’, tıpkı ‘Örümcek Adam’ın animasyon versiyonu gibi, özellikle Hispanik seyirciye seslenen bir yapımla karşımıza çıkıyor. Silah endüstrisinin önde gelen bir şirketine karşı girilen mücadeleyi anlatan film, temel mesajını aile kurumu övgüsüne soyunarak veriyor.

Jaime Reyes, hukuk eğitimini bitirir ve baba ocağına döner. Lakin onun yokluğunda ev sahibi kirayı üç katına çıkarmak istemiş (Ah bu ev sahipleri, dünyanın her yerinde aynılar!), aile, evlerinden ayrılma hazırlıklarına başlamış, babasında da sağlık sorunları baş göstermiştir. Jamie, bunca derdin kendisine yansıtılmamasına ilişkin vicdan azabı duyar ve bir an önce işe girmeye çalışır. Tesadüf eseri devasa silah şirketi Kord’ların asi ortağı Jenny’den bir iş teklifi alır. Genç kız, teyzesi Victoria’nın dünyayı ele geçirme planlarını engelleme çabasındadır ve iş görüşmesine giden Jaime’ye saklaması için bir emanet verir. Eve dönüşte aile bu emanetin ne olduğunu anlamaya çalışırken karşılarına çıkan mavi bir böcek formundaki nesne Jaime’nin vücudunu ele geçirir ve yeni bir ‘süper kahraman’ doğar!

Çizgi roman âleminin Marvel’la birlikte iki büyük aksından DC Comics’in karakterlerinden ‘Blue Beetle’, ilk kez 1939’da okur karşısına çıkmıştı. Başlarda kahramanın adı Dan Garret’tı, 1964’te isim Dan Garrett’a dönüşürken 1966’da Ted Kord sahaya sürüldü ve nihayetinde de 2011’de geçmişin üzerine sünger çekilerek ‘Blue Beetle’, Jaime Reyes adında yeni bir kişiliğin üzerinden okurla buluştu. Girişte konusunu özetlediğimiz ve bu ‘süper kahraman’ın sinemadaki ilk yansıması niteliğini taşıyan filmde de Meksika kökenli Reyes’in sıradan bir genç konumundan doğaüstü güçlere kavuşmasının serüvenini izliyoruz.



Artık sadece beyaz, Batılı olarak kodlanan tek bir seyirci profili yok, pazar son derece geniş ve bu genişlik göz önüne alınarak potansiyeli yüksek, çeşitli coğrafyalara seslenen, onların gönlünü alan yapımlar çekiliyor. Meseleyi şöyle açalım; örneğin ‘Örümcek Adam’ın animasyon versiyonunda artık kahramanın genç bir Hispanik olduğunu gördük. Çünkü Hispanikler stüdyolar açısından son derece geniş bir pazar ve bu seyirci profiline göre film üretmek kuşkusuz kârlı bir yatırım. Nitekim ‘Blue Beetle’da da aynı refleksi görüyoruz; Angel Manuel Soto’nun yönettiği yapımda ana karakter Meksika kökenli ve film boyunca Jaime ve ailesi ön planda. Ayrıca diyalogların çoğunda İspanyolca deyimler, terimler var ve bir Meksika dizisine göndermelerde bulunuluyor. Asıl önemlisi de ana karakterin karşısına çıkan ‘kötü adam’ın (Conrad Carapax) aslında Guatemala kökenli olduğunu anlıyoruz.

Esas oğlan Jamie fakir ama mutlu. Esas kız Jenny ise zengin bir aileden geliyor ama mutsuz büyümüş.

Yazının Devamını Oku

Bay Hulot’yla buluşma zamanı...

12 Ağustos 2023
Fransız sinemasının unutulmaz yaratıcılarından Jacques Tati’nin klasikleşmiş karakteri Bay Hulot’nun serüvenlerini anlatan ‘Bay Hulot’nun Tatili’, ‘Amcam’ ve ‘Oyun Vakti’, ‘Başka Sinema’nın özel programı dahilinde bu hafta sinemaseverlerin karşısına çıkıyor.

‘Bay Hulot’nun Tatili’

Jacques Tati, emsalsiz pandomim yeteneğiyle bir müzikhol yıldızı olarak parlamıştı. Daha sonra rotasını sinemaya çevirdi ve unutulmaz yapımlara imza attı. Yönetti ve oynadı da. Ekim 1907’de doğan ve Kasım 1982’de aramızdan ayrılan Fransız yaratıcının üç önemli yapıtı bu hafta ‘Başka Sinema’nın özel programı dahilinde salonlarımıza uğruyor. 1953 yapımı ‘Bay Hulot’nun Tatili’ (Les vacances de Monsieur Hulot), Tati’nin saf, iyi niyetli ama sakar karakteri Bay Hulot’yla sinemaseverleri tanıştıran ilk adım niteliğini taşıyor. Zamana yenik düşmeyen klasiklerden olan bu yapıt bir tatil yerinde gündelik hayatın rutin denklemlerindeki ayrıntılardan oluşan bir dizi komik vakalar sunar seyircisine. Asıl olarak hikâye Bay Hulot’nun sahilde kalacağı otele gelmesi ve ardından olayların gelişmesi üzerine kuruludur.'Amcam

Program dahilinde gösterilen bir diğer film ‘Amcam’da (Mon oncle) ise Bay Hulot’nun teknolojiyle mücadelesini izleriz. Ana karakter, kız kardeşi ve eşinin modern aletlerle donatılmış evinde zorlu bir sınava tutulurken Tati sözde hayat kalitesini yükseltmek için tasarlanmış kimi unsurların aslında klasik konforumuzu ve huzurumuzu bozduğunun altını çizmeye çalışır. 1958 tarihli ‘Amcam’, Cannes Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’ kazanmıştı.'Oyun Vakti’

Bir tür ‘Don Kişot’

Tati’nin bu hafta salonlara uğrayacak son filmi ise ‘Oyun Vakti’ (Playtime). Bay Hulot’nun her tarafı modern gereçlerle dolu Paris’teki şaşkınlığını ve yolunun Amerikalı bir turist kadınla kesişmesini anlatan yapım zamanının (1967 tarihliydi) en yüksek bütçeli Fransız filmi olmuştu. Futurist bir kentte geçen bu film için Tati, büyük maliyetlerle sıfırdan bir plato inşa etmiş, film gişede beklenen rakamlara ulaşmayınca da 10 yıl boyunca borçlarını ödemekle uğraşmıştı. Yabancı bir eleştirmen bu klasik için şöyle yazmıştı: “Hiçbir film ‘Playtime’ kadar zengin bir izleme deneyimi sunamaz.”

Bu klasikleri büyük perdede izlemek elbette çok farklı bir keyif ve aynı zamanda bir tür ‘eğitim-öğretim’ hamlesi. Modernist yeldeğirmenlere karşı bir tür ‘Don Kişot’ tavrı gösterirken aslında modern sinemanın izlerini süren bir yaratıcı olan Jacques Tati’nin bu üçlemesini kaçırmayın deriz.

Ve diğer seçenekler...'Perili Köşk’

Bir anne ve oğlu, evlerini doğaüstü işgalcilerden kurtarmak için ‘sözde’ ruhani uzmanlardan oluşan bir ekipten yardım ister. Justin Simien’in yönettiği ‘Perili Köşk’ün (Haunted Mansion) kadrosunda LaKeith Stanfield, Tiffany Haddish, Owen Wilson, Danny DeVito, Rosario Dawson, Jamie Lee Curtis ve Jared Leto gibi isimler yer alıyor. Emma adlı bir kadının perili bir radyo ve onun arkasındaki şeytani varlıkla olan mücadelesini anlatan ‘Sessiz Kâbus’ (Sound of Silence) üç yönetmeni; Alessandro Antonaci, Daniel Lascar ve Stefano Mandala’nın imzalarını taşıyor, filmde başrolleri ise Lucia Caporaso, Chiara Casolari, Guido Carta ve Micol Damilano gibi isimler paylaşıyor. Diğer yapımlarsa şöyle: ‘Gölge Ajan: İstanbul’da Ölümcül Hesaplaşma’ (Vzyat Gordeya / Yön: Ilya Kulikov-Anya Mirohina), ‘Borcumuz Borç’ (Yön: Abbas Karatekin), ‘Ehl’i Cin: İntikam’ (Yön: Batuhan Çelik) ve ‘Oda’ (Yön: Bülent Orçin). ‘Yumurtalar Firarda: Afrika Macerası’ (Un Rescate de Huevitos/ Yön: Gabriel Riva Palacio Alatriste-Rodolfo Riva Palacio Alatriste) ve ‘Bıcırıklar: Yeni Yuvamız’ (Die Mucklas… und wie sie zu Pettersson und Findus kamen / Yön: Ali Samadi Ahadi-Markus Dietrich) de minik izleyicilere seslenen iki animasyon.

Yazının Devamını Oku

Benim hayatım, benim varoluşum…

5 Ağustos 2023
‘Başkalarının Çocukları’, âşık olduğu kişinin küçük kızı vasıtasıyla annelik duygusunu tadarken kendi varoluşsal sorunlarıyla hesaplaşmak durumunda kalan bir kadının yaşadıklarını perdeye taşıyor. Rebecca Zlotowski’nin incelikli anlatımıyla ilerleyen yapım çarpıcı ve duyarlı bir öykü anlatıyor.


Rachel 40 yaşındadır ve artık bir çocuk sahibi olma zamanının giderek azaldığı hissine kapılmıştır ki,
tonton bir dede görünümündeki jinekoloğu da her randevuda bu durumun altını çizer. Öğretmenlik yaptığı liseden artakalan zamanlarında gittiği gitar kursunda karşısına çıkan Ali’ye âşık olur ve artık kendisine karşı hisleri zayıflayan yedi yıllık sevgilisini terk ederek yeni bir serüvene doğru yelken açar. Ali onun hayatındaki yeni ilgi merkezi olmanın yanı sıra 4 yaşındaki kızı Leila’yla birlikte de farklı bir heyecanın zirvesidir. Yahudi bir aileye mensup olan ve annesini çok küçük yaşlarda yitiren Rachel, kız kardeşinin de hamile olduğunu öğrenir. Tüm bu genel tablo içinde hayatı önce hoş, sonrasında acıya da evrilmeye müsait dönemeçlerle dolu bir çizgiye kayacaktır…Rachel rolünde izlediğimiz Virginie Efira’nın performansı olağanüstü.

Rebecca Zlotowski, beşinci uzun metrajı ‘Başkalarının Çocukları’nda (Les Enfants des Autres), anne olmayı düşlerken sevdiği adamın çocuğuyla hayatına yeni bir meşguliyet gelen bir kadının öyküsünü anlatıyor. Öte yandan bu hikâye, ana karakterinin duygularıyla ve özlemleriyle baş edebilmesini ya da onları dindirme fırsatı bulmasından ziyade bir yol ayrımı meselesini ön plana çıkarıyor. Rachel hem anne olmayı istiyor hem de gerçekten sevilmeyi, aradığı şefkati bulmayı. Yaşı itibariyle bir şeyleri kaçırdığı ya da kaçırmak üzere olduğu hissine de kapılınca işler onun için iyice sarpa sarıyor.

Yönetmen Zlotowski’nin aynı zamanda kendisinin kaleme aldığı senaryo yukarıda belirttiğim meselelerin hayattaki karşılığını çok başarılı bir şekilde yansıtan olay örgüleri ve perdedeki karşılığı itibariyle inandırıcı bir şekilde güçlü somut reflekslerle dolu. Şöyle açayım; Rachel, Leila’nın hayatında yeni bir hami, yeni bir kol kanat germe noktası olarak minik kızın gündelik yaşamında yerini alıyor. Üstelik anaokuluna gidip gelme sürecinde annesi Alice’le de tanışıyor ve aralarında güçlü bir elektrik doğuyor… Lakin Leila günün sonunda hep annesini arıyor ve Rachel’ın talep ettiği güveni bir türlü sağlayamıyor.

Filtresiz bir aktarım

Bu arada filmdeki üç kilit sahne; ana karakterinin ana resimdeki yerini sorgulamasına yol açıyor. Örneğin Ali ve Leila’yla birlikte çıktıkları kısa süreli tatilde Ali, tuttuğu takımın maçını akıllı telefonundan izlemeye çalışırken (spiker Neymar’ı çok zikrediyordu, sanırım Saint-Germain’liydi kendisi!) Leila’yla ilgilenilme işini Rachel’a devrediyor ve bir anlamda kendi üzerine düşen görevden çaktırmadan çekiliyordu. Keza dönüşte istasyonda Ali kızının peşine düşerken bir anlamda kendisi için kimin daha önemli olduğunu da göstermiş oluyordu. Ama asıl kilit sahne, hafif atlatılan bir trafik kazası sonrası heyecanla hastaneye gelen Ali’nin Rachel’ın hiçbir derdi tasası ya da kazaya ilişkin travması yokmuş gibi davranıp asıl olarak Leila’yı merak ettiğini gösteren hal ve tavırlarıydı… Bütün bunlar Rachel’ın ilişkideki ve küçük kızın hayatındaki yerini sorgular bir noktaya taşıyor ve denklemin yeniden tartışılmasına yol açıyor.

‘Başkalarının Çocukları’ aslına bakarsanız hayatın içinden çekip çıkarılmış bir öyküyü ve öykünün yansıması olan kimi anları seyircisiyle paylaşmaya çalışan mütevazı bir film. Fakat Rebecca Zlotowski’nin o denli sıcak, araya ‘filtre’ koymadan aktarmayı başaran, samimi bir anlatımı var ki; Rachel’ın bütün duygu ve düşüncelerini eksiksiz biçimde seyircisinin zihnine ve yüreğine geçiriyor. Yabancı bir eleştirmenin deyişiyle filmde karakterler karakter gibi değil, gerçek insanlar gibi karşımıza çıkıyor ve bizleri dertlerine ortak etmeyi biliyor, başarıyor. Sanırım bu tablonun gerçekleşmesinde Rachel rolünde izlediğimiz Virginie Efira’nın olağanüstü performansının büyük payı var. Paul Verhoeven’in ‘Benedetta’sından da hatırlanan oyuncu ‘Başkalarının Çocukları’nda her şeyiyle çok başarılı. Keza minik Leila’da Callie Ferreira-Gonçalves çocukluğunun masumiyetiyle birlikte çok inandırıcı. Leila’nın annesi Alice’te de Chiara Mastroianni’yi izlediğimizi belirteyim. Ben bir de Rachel’ın uzattığı eli havada bırakan uyumsuz öğrenci Dylan’ı canlandıran Victor Lefebvre’ı beğendim. Yaşlı jinekologda

Yazının Devamını Oku

Masumiyetin olmadığı topraklarda

29 Temmuz 2023
Kolombiyalı yönetmen Andrés Ramírez Pulido ilk uzun metrajlı çalışması ‘Sürü’de bir grup suçlu çocuk üzerinden çizgi dışına taşan portrelerde dolaşıyor. Geçen yıl Cannes’ın ‘Eleştirmenler Haftası’nda En İyi Film ve En İyi Senaryo’yu kazanan bu yapım, insanın içine oturan bir öykü anlatıyor.

Suçlu çocukların kaldığı, gözlerden ırak, Kolombiya’nın ormanlık bir bölgesinde, bir tür rehabilite merkezi… Başta üç çocuk vardır ve liderleri olarak Eliú öne çıkar. Gün boyu yaptıkları işler merkezin yanındaki bakımsız havuzu temizlemek, ormanda ağaç budamak ve kendileriyle birinci elden sorumlu olan Álvaro’nun terapi seanslarına katılmaktır. Derken merkeze dört çocuk daha nakledilir. İçlerinde Eliú’nun eskiden tanıdığı ve birlikte suç işledikleri El Mono da vardır. Bu başına buyruk karakter, merkezin onlara dayattığı kurallara sürekli karşı çıkar ve bir tür kaosa yol açar. Güvenlik kanadındaki Godoy ise Álvaro’nun tersine baskıdan yanadır ve kafasını kaldıranın cezalandırılması gerektiğini düşünür.Seyircisini çarpan, yüreğine işleyen ve hüzünlendiren bir yapım olmuş.

1989 Bogota doğumlu yönetmen Andrés Ramírez Pulido, üç kısa filmin ardından yukarıda konusunu özetlediğim ‘Sürü’yle (La Jauría) ilk uzun metrajına imza atmış. Ergenlik, aile, suçla olan ilişki, çaresizlik, sisteme ve çevreye olan güvensizlik gibi temalar etrafında seyircisini çarpan, yüreğine işleyen ve hüzünlendiren de bir yapım olmuş ‘Sürü’. Merkezde sonradan katılanlarla birlikte toplamda yedi çocuk var. Yönetmen Pulido’nun kaleme aldığı senaryo aslında bu grubun içindeki Eliú’yla El Mono’nun yaşadıklarına öncelikli olarak kulak kabartıyor. Öte yandan öykü zamanla içindeki katları açtığında meseleye Álvaro da dahil oluyor. Ve sonrasında erkek çocukların babalarıyla olan sorunları perdede kıyıya vuruyor. Uzun süre sanki kenara atılmış ve günün birinde silaha sarılmak zorunda kalmış çocukların dertleri bize aktarılıyormuş gibi geliyor. Fakat film belli noktalardan sonra ait olduğu coğrafyanın genel kaderi üzerine de hatırlatmalarda bulunuyor.

Öte yandan ‘Sürü’ kendi içinde bir güzergâh belirleyip ilerlerken El Mono’nun aralarına katılmasıyla Eliú’nun neden o merkezde olduğuna dair soru işaretleri de zamanla şeffaflık kazanıyor. Ve içine attığı dertlerle birlikte büründüğü o, bir tür genç ‘bilge’ görüntüsünün de kaynağı açığa çıkıyor. Ben mesela bunun öyküde ağır ağır verilme biçimini çok beğendim. Filmin başardığı en önemli şeylerden biri de Álvaro’nun kişisel çabalarıyla verdiği ahlaki ve vicdani eğitimin, onlara bu ortamda bir anlamda özgüven aşıladığını belirtmesi ama aslında gerçeğin böyle seyretmediğine dair yaptığı vurguydu. Çünkü sistem için onlar ayak bağı olmanın ötesinde bir anlam taşımıyorlar. Merkezin bağlı olduğu birimin başındaki kişinin de çocuk suçluları mevsimlik işçi mantığıyla sahaya sürmenin dışında bir derdi yok.SÜRÜ

◊Yönetmen: Andrés Ramírez Pulido
◊Oyuncular: Jhojan Estiven Jimenez, Maicol Andrés Jimenez,Wismer Vasquez, Jhoani Barreto, Juan Diego Mayorga, Dubán Aguirre, Felipe Ortiz, Miguel Viera, Diego Rincón, Carlos Steven Blanco, Ricardo Alberto
Parra, Marleyda Soto, Andrés Ramírez Pulido

Kolombiya-Fransa ortak yapımı

Yazının Devamını Oku

‘Şimdi ben ölüm oldum!’

22 Temmuz 2023
Christopher Nolan ‘Oppenheimer’da ‘atom bombasının babası’ olarak da anılan, barış adına yola çıkıp onca kişinin ölümüne sebep olan J. Robert Oppenheimer’ın çalkantılı hayatını perdeye taşıyor. Film Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların inşa aşamasıyla birlikte 1950’lerde söz konusu biliminsanı hakkındaki komünizm suçlamasıyla açılan soruşturma sürecine odaklanıyor.

Zengin bir aile, iyi bir eğitim, başarılı bir akademik kariyer... Bilim kadar felsefeye, sanata, edebiyata, özellikle de şiire merak. Nihayetinde güvenilir bir fizikçi olarak yıldızı 2. Dünya Savaşı döneminde parladı. Nazilerin nükleer güce sahip olabilme ihtimali üzerine ABD’nin uygulamaya koyduğu ‘Manhattan Projesi’nin başına getirildi. İki yıl boyunca, çoğu biliminsanı olan yaklaşık 2 bin kişinin çalıştığı ve devletin 2 milyar dolar ayırdığı bu proje sonucunda iki atom bombası Hiroşima ve Nagazaki’ye atıldı. Aslında barış yanlısıydı, bir zamanlar Amerikan Komünist Partisi’nin faaliyetlerine katılmıştı. İnsanlığın daha iyi noktalara gelebilmesi için uğraşıyordu ama iki büyük katliamın yaratıcısı olmuştu.

Evet, Julius Robert Oppenheimer’ın işte böyle ‘trajik’ bir serüveni vardı. Christopher Nolan, 2005’te yayımlanan, Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in yazdığı ‘Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenhei mer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü’ (American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer) adlı kitaptan senaryosunu uyarladığı filmiyle bu öyküyü sinemaya taşıdı. ‘Oppenheimer’ adındaki yapım, iç içe geçmiş bir anlatım üslubuyla iki temel meseleye odaklanıyor. Biri savaş sonrası ülkeyi saran komünizm paronayası eşliğinde ana karakterin 1954’te Sovyetler hesabına çalışıp çalışmadığının sorgulanması. Diğeriyse geçmişte tanıdığı biliminsanlarını etrafına toplayıp New Mexico yakınlarında inşa edilen Los Alamos’taki atom bombası inşa çalışmaları... Tabii bu arada Robert Oppenheimer’ın yolun başında âşık olduğu ve kendisini bir anlamda komünist ideolojiyle tanıştıran Jean Tatlock’la ilişkisi ve Kitty Puening’le olan evliliği de filmin gezindiği kıyılar arasında.

Oppenheimer Yahudiydi ve atom bombası projesinde çalışırken bir anlamda Hitler’in zulmüne ‘Dur’ diyecekti ve asıl motivasyonu buydu. Ama sonradan anlaşıldığı üzere Nazi cephesinde nükleer silah yapacak birikim ve durum yoktu. Zaten ‘Manhattan Projesi’ ete kemiğe bürünüp atılacak bombalar ortaya çıktığında ‘Führer’ ölmüş, Almanlar yenilgiyi kabul etmişti. Bu durumda ABD cephesi “Japonları teslime zorlayacağız” türünden bir gerekçeyle projeye devam etti. Birçok biliminsanı ve aydın, yetkilileri bombaların atılması fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. İmzalar toplandı, kampanyalar düzenlendi, ama nafile...

Oppenheimer sorunlu bir kişiliğe sahipti, edebiyata, felsefeye ilgi duyuyor, ‘hümanist’ takılıyor ama bir yandan da kendi yarattığı oyuncağın şehvetine kapılıyordu. Bombaların atılmasına onay verenlerdendi o da. Süreç onu idealizmden oportünizme taşımıştı. Böylesi bir hayat öyküsü Christopher Nolan gibi her şeyiyle ‘büyük sinema’ yapmak isteyen bir yönetmenin tam da aradığı adresmiş gibi görünüyor. Lakin bence ‘Oppenheimer’ bir tercih sorunsalına yenilmiş gibi. Film dönemin Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un ön plana çıktığı ve siyah-beyaz görüntülerden oluşan (bu bölümler George Clooney’nin ‘İyi Geceler ve İyi Şanslar’ filmini hatırlatıyor) soruşturma faslı vasıtasıyla çok uzamış. Ve asıl odaklanılması gereken yer gibi duran gelgitli hayat öyküsü (bu kısım da Ron Howard’ın ‘Akıl Oyunları’nı akla getiriyor) de yeterince didiklenmiyor. Çünkü Oppenheimer’ın soruşturma sonrası yaşamında da perdeye taşınacak (yıllar sonra Japonya’ya yaptığı bir tür özür gezisi mesela) yanlar var.Başroldeki Cillian Murphy oyunculuğuyla filmi sürükleyenlerden.

Oscar’lık performanslar

Oppenheimer’ı canlandıran Cillian Murphy’nin, Lewis Strauss’ta da Robert Downey Jr.’ın “Öyle performanslar ortaya koyalım ki Oscar’lık olsun” tadındaki oyunculuklarıyla sürükledikleri filmde ben en çok Jean Tatlock’ta karşımıza çıkan Florence Pugh’ı beğendim. Nolan, New Mexico çölünde Trinity adlı test bombasının patlamasını görsel açıdan etkileyici sahnelerle perdeye taşımış. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki bombayıysa göstermemeyi yeğlemiş. Bu tavrını beğendiğimi söylemeliyim. Oppenheimer, iki bombanın yarattığı yıkımın ardından Japonların teslimi sonrası Başkan Truman’ın huzuruna çıkmış ve burada vicdani muhasebesinin dışavurumu olarak “Ellerimde kan olduğunu hissediyorum” demişti. Başkan da sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirterek “Kan asıl benim ellerimde, bırakın bu konuda ben endişeleneyim” cevabını vermişti. Filmde bu konuşma da var.

Oppenheimer içinde olduğu açmazı açıklamak için bir sığınak bulmuş, kutsal Hindu kitabı ‘Bhagavad Gita’dan bir dize kullanmıştı: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Yani aslında o da biliyordu ki 200 bine yakın insanın hayatını karartan katiller arasında ön sıralardaydı.

Nolan’ın bu çelişkilerle dolu, öte yandan da sistemin kullanıp sonra bir kenara attığı portreyi perdeye taşıdığı filmini doğrusu ben çok beğenmedim. Fakat bütün dünyada göklere çıkarıldığını da belirtmek lazım. Dolayısıyla gidip görün derim.

Yazının Devamını Oku

Tom Cruise’un ‘Varlık’la mücadelesi!

15 Temmuz 2023
‘Mission Impossible’ serisinin yedinci adımı ‘Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm’de ana karakter Ethan Hunt, ‘Varlık’ adlı yapay zekâya karşı mücadele veriyor. Filmde Tom Cruise “61 yaşımda bile aksiyon yıldızı statümden taviz vermem” dercesine oynuyor. Ve oyuncu serinin geçmişteki adımlarından farklı olarak bu kez gökdelenlerin tepesinden inip Alpler’in tepesinde cirit atıyor.

ering Boğazı’nda seyreden, üstün teknolojiyle donatılmış bir Rus nükleer denizaltısı. İsmi de Sivastopol. Lakin bütün teknik donanımına karşın, eldeki verilerle çözülemeyen, bir gelişme sonucu yok edilir. Olayı değerlendirmek için toplanan Amerikan istihbaratı saldırıyı yapan gücün altını çizer: ‘Varlık’ (The Entity). Sisteme bir tür ‘illegal’ yollardan katkıda bulunan Ethan Hunt ve ekibi çok geçmeden ‘Varlık’a karşı olan mücadeleye girişecek, Birleşik Arap Emirlikleri, Roma, Venedik ve Avusturya Alpleri gibi yerlerde, adrenalini yüksek bir macerayla meseleye kalbini, ruhunu ve fiziğini (!) koyacaktır...

‘Görevimiz Tehlike’ (Mission: Impossible) 1966 çıkışlı bir Amerikan TV dizisi. Söz konusu seri bildiğiniz CIA propagandasıydı; ABD bütün mazlum ulusların üzerine çöküp demokratik mücadelelerin önünü ‘darbe’lerle keserken dizi bir tür ‘aklayıcı’ rolü üstleniyor ve “Asıl derdimiz oralara demokrasi getirmek” diyordu. 1988-90 arası meseleyi daha sakin sulara çeken ikinci bir dizi hamlesi izledik ve nihayetinde bu hafta yedincisi huzurlarımıza çıkan sinemadaki seri geldi.

Filmde Tom Cruise’a ‘yankesici’ rolündeki Hayley Atwell eşlik ediyor

Başrolünde sabit isim olarak Tom Cruise’u izlediğimiz ve hem ABD istihbaratına çalışan hem de yer yer ‘takımdan ayrı düz koşu’larda ‘asi’ kimliğiyle mücadelesine devam eden ana karakter (Ethan Hunt) genel olarak kötülere karşı dünyayı kurtarma derdindeydi. Sinema cephesinde ilk dört filmi sırasıyla Brian De Palma, John Woo, J. J. Abrams ve Brad Bird yönetti, beşinci hamle ‘Rogue Nation’dan bu yana da direksiyonda Christopher McQuarrie var. Asıl olarak ‘Olağan Şüpheliler’den tanıdığımız yönetmen ‘Yansımalar’dan (Fallout) sonra yeni ‘Mission: Impossible’ serüveni ‘Ölümcül Hesaplaşma’da da kamera arkasında. Ki bu kez macera ikiye ayrılmış durumda ve biz, bu filmle ilk bölümü izlemiş oluyoruz.

Yazının Devamını Oku

Çizginin dışında yürüyenler...

8 Temmuz 2023
‘Ren Altını’ sahne adı ‘Xatar’ olan Kürt rap’çi Giwar Hajabi’nin hayatından kesitler eşliğinde kimi kültürel, siyasal ve sosyolojik meselelere de vurgu yapan, mizah tonu yüksek bir yapım. Film için, kariyeri boyunca adı Martin Scorsese’yle anılan Fatih Akın’ın ‘Sıkı Dostlar’ı diyebiliriz.

Baba saygın bir Kürt besteci... Şah döneminde el üstünde tutuluyor, lakin Humeyni rejimiyle birlikte gözden düşüyor ve ülkeyi terk etmek durumunda kalıyor. Giwar ise bir mağarada doğuyor, bir süre Irak’ta annesiyle birlikte kaçak yaşıyor, ‘casus’ suçlamasıyla itham edilirlerken Paris’te yeni bir hayata yelken açıyorlar. Lakin burada da fazla durmuyorlar, babaya bir müzisyen için en doğru adresin Almanya olduğu söyleniyor. Bonn’a taşınıyorlar. Derken baba, orkestrasındaki bir kadına âşık olarak onu, kız kardeşini ve annesini geride bırakarak çekip gidiyor. Giwar müziğe istidatlı ama aileye de bakmak zorunda olduğunu düşünüyor. Okulda gizlice porno kasetleri satıyor ama deşifre oluyor ve okuldan atılınca da eğitim hayatına son noktayı koymak durumunda kalıyor. Sonrasında hayatı illegal yollardan kazanmanın yöntemlerini keşfediyor; uyuşturucu satıcılığına soyunuyor, giderek palazlanıyor, zamanla işi büyütüyor. Mafya içinde sağlam bir yeri olan, en yakın arkadaşı Miran’ın amcası ‘Yero’ da onlara arka çıkınca etkileyici bir güce kavuşuyorlar. Peşi sıra büyük bir altın soygunu işine giriyorlar, ancak Giwar eylemin ardından hapsi boyluyor ve burada yeni bir müzik türüyle tanışıyor: Rap...



Günümüz Alman sineması dahilinde, başta ‘Duvara Karşı’ olmak üzere filmleri, dünyası ve bakış açısıyla son derece sağlam ve etkileyici bir grafik çizen Fatih Akın, son adımı ‘Ren Altını’nda (Rheingold) tıpkı 2019 yapımı bir önceki çalışması ‘Altın Eldiven’ gibi biyografik sularda yüzüyor. Asıl adı Giwar Hajabi olan ve sahne ismi olarak ‘Xatar’ı (Kürtçede ‘Tehlike’ demek) kullanan rap’çinin çalkantılı hayatından kesitler aktaran film, söz konusu kişinin kaleme aldığı ‘Alles oder Nix’ (Ya Hep Ya Hiç) adlı kitabından uyarlanmış.

Akın’ın suça eğilimli kişiler üzerinde gelişen filmografisi içindeki yeni bir sayfa olan ‘Ren Altını’, Giwar’ı sistem dışına iten etmenlerle ilgileniyor elbette ama asıl olarak karakterin gezindiği ‘tuhaf’ dünyayı ve bu dünya içindeki ilişkileri mizah tonu yüksek bir anlatımla perdeye taşıyor. ‘Xatar’ aslında eğitimli ve kimi nedenlerden dolayı çizgi dışına çıkmasa, babası gibi müziğin daha ‘elit’ parkurlarında ilerleyebilecek bir kapasiteye sahip görünüyor. Fakat göçmen kimliği, ailesine bakma sorumluluğu ve bu sorumluluğun üstesinden gelirken yasadışı yollara sapması derken hayat onu bambaşka denizlere taşıyor.

Yazının Devamını Oku