Eva Hanım toprakta dinleniyordu. Adnan Bey şık bir kabir yaptırmıştı. Mezar taşında Hayyam’dan mısralar: “Sevdin, sevildin. Daha ne isteyesin?”
Bayram sabahlarını severdi Adnan Bey. Ona çocukluğunu hatırlatırdı. Babasıyla gittiği bayram namazlarını. O namazların artık olmayan duygusunu...
“Nostalji...” demişti bir keresinde Eva Hanım: “İnsanın kendi gençliğinin hasretiyle yanıp tutuşmasından ibaret. Biz gençliğimizi hiç özlemeyelim. Hep şimdiki zamanı kutlayalım.”
Eva yaşarken kolaydı ama yalnız kaldıktan sonra şimdiki zamanla didişmeye başlamıştı. Başkalarının dünyasında yaşadığını hissediyordu. Onlar tanıştığında henüz portakalda vitamin bile olmayan kadınların, erkeklerin, kedilerin dünyasında.
Haliyle, ağaçlara yakın hissetmeye başlamıştı kendisini. Ne zaman bir ağaç görse Sultani’den devre arkadaşına rastlamış gibi oluyordu.
Sanıyordu ki şu bayram sabahında halinden anlayacak sadece ağaçlar vardır.
Aklında bir başka mısra: “Ölüm geliyor aklıma ölüm. Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.”
Bir de “AKP ulusalcı oldu” lafı çıktı. Sanırsınız Kürt açılımından sonra ulusalcılık açılımı yapılmış.
Tevekkeli değil, ne zaman AKP’lilerle tartışsam aynı laf: “Sen bizden olmaya başladın, haberin yok!”
Üstelik diyenler aynı kafada olmasak da akıllı-fikirli saydığım insanlar.
Şu durumda bendeniz AKP’li olmadığına göre onların ulusalcılığa kaymış olması lazım. Aslında gayet normal. Sonuçta her millet ulusal düşünen lider ister.
En azından “bıçak kemiğe dayandığında” öyleymiş gibi görünmeyi millet “seve seve” öğretir liderine. Rahmetli Özal bile son demlerinde özelleştirmeleri eleştirmiyor muydu?
Sisteme karşı kendini kollayacak, ulusun ruhunu savunacak siyasetçi bekler vatandaş.
Tabii AKP’nin ulusalcılığında bir orijinallik var: İttihatçı olmayan bir ulusalcılık versiyonu bu. Kemal Tahir kafasına yakın. Osmanlı mirasına bağlı. Hafif emperyal vizyonlu.
Hiçbiri yazılı değildir ama kendilerini meşhurlara her fırsatta hissettirirler. Tabii onlar da silah zoruyla meşhur olmadıkları için, bir şekilde uyarlar kurallara.
Uymayanların sonu maazallah Amy Winehouse gibi olacağından, meşhurlar dikkatlidir. İbret almasını bilirler. Bu yüzden bizden Amy ya da Kurt Cobain çıkmaz.
Diyelim başınıza talih kuşu kondu ve bir meşhurla halvet oldunuz. Allah bilir çok geçmeden adını koyamadığınız bir tuhaflık hissedeceksiniz. Garip bir gerginlik, bir yabancılaşma efekti...
Bu hissettiğiniz, “vitrinde yaşama” halidir. Ne de olsa sevgiliniz hayatını vitrinde yaşayarak kazanan biri.
Onlar sadece Ümmü Gülsüm gibi söyledikleri ya da Ömer Şerif gibi oynadıkları için para kazanmazlar. Faturaya vitrinde yaşamak da dahildir.
Meşhurlar zamanla kendilerini hayali bir kamerayla karşıdan izleyen kişiler haline gelirler. Bu da hayatlarını biraz hüzünlü yapar.
Onlara “yapay” demek haksızlık olur. Allah’ına kadar gerçek bir insanlık halini yaşamaktadırlar.
İşsizliğinin nedeni, başörtüsü.
Reklam ajansları “kapalı” grafiker istemiyormuş.
Hakikaten yahu; Sinan Çetin’in dükkânında bile yoktur başörtülü çalışan. Çay ocağındaki teyzeyi saymazsak.
“Zaten yıllarca üniversiteye gidemedim. Şimdi de iş bulamıyorum” dedi: “Artık uğraşacak halim kalmadı.”
“Mütedeyyinlere ait ajanslarda çalışamaz mısın?” diye soracak oldum.
Eski Türkçe kelimeleri telaffuz eden yabancılara gülümsediğimiz gibi, acı acı gülümsedi: “Mütedeyyin mi kaldı Tuna Abi?”
Günümüzde AKP’nin kanatları altına girmeyen ya da giremeyen dindar muhaliflerin sayısı az değil.
Zaten rahmetlide kabirde takılacak göz yok: Rahmet olup yağıyor, rüzgâr olup coşuyordur şimdi.
İlla mezarı olacaksa da bütün alemdir onun yattığı yer.
Türkçenin fiyortları, Akdeniz’in altın kucağı, Kuzguncuk’taki çınarın gölgesidir.
Kabrine saldıranların aklı buna ermemiş. Zaten erecek akıl olsa, mezara girişmezler. “Kardeşim ne yapıyoruz biz, bu mezar Datça’nın medar-ı iftiharıdır” der, sayıyla gelirler kendilerine.
Saldırı mezara şairin hayranları tarafından merasimle şarap dökülmesine cevaben yapıldığına göre, bunu yapan muhafazakâr takılan arkadaşlar.
Tıpkı saldırıdan birkaç gün önce şarap olayını esefle kınayan AKP Datça İlçe Başkanı Ahmet Sedat Deniz gibi.
Yani bu iş muhtemelen ayık kafayla yapıldı. Eğer failler parayla tutulmuş değilse.
Özellikle bizim kuşağın müzisyenleri tepki gösterdi.
Hep söylerim, onlar için bu “orkestra kurma” işinin anlam ve önemi ayrı.
Malumunuz, bizler 12 Eylül çocuğuyuz. Çocukluğumuz, televizyonda “örgüt” haberleri dinleyerek geçti.
Spikerler “örgüt” kelimesini öyle bir vurguyla söylerdi ki, onu geceleri ortaya çıkıp adam yiyen bir yaratık sanırdık.
Haliyle, örgütlenme yeteneği baştan sıfırlanmış bir nesil olarak çıktık tarih sahnesine.
Abla ve ağabeylerimiz gibi kendimizi organize bir şekilde ifade etme şansımız olamazdı. “Örgütlenmek” en büyük günahtı memlekette.
İşte bu yüzdendir ki, “kafaya göre orkestra kurma” işi aldı yürüdü. Sosyalleşmenin ve beraber bir şey üretmenin tek yoluydu orkestra. Dersler aksamadığı sürece kimse bir şey demiyordu.
Dile kolay, Türkiye’nin en güvenilir kadını çağırıyordu. Bu gibi durumlarda hep yaptığım gibi, danışmak için Neyzen Tevfik’i aradım.
“Şimdi konuşamam. Nâzım’la bowling oynuyoruz. Ayrıca kazık kadar adamsın, ne yapacağına kendin karar ver!”
Sonuçta “Sabahların Sultanı” ile bir akşamüstü, Hilton’un terasında buluştuk.
Hem yükseklik hem de karşımdakinin meşhurluğu yüzünden başım döndü. En son İbrahim Tatlıses ile tanıştığımda böyle olmuştum. Üstelik Seda Sayan beni görünce hakkında yazdığım her şeyi hatırlamaya başladı. Bilhassa iğneleyici şeyleri.
Kendimden biliyorum, hakkınızda atıp tutmuş biriyle sonradan karşılaşmak garip bir haldir. O ne yazdığını unutmuştur ama siz kelime kelime hatırlarsınız.
Seda Sayan da hatırlıyordu. Neyse ki gerçek bir leydi gibi bunu işine yansıtmadı.
Hatta dünyanın en sıkıcı konuğu olmama rağmen yılmadı. Özel hayatımla ilgili vermediğim cevaplara anlayış gösterdi. Gamze geyiğine falan fazla girmedi.
Ben de “seni kıracağıma kolumu kırarım” deyip olaya girdim. Heyecanımı mazur görün, ne de olsa işin uzmanı Onur. Yaptığım bir nevi tereciye tere.
Bir de madem ramazandayız, millete bayram alternatifi sunalım. Sosyetik iftarların yerini tutmasa da hizmettir.
Sofya’ya gidecekleri kabaca üç tür mekân bekliyor: Çalga Kulüpler, Piyano Barlar ve öğrenci diskoları. Bana sorarsanız üçü de gayet başarılı.
Çalga Kulüpler, “Çalga” denen ve fena halde Serdar Ortaç şarkılarına benzeyen Bulgar popu hakimiyetinde. Çılgın revü şovları, silikonlu ve botokslu şarkıcılar, adaleli dansçılar...
Mesela ben “Aziz” diyeyim, gerisini siz anlayın. Bulgar-Türk-Yunan karışımı bir şekil. Eğlence çıkmazsa para yok.
Piyano Barlar ise daha batılı tarzda takılan, hafif “elit” ve genellikle 30 yaşın üstündeki kesime.
Konsept İngilizce, Fransızca ve Rusça şarkıları mükemmelen icra eden bir piyanist ve orkestrası üzerine kurulu.