“O çocukların karakterlerini anne, baba belirliyor. Sonra belki çocuk kendi karakterini buluyor ama arada 10-15 yıl ziyan oluyor. O nedenle, evler birer küçük cezaevidir.”
Şahsen evlerden çok evliliklerin zamanla cezaevine dönüştüğünü gözlemlemişimdir.
Yani aslında büyükler çekiyor cezayı. Çocuklaraysa onların kaderine ortak olmak düşüyor.
Tıpkı “Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde annesiyle cezaevinde çile dolduran küçük Barış gibi. İçine doğduğu şartlara uyum sağlayıp bir şekilde hayatta kalacak.
Evde de anne-baba beraber mutsuzsa, yarattıkları sevgisiz dünyada çocuklar da kavruluyor.
“Çocukluk travması” dediğimiz bundan ibaret: İçine doğduğumuz ve dışına çıkamadığımız bir dünyanın içinde hayatta kalma savaşı.
Malum, her çocuk evden kaçacak kadar cesur değil.
Aman ne iyi etmişiz. Hayatımda bulunduğum en romantik iftar sofrasıydı.
Ahmet Mümtaz Taylan, Ayçin İnci ve Aylin Aslım’la tuttuk Taksim Gezi Parkı’nın yolunu.
Ece Temelkuran ise Londra isyanını müşahedeye gittiğinden bizimle olamadı.
Otelönü iftarları her hafta sonu “Emek ve Adalet Platformu” tarafından lüks bir otelin önündeki parkta, çimenlere serilen sofrada yapılıyor.
Lüks otellerdeki iftarların aksine, bu sofra herkese açık. Sofra kurmaya gücü yetmeyene, Afrikalı göçmene, parkta yatan garibana, onların halinden anlamak isteyene...
Maksat gönüller bir olsun, “mahalleler arasındaki yalancı duvarlar” yıkılsın, millet birbirini anlasın. İhsan Eliaçık’ın deyimiyle, ramazanın güzelliği yaşansın...
Haliyle, romantik bir iftar bu: Para pul peşinde egoistleşen dünyada kurtarılmaya değer ne kaldıysa kurtarmaya çalışanların romantizmini temsil ediyor.
Gayrı ne yağmalanan dükkânlar kalmış onun için ne de koskoca isyanı ‘yağma’ olarak göstermeye çalışan medya. Kate gitmiş, Londra bitmiş durumda.
Yahu bizimki bu kızla oturum izni kolaylaşsın diye evlenmemiş miydi? Ne ara oldu bu kadar âşık?
“Çok mu âşıktın sen bu kıza?” diye sordum: “Hayır ama çok seviyordum” dedi.
Zaten Türkçe’nin en büyük başarısı: “Aşk” ve “sevgi”nin iki ayrı sözcük olmasıdır.
İngilizce’de yok böyle bir ayrım: İkisine de “love” deyip geçerler. Bizse aşkı ve sevgiyi ayrı ayrı düşünürüz.
Ayrı ayrı düşününce de aralarındaki farkları görme şansımız olur. Sınırlar lamba gibi aydınlanır birden.
Bana sorarsanız aşk manik-depresif bir eylem. Bülent Ortaçgil’in şarkısında dediği gibi: “Bir dengesizlik işi.”
Yani platonik aşkı yeniden keşfetmek için şu mübarek günler bulunmaz fırsat.
Yakınsın ama dokunamıyorsun. Sevgini ifade ediyorsun ama kışkırtmadan. Açların halini anlamamızı sağlayan ramazan, yalnız kalplerin halinden anlamamızı da sağlıyor.
Sahurdan iftara yine bir empati terbiyesi...
Dünyanın bir yerinde susuzluktan ölen çocuklar olduğu gibi, bir başka yerinde yalnızlıktan ölenler de var: Dokunmadan, hissetmeden...
Bastırılmış arzuları olmadık yerlerden fışkıran garibanlar var:
Cinselliklerini yaşayamadıkları için akıllarının yüzde 90’ı cinselliğe çalışanlar.
Bu yüzden karşı cinsle hayat boyu doğru düzgün iletişim kuramayanlar.
Elif Şafak hakkındaki intihal iddialarını niye yazmıyorsun? Ateş olmayan yerden duman çıkar mı sence?- Elif’in avukatı ya da arkadaşı değilim. Bekleyen kitaplar yüzünden “İskender”i hemen okuyabileceğimi de sanmam. Ama Zadie Smith’in “İnci Gibi Dişler” romanı 10 yıl önce dünyayı birbirine katmış ve herkesin bildiği bir roman. Haliyle, ondan intihal yapmak bir Madonna şarkısını aşırmak kadar saçma olur. Elif gibi aşırı tedbirli bir insanın böyle bir tedbirsizlik yapması bence imkânsız.
Teoman’ın müziği bırakmasına çok sevindim. En son sen edebiyatı bıraktığın zaman bu kadar sevinmiştim. İnşallah o da geri dönmez.- Haklısınız. Hatta bu kadarı yetmez. Bence Arda Turan futbolu, Beren Saat oyunculuğu, Elif Şafak yazarlığı, Sırrı Süreyya politikayı, Cem Yılmaz komedyenliği, Acun Ilıcalı televizyonculuğu, Fazıl Say piyanoyu, Gülse Birsel senaristliği, Tuğçe Kazaz da mankenliği bırakmalı. Bu kadarcık mutluluk bizim hakkımız.
Biz başörtülülere “hırslı” demen büyük haksızlık. Cahil kalsak kabahat, kendimizi geliştirsek kabahat. Ne yapalım yani?- Kendinizi geliştirmeniz hayranlık verici ama bunu yaparken mizah duygunuzu da cebinize koymanızda fayda var. Kendi kendinizle dalga geçebilmeli, sizinle dalga geçenlere de gülüp geçebilmelisiniz. Yoksa dünya çekilmez olur. Arada güzel bir espri hayat kurtarır. Zihne küşayiş verir.
Motosikletliler hakkında yazdıklarında bir kıskançlık havası sezdim. Sende motor yok diye haset ediyor olmayasın?- Buna en güzel cevabı sağolsun, Akşam’daki yazısıyla Yurtsan Atakan verdi: Şuursuz motorcuların trafikte yarattığı keşmekeşi ancak gerçek motosiklet kültürüne sahip insanlar durdurabilir. Diğerlerine zaten gazete yoluyla ulaşma şansımız yok. Kıskanmak meselesine gelince, bir “Kaybedenler Kulübü” dinleyicisi olarak tabii ki manyak gibi kıskanıyorum. Motosikletli birini hangi erkek kıskanmaz?
Ulusal sol hakkında söylediklerin kafamı karıştırdı. Pek yandaş medyada yaratılan ulusalcı tipine benzemiyorsun. Ne iş?- Benim ısı ve ışık kaynağım üniversiteden beri Kemal Tahir’dir. Onun fikirleri doğrultusunda günümüzü okuyunca her şey çok ilginç görünüyor. Taşlar yerine oturuyor, matriks aydınlanıyor. Bugün Kemal Tahir’i neden unutturmaya çalıştıklarını da o zaman anlıyorsunuz. Size de tavsiye ederim.
Eski bir plaj gitaristi olarak Yeni Türkü’yü saymamana çok bozuldum. “Olmasa Mektubun” olmasa plaj gitaristleri mi olurdu?- Bu konuda yerden göğe haklısınız! Yeni Türkü’nün az ekmeğini yemedik gerçekten. Ayrıca duyduğuma göre şimdiki gençler plajda Pinhani ve Baha şarkıları çalıyormuş. Hatta işi abartıp Arcade Fire akorları öğrenenlere bile rastlanmış. Eski plaj gitaristleri olarak mutluyuz, gururluyuz. Bahtları açık olsun!
tatlı Sözlük
Gece yarısı: Günün en iddialı saati.
“Çekoslavakyalılaştırabildiklerimizden misiniz?” cümlesindeki ilk kelime, biz çocukken dilimizin en uzun kelimesiydi. Anamız ağlardı söyleyene kadar.
Sonra allem ettiler, kalem ettiler, böldüler ülkeyi. Allah için, Çeklerin de işine geldi. Kurtuldular fukara Slovakları taşımaktan.
Bizim de işimize geldi. O kelimeden kurtulduk.
Bugün Slovakların ülkesinin adı belli: Slovakya. Çekler ise isim beğenemedi gitti. “Bohemya” dediler olmadı, “Çekya” dediler tutmadı...
Yine kaldılar tatsız tuzsuz “Çek Cumhuriyeti” adına.
Bizse çok şükür isim problemi hiç yaşamadık.
Zaten Türkiye adını koyan biz değiliz. Malazgirt’ten sonra Avrupalılar bu topraklara “Türkiye” demeye başladı.
Bir kadını, şehri ya da mesleği efendi gibi terk ettikleri vakidir.
Onları alacak yelin ne zaman nereden eseceğini bilemezsiniz. Hayatları “icabında basıp gitmek” üzerine programlanmıştır.
Telesekretere konuşamazlar, çünkü kelimelerin kifayetsiz olduğunu bilirler. Kırık dökük sözcükleri soğuk bir makineye kaydetmek anlamsız gelir.
Bir bar taburesinin üstünde de kifayetsizdir sözcükler, gökdelen dolu bir Uzakdoğu şehrinde altmışla giden taksinin arka koltuğunda da...
Sivri topukların yumuşak halılara gömüldüğü otel odasında da beş para etmezler, tankının termik kamerası bozuk sınır karakolunda da...
Telesekretere konuşamayanlar bunu bilir, bu yüzden konuşmazlar. Yoksa alete özel bir gıcıkları yoktur. Ama konuşamadıkları için telesekreterler bunu bilmez, boş yere gücenirler.
Bilmezler onların zaten böyle tipler oldukları için başladıklarını gitar çalmaya, resim yapmaya, bir şeyler karalamaya...
Amaç, son zamanlarda artan internet bağlantılı kadın cinayetlerini önlemek.
Gençliğimizdeki 2000 sonrasını anlatan filmlerde böyle şeyler yoktu. Uçan arabalar, robotlar, ay üsleri vardı.
Hiçbiri gerçekleşmedi. Nükleer savaş ya da uzaylı istilası da görmedik elhamdülillah.
Ama o filmleri yapanların hayal bile edemediği bir şeyin içinde yaşıyoruz: İnternet.
Gerçek dünyada yalan olan tahminler, internette misliyle yaşanıyor. Forum siteleri ya da sosyal paylaşım ortamları, Mad Max filminden farksız.
Hatta biraz dolanınca, “New York’tan Kaçış”ın gaddar alemine düştüğünüzü sanıyorsunuz.
Şiddet ve nefret söylemleri at başı.