Paylaş
Zengin bir aile, iyi bir eğitim, başarılı bir akademik kariyer... Bilim kadar felsefeye, sanata, edebiyata, özellikle de şiire merak. Nihayetinde güvenilir bir fizikçi olarak yıldızı 2. Dünya Savaşı döneminde parladı. Nazilerin nükleer güce sahip olabilme ihtimali üzerine ABD’nin uygulamaya koyduğu ‘Manhattan Projesi’nin başına getirildi. İki yıl boyunca, çoğu biliminsanı olan yaklaşık 2 bin kişinin çalıştığı ve devletin 2 milyar dolar ayırdığı bu proje sonucunda iki atom bombası Hiroşima ve Nagazaki’ye atıldı. Aslında barış yanlısıydı, bir zamanlar Amerikan Komünist Partisi’nin faaliyetlerine katılmıştı. İnsanlığın daha iyi noktalara gelebilmesi için uğraşıyordu ama iki büyük katliamın yaratıcısı olmuştu.
Evet, Julius Robert Oppenheimer’ın işte böyle ‘trajik’ bir serüveni vardı. Christopher Nolan, 2005’te yayımlanan, Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in yazdığı ‘Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenhei mer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü’ (American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer) adlı kitaptan senaryosunu uyarladığı filmiyle bu öyküyü sinemaya taşıdı. ‘Oppenheimer’ adındaki yapım, iç içe geçmiş bir anlatım üslubuyla iki temel meseleye odaklanıyor. Biri savaş sonrası ülkeyi saran komünizm paronayası eşliğinde ana karakterin 1954’te Sovyetler hesabına çalışıp çalışmadığının sorgulanması. Diğeriyse geçmişte tanıdığı biliminsanlarını etrafına toplayıp New Mexico yakınlarında inşa edilen Los Alamos’taki atom bombası inşa çalışmaları... Tabii bu arada Robert Oppenheimer’ın yolun başında âşık olduğu ve kendisini bir anlamda komünist ideolojiyle tanıştıran Jean Tatlock’la ilişkisi ve Kitty Puening’le olan evliliği de filmin gezindiği kıyılar arasında.
Oppenheimer Yahudiydi ve atom bombası projesinde çalışırken bir anlamda Hitler’in zulmüne ‘Dur’ diyecekti ve asıl motivasyonu buydu. Ama sonradan anlaşıldığı üzere Nazi cephesinde nükleer silah yapacak birikim ve durum yoktu. Zaten ‘Manhattan Projesi’ ete kemiğe bürünüp atılacak bombalar ortaya çıktığında ‘Führer’ ölmüş, Almanlar yenilgiyi kabul etmişti. Bu durumda ABD cephesi “Japonları teslime zorlayacağız” türünden bir gerekçeyle projeye devam etti. Birçok biliminsanı ve aydın, yetkilileri bombaların atılması fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. İmzalar toplandı, kampanyalar düzenlendi, ama nafile...
Oppenheimer sorunlu bir kişiliğe sahipti, edebiyata, felsefeye ilgi duyuyor, ‘hümanist’ takılıyor ama bir yandan da kendi yarattığı oyuncağın şehvetine kapılıyordu. Bombaların atılmasına onay verenlerdendi o da. Süreç onu idealizmden oportünizme taşımıştı. Böylesi bir hayat öyküsü Christopher Nolan gibi her şeyiyle ‘büyük sinema’ yapmak isteyen bir yönetmenin tam da aradığı adresmiş gibi görünüyor. Lakin bence ‘Oppenheimer’ bir tercih sorunsalına yenilmiş gibi. Film dönemin Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un ön plana çıktığı ve siyah-beyaz görüntülerden oluşan (bu bölümler George Clooney’nin ‘İyi Geceler ve İyi Şanslar’ filmini hatırlatıyor) soruşturma faslı vasıtasıyla çok uzamış. Ve asıl odaklanılması gereken yer gibi duran gelgitli hayat öyküsü (bu kısım da Ron Howard’ın ‘Akıl Oyunları’nı akla getiriyor) de yeterince didiklenmiyor. Çünkü Oppenheimer’ın soruşturma sonrası yaşamında da perdeye taşınacak (yıllar sonra Japonya’ya yaptığı bir tür özür gezisi mesela) yanlar var.Başroldeki Cillian Murphy oyunculuğuyla filmi sürükleyenlerden.
Oscar’lık performanslar
Oppenheimer’ı canlandıran Cillian Murphy’nin, Lewis Strauss’ta da Robert Downey Jr.’ın “Öyle performanslar ortaya koyalım ki Oscar’lık olsun” tadındaki oyunculuklarıyla sürükledikleri filmde ben en çok Jean Tatlock’ta karşımıza çıkan Florence Pugh’ı beğendim. Nolan, New Mexico çölünde Trinity adlı test bombasının patlamasını görsel açıdan etkileyici sahnelerle perdeye taşımış. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki bombayıysa göstermemeyi yeğlemiş. Bu tavrını beğendiğimi söylemeliyim. Oppenheimer, iki bombanın yarattığı yıkımın ardından Japonların teslimi sonrası Başkan Truman’ın huzuruna çıkmış ve burada vicdani muhasebesinin dışavurumu olarak “Ellerimde kan olduğunu hissediyorum” demişti. Başkan da sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirterek “Kan asıl benim ellerimde, bırakın bu konuda ben endişeleneyim” cevabını vermişti. Filmde bu konuşma da var.
Oppenheimer içinde olduğu açmazı açıklamak için bir sığınak bulmuş, kutsal Hindu kitabı ‘Bhagavad Gita’dan bir dize kullanmıştı: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Yani aslında o da biliyordu ki 200 bine yakın insanın hayatını karartan katiller arasında ön sıralardaydı.
Nolan’ın bu çelişkilerle dolu, öte yandan da sistemin kullanıp sonra bir kenara attığı portreyi perdeye taşıdığı filmini doğrusu ben çok beğenmedim. Fakat bütün dünyada göklere çıkarıldığını da belirtmek lazım. Dolayısıyla gidip görün derim.
Barbie’nin feminizm serüveni
Kuşaklar boyu birçok kız çocuğunun biricik oyun arkadaşı olan Barbie, şimdi de bir filmle huzurlarımızda. Greta Gerwig imzalı yapımda kendi özel dünyasında (Barbieland) yaşayan Barbie, günün birinde ‘ölüm’ fikrinin zihnine düştüğünü fark eder ve varoluşsal dertlere kapılır. Derken partneri Ken’le birlikte insanların yaşadığı dünyaya geçer. Burada başka bir ‘habitat’ olduğunu fark eder. Ken de erkeklerin hâkim olduğu bir düzenin varlığını keşfeder. Barbie zihnine dolan farklı fikirlerin oyuncak şirketi Mattel’de sekreter olarak çalışan Gloria’nın boş zamanlarında yaptığı çalışmalardan kaynaklandığını anlar. Kendi evrenine döndüğündeyse Ken’in gördüklerinden yola çıkarak erkek egemen kültürün bütün kalıplarını ‘Barbieland’e taşıdığı gerçeğiyle yüzleşir. Ve bu noktada yeni bir mücadeleye soyunur. ‘Uğur Böceği’ (Lady Bird-2017), ‘Küçük Kadınlar’ (Little Women-2019) gibi yönettiği yapımlardan tanıdığımız, aslında kariyerine oyuncu olarak başlayan Greta Gerwig, senaryosunu eşi Noah Baumbach’la birlikte kaleme aldığı ‘Barbie’de, söz konusu oyuncağın yaşadığı feminist aydınlanmayı perdeye taşıyor. Bir oyuncağın aramıza katılarak yaşadığı varoluşsal meseleleri dert edinen ilk metnin (Carlo Collodi’nin ‘Pinokyo’su) basım tarihi 1883. Benzer öykülerin sinema yansımalarından da ben en çok Pixar’ın ‘Oyuncak Hikâyesi’ (Toy Story-1995) serisini ve ‘Sevimli Canavarlar’ı (Monsters, Inc.-2001) zekice bulurum. Lakin Gerwig’in filmi yer yer başarılı göndermelere sahip olsa da karikatürize bir çabanın ötesine gidememiş. Bir-iki yerde de eleştirmeye çalıştığı şeylerin parçasına dönüşmüş. Margot Robbie’nin ‘biblovari’ bir güzellik yaydığı filmin oyunculuk açısından en başarılı ismi ‘erkeklik halleri’ içinde debelenen Ken rolündeki Ryan Gosling olmuş. Ben Gloria rolündeki America Ferrara’yı ve Mattel CEO’su olarak izlediğimiz Will Ferrell’ı da beğendim.
BARBIE
Yönetmen: Greta Gerwig
Oyuncular: Margot Robbie, Ryan Gosling, America Ferrera, Ariana Greenblatt, Will Ferrell, Kate McKinnon, Simu Liu, Michael Cera, Kingsley Ben-Adir, John Cena, Issa Rae, Emma Mackey, Hari Nef, Nicola Coughlan, Dua Lipa, Alexandra Shipp, Helen Mirren (anlatıcı) İngiltere-ABD ortak yapımı
VE DİĞER SEÇENEKLER...
Paris’te teröristlerin saldırısına uğrayan Mia, olayları araştırmaya başlar... ‘Paris Hatıraları’nı (Revoir Paris) Alice Winocour yönetmiş. Başrollerde Virginie Efira, Benoît Magimel ve Grégoire Colin oynuyor. Annesi tarafından reddedilen siyah bir gencin deniz piyadelerine katılmasını anlatan, Elegance Bratton imzalı ‘Teftiş’in (The Inspection) kadrosunda Jeremy Pope, Gabrielle Union ve Bokeem Woodbine var. Reenkarnasyon meselesinde gezinen bir bilimkurgu olan ‘Uyanış’ta (Chariot) başrolleri Thomas Mann, Rosa Salazar, John Malkovich paylaşıyor, yönetmen Adam Sigal. Haftanın seçeneklerinden ‘Resident Evil: Death Island’, Eiichiro Hasumi imzalı bir anime... Miniklere seslenen ‘Zıpır Dedektif ve Altın Arı Kovanı’ (Chink: Khostatiy detektiv) adlı animasyonu Grigoriy Vozhakin, ‘Prenses ve Dracula’yı (Koshchey. Pokhititel nevest) Roman Artemyev yönetmiş. ‘Mühr-ü Musallat 2: Yasak Düğün’ (Yön: Metin Kuru) de haftanın yerli gerilimi.
Paylaş