Bu söz genellikle kasabanın ayrık otu elemanına söylenir. “Akıllı ol, cemaatten ayrı düşme, kurtlar kapmasın...” manasında.
Filmdeki rahip şüphesiz iyi niyetli ve “kafa” bir adamdır. Tavır olarak bizim Cüppeli Ahmet Hoca’ya benzer.
Hani Caprice Gold Camii’nin açılışında konuşma yapıp cemaati coşturan Ahmet Hoca’ya.
İtiraf edeyim, haberi okuduğumdan beri her an karşıma çıkıp “Seni geçen cuma Caprice Gold’da göremedim Tuna Fish...” diyecek gibi geliyor.
Kovboy filmlerinde anlatılan, Amerika’nın tam gaz kapitalistleştiği yıllar. Her koyunun kendi bacağından asıldığı, gemisini kurtaran kaptan devri. Biraz bizim şimdiki halimiz.
Kapitalizmin sert dünyasında, maneviyatı kaybedip depresyona gark olmamak için çare, her pazar kiliseye takılmak.
Ayrıca sosyalleşmenin en garanti yolu. Ayin sonrası esnaf muhabbet eder, işini gücünü bağlar, arkasını sağlama alacak lobilere girer.
Sonunda annesi bilet aldı, üçümüz tuttuk Açıkhava’nın yolunu.
Aslında konser meraklısı bir dönemimde değildim. Annesi de değildi. Hele bana, boşandığımızdan beri hiç değildi. Haliyle, giderken oğlana kıyak yapıyoruz havalarındaydık.
Beyefendinin gittiği ilk konserin bu olması da iyiydi. Onun yaşındayken babamla Kumburgaz’da kalipso kralı Metin Ersoy’un konserine gitmiştim.
Metin Ersoy “Aman hoca kurtar bizi fillerden” şarkısını söylerken delice eğlendiğim dün gibi aklımda. Zekâsını annesinden almış Can ise Sertab’ın “Rengârenk” şarkısını seviyor.
Açıkhava’ya girdiğimizde tepkisini ölçmek için yüzüne baktım. Hiç renk vermedi. Her hafta oraya konsere gelirmiş, hatta daha iyisini geçen ay Londra’da görmüş gibi davrandı.
Konser yarım saat gecikince biraz mızmızlandı ama ona yerli starlarda bunun racon olduğunu, ancak Bryan Ferry ya da Leonard Cohen gibi tıfılların vaktinde sahne aldığını anlattım, sorun kalmadı.
Şaka bir yana, Sertab ve Demir mükemmel bir gece yaşattılar Açıkhava Tiyatrosu’nu dolduranlara.
Bu bildiğimiz CHP-AKP paradigmasının (muhabbetinin de diyebilirdim ama paradigma daha havalı. İnsanı tartışma programlarına ve meclise taşıyabilir) sonu demek.
Gerçi seçimden beri durum böyleydi ama YAŞ istifalarıyla resmiyet kazandı.
Hani CHP yüzde 30’u bulup AKP 40’lara inseydi yine bir heyecan olacaktı. Ama yok.
AKP rakipsiz kaldığından, artık klasik siyasetin bayması kaçınılmaz. Allah için, işin berberde konuşacak kadar bile heyecanı kalmadı.
Bundan sonrası, AKP’nin ülkeyi kafasına göre bir ordu, meclis ve yargıyla daha hızlı değiştirmesi. Herhalde daha kapitalist ve daha muhafazakâr olacağız.
Sosyal adalet azaldıkça merhem olarak maneviyat artacak. Gülben Ergen sahneye beyaz kostümle çıkacak. Solcular bir şeyler diyecek ama duyulmayacak.
Becerikli Anadolu burjuvazisi sayesinde büyüme devam edecek. Bu da milletin boğazına olmasa da hoşuna gidecek.
IMF başkanı Strauss-Kahn’ı, ABD başkanı Clinton’u ya da “Kırklar Dergâhı”ndaki bademci şeyhi yaktı diye demiyorum.
Aynı zamanda iktidar kavgasıyla ilgili olduğu için masum değil.
İlk bakışta tenasül aleminin en romantik faaliyeti. Çünkü partner memnuniyeti esas. Sorsanız kimse oral seksten direkt zevk almaz. Verdiğimiz zevkin zevkini yaşarız.
Bu açıdan bakarsanız güya cinselliğin egoizme en uzak kısmı.
Sevgilisine oral seksten sonra teşekkür eden bir arkadaşım vardı. Elemanı zor vazgeçirdik. Az kalsın terk ediyordu kız.
Kadın oral seks esnasında erkeğin iktidarını ele geçiriyor. Bunun verdiği tatmini küçümsememek lazım.
Gerçi şu dünyadaki kadın “iktidarının” Hürremsel boyutlarını düşününce biraz mütevazı kalıyor ama olsun. Sonuçta iktidar iktidardır. Fazlası göz çıkarmaz.
Kimmiş dinimize hakaret eden? Saldırıda ölenler mi? Hayır, onların ataları.
Haberdeki mesaj belli: “Gâvurlara oh olsun!”
Kamptaki gençlerin günahı ne, anlatılmamış. Norveç’in silah ticaretindeki rolünden ve ülke basınındaki Hazreti Muhammed’e saygısızlık eden karikatürlerden bahsedilmiş.
Ha, bir de eşcinsellere özgürlük tanıyan Norveç yasalarından.
Allah için, açık oynayan bir gazete. Meşrebini saklamıyor, nefret söylemini dolandırmıyor. Arada yüksek makamlardan himaye gördüğü rivayetler arasında.
Bu sefer de Nazilerle kesişmiş yolları. Akla “Nürnberg Mahkemeleri” filmini getiriyor.
Nazileri yargılayan savcı, filmin sonunda şöyle der: “Anladım ki şeytan, empatinin yokluğuymuş.”
“İki gözümün ikisi...” ya da “canımın paresi...” diye başlayan eflatuni mektuplar.
Birbirlerinin saç teline değerken heyecan yapan, dokunmaya kıyamayan sevgililer.
Sonra o günler geçti, dokunmatik zamanlar geldi. Cinsellik devrimiyle dokunmanın her şey ve hiçbir şey olduğu bir afacanlıktır başladı. Seks jimnastiğe dönüştü, dokunuş banalleşti.
Artık dokunmuşuz dokunmamışız fark etmiyordu. Hormonlar sazı eline almış bırakmıyordu. Bu hep böyle gidecek sanıyorduk. Ta ki internet gelene kadar.
Dokunma özürlü dahilerin icadı sosyal paylaşım siteleri sayesinde, yeniden bir temassızlık çağına girdik.
Herkesin profil fotoğrafından ibaret olduğu bu devirde temasa da, vücut diline de fazla lüzum yoktu.
Dokunmak yeniden tabu oldu: Şimdi yine birbirlerine dokunmadan yazışan internet âşıkları var. Ama ataları gibi mesafelerden ya da savaşlardan dolayı değil, korkudan.
Soru: Elif Şafak’ı sevip sevmediğini anlayamadım. Bir gün övüyorsun bir gün eleştiriyorsun. Ne iş?Cevap: Elif Şafak bizim kuşağın en iyi kalemlerinden. Siyasi pozisyonu ya da “best-seller” olması bunu görmeme engel değil. Sonuçta İsmet Özel de fikren çok uzağımda ama bu onun şiirlerine bayılmamı engellemiyor. Bazı şeyleri birbirinden ayırmak lazım.
Soru: Cüneyt Özdemir’le tartışmayı niye kabul ettin? Mahalle kavgasına döneceğini düşünmedin mi? Saf mısın?Cevap: Sevgili Cüneyt’i iyi-kötü bildiğimden fazla ciddiyet beklentim yoktu. Zaten asıl tartışmasını beklediklerim Hürriyet okurları. Aldığım mektuplar bunun fazlasıyla gerçekleştiğini gösteriyor. Yani benim açımdan işlem tamam. Cüneyt’in canı sağ olsun.
Soru: Yetenek yarışmalarıyla ilgili ne düşünüyorsun? Sence buradan yeni yıldız çıkar mı? Yoksa yalan mı olur?Cevap: Bariz gerçek, oradaki gençlerin üstünde ağır bir Tarkan ve Şebnem Ferah etkisi olduğu. Bu da normal sayılır. Ama yine de sakallı yarışmacının “ben bir kısrak gibi doğmuşum...” diye şakıması biraz garip kaçıyor. Yeni yıldız çıkarsa bu etkilerden sıyrılmayı başaranlardan çıkar.
Soru: Yazdıklarımı göndersem okuyup fikir beyan eder misin?Cevap: Valla, gençken yazdıklarımı kimseye göndermedim. Kendi kendimin jürisi olacak kadar edebiyat öğrenmeye çabaladım. Eğer “kaytarıyorsun” demezseniz, size de aynısını tavsiye ederim. Ayrıca, ben kimim ki yazdıklarınızı eleştireyim?
Soru: Nedir kardeşim bu kötümserlik? Atatürkçü ve ilerici insanlar tarafından da okunuyorsun. Farkında değil misin?Cevap: Kötümser falan değilim yahu! Sadece kara mizahın dozu fazla kaçınca bazen öyle tınlıyor. Yoksa durmadan homurdanan tiplerden başta ben sıkılırım. Kötümser olmak gibi bir lüksümüz yok.
Soru: Ayşe Özyılmazel’i hem eleştiriyorsun hem de bahsederek popülerliğine katkıda bulunuyorsun. Bu ne yaman çelişki?Cevap: Ayşe popüler olmak istiyorsa kendi bileceği iş. Ama başkalarının fikirlerini haddinden fazla önemseyenlere hep üzülmüşümdür. Ayşe’nin kariyeri kendisini ilgilendirir ama mutlu olmak istiyorsa bundan yırtması lazım.
20 Haziran’daki Küçükçiftlik Park konseri iptal edildikten sonra şehirde üç gizemli gün geçirdi.
Beşiktaş’taki otelinde ne yaptığını, nereye takıldığını tam olarak bilen yok. Sanki Agatha Christie’nin Pera Palas günleri.
Burada ne gördü Amy? Onu finale ne götürdü?
Garibim zaten bitikti geldiğinde. Kulağında hâlâ Belgrad konserinden yuh sesleri. Muhtemelen odaya kapanıp demlenmek istiyordu.