Tayfun Timoçin

Akdeniz hoşaf mı olur komposto mu?

28 Aralık 2019
İçine tonlarca şeker boca edilmiş Akdeniz’den hangisi olur sizce?

1375 tarihli bir haritada Endonezya dolaylarında Doğunun gemileri cunkalar ve ticaret. Kuşkusuz içinde şeker de var.

Hoşaf deyince akla ilk gelen laflardan birinin nasıl da yanlış bilindiğini ve yaygın şekilde kullanıldığını da hatırlayıveriyoruz; bu nedenle hemen en başta bu yanlışı düzeltelim. (Son zamanlarda doğrusu internette dolaşıyor, duymuş olabilirsiniz.) “Eşek hoşaftan ne anlar?” diye bir laf var. Çocukluğumdan beri duymuş ve kullanmışımdır. Atasözü gibi bilinir, deyim gibi kullanılır. Halk arasında çok yaygındır. Ama yanlıştır! “Eşek hoşaftan ne anlar?” diyen birine, “Eşek kebaptan mı anlar?” veya “Eşeğin anladığı yemek listesini verir misiniz?” diye sormak lazım. Belki de birine hakaret etmek isteyenlerin işine yarıyordur: “Garson bakar mısınız! Şu arkadaşa bir menü verin lütfen ama içinde hoşaf olmasın. Anlamaz da!” Elbette bunların hiçbiri. Eşeğin hoşafla ne ilgisi olur ki? Lafın doğrusu da başka zaten: “Eşek hoş laftan ne anlar!” Yani, “Eşeğe canım, cicim, lütfen falan deme, deh de, çüş de, ötesinden anlamaz” gibi bir manası var. Katılmıyorum, pek çok canlının bir şekilde hoş laftan anladığına tanığım. (Hoş laftan anlamayan insanların varlığı da hepimizin malumudur, ki zaten bu atasözü sanırım onları hedefliyor.) Zaten “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diyen de bizim atalarımız değil mi? ‘Hoş laf’ söyleyişi, zamanla ‘hoşafa’ dönüşmüş. Doğrusunu isterseniz ‘hoşaf’ sözcüğünün kendisi de böyle bir macera geçirmiş. Aslında ‘hoş âb’ yani, ‘hoş su’ demek hoşaf. Bizim dilimizde asırlar içinde hoşafa dönüşmüş. Yani hem hoş laf, hem de hoş âb, hoşaf olmuş dilimizde.

YAŞ MEYVE, KURU MEYVE

Şeker kamışı üretimi

Peki nedir bu hoşaf? Kuru meyveleri ister bütün, ister kesilmiş olarak şekerli suda kaynatınca hoşaf oluyor. Yaş meyveyle yapılanı da komposto. Fark edildiği gibi ‘komposto’ yabancı bir laf. Türkçesi yok şekerde kaynamış yaş meyvenin çünkü bizim geleneksel mutfağımız ve damak tadımız, kuru meyveyi tercih etmiş, zira kuru meyvede şekerli tadın oranı daha yoğun. Batıda ise şekerli tat oranı düşük olan yaş meyve tercih edilmiş. Fakat Batı, kullanılan meyvenin yaş mı kuru mu olduğuyla ilgilenmemiş, hepsine birden komposto demiş. Bizde farklı, meyve kuru olmalı ki hoşaf olsun. Aslında hoşaf, tanesi olan şerbetten başka bir şey değil. Pilav ve hamur işlerinin yanında geleneksel mutfağımızın çok önemli bir unsuru. Üstelik hem Topkapı Sarayı’nda tüketilirmiş hem de halk arasında. Yani son derece birleştirici, sınıf farkı gözetmeyen, parayla pulla pek işi olmayan, buna rağmen vazgeçilemeyen bir tat. (Yazarken benim canım çekti doğrusu; sizin de okurken çekti mi?)

TATLI DİLLİ BİR GELENEK

Yazının Devamını Oku

Güneş durdu ağaç süslendi

21 Aralık 2019
Ne yılbaşının ne de ağaç süslemenin başka bir dinle ilgisi var. Olsa ne olacak zaten ama yok!

Bir noktada durur, başka bir noktada tekrar durur Güneş

Gördüğümüzden daha fazlasını merak etmeye yani sorgulamaya başladıktan sonra hep gözlem yaptık. Mağaralarda, ağaç kovuklarında yaşadığımız ve doğada olup bitenlere dair pek az bilgimizin olduğu tarih öncesi zamanlarda, internet, televizyon veya cep telefonu da olmadığından, başımızı kaldırıp çevremizi gözlemlemeyi sürdürdük. Üstelik, geceleri gökyüzü o kadar hareketli, o kadar keyifli ve bir o kadar da gizemliydi. Hem bakacak başka bir şey yoktu hem de bakılacak en doğru yere bakıyorduk: Gökyüzüne. (Bugün “ne mutlu ki” akıllı cep telefonlarımız var da başımızı kaldırıp etrafa bakmaya tenezzül etmiyoruz! Ne olacak sonumuz bilmem.)

IŞIK DOĞUDAN YÜKSELİR

Güneş, kuzeyde ve güneyde belirli noktalardan daha öteye gitmez, bir iki gün durmuş gibi görünür.

Geçen hafta insanın gökyüzünü izleyip anlam çıkarması hakkında detaylıca yazmıştım. (bkz. ‘Asta’sı Tanrıça, ‘Not’u Gemici, 13 Aralık 2019) O nedenle yıldızların anlamlarını tekrarlamak doğru olmaz. Ama geçen hafta yıldızlara isim veren Mezopotamya tanrıçası Astarte’nin ismiyle ilgili söylemediğim bir şeyi bugün yazacağım, çünkü lazım olacak. Astarte’den “astra”, “star” yani yıldız ve güneş gibi anlamlar doğmuştu ya hani... İşte aynı kök, biraz değişip “astron” olduğunda “şafak” anlamını kazandı. Çünkü tanrıça Astarte, aynı zamanda hem güneşin doğuşunu hem de insanın doğumunu sembolize ediyordu. Şafak demek, Güneş’in topraktan doğması demekti. İşte bu etkileşimlerle “astron” sözcüğü Proto-Germen dillerine girdi ve “doğu” anlamına geldi. İngilizcede doğu anlamındaki “east”, Almancadaki “ost”, adını yine aynı yerden, Astarte veya İştar olarak bildiğimiz, aslında doğanın gizemleriyle yüklü ve doğurgan olduğu için kadın olarak betimlenen tanrıçadan aldı. Ne demişler: Işık doğudan yükselir.

ERKEN KALKAN...

Başa dönelim. On binlerce yıl önce gökyüzüne bakıp duruyorduk değil mi? Tabii sadece gece değil, gündüzleri de bakıyorduk. Hava karardığında uyuduğumuz için sabah gün doğmadan kalkmak sıradan bir şeydi. Kimse öyle öğlenlere kadar uyuyamazdı sanırım çünkü hayat uyanık olmayı gerektiriyordu. (Bugünün anneleri “gece yatmak bilmez, sabah kalkmak bilmez” derler ya geç vakte kadar uyuyan çocuklarına, işte o zamanlar muhtemelen böyle bir lafa gerek bile yoktu.) Erken kalkınca haliyle doğan güneşi de gözlemlemek mümkündü. Fakat tuhaf bir durum vardı. Güneş aynı yerden doğmuyordu hiç. Durmadan değişiyordu yeri.

Yazının Devamını Oku

‘Astra’sı tanrıça ‘not’u gemici

14 Aralık 2019
Astronot deyince ne anlamak gerek?

Günümüz uzay gemisi

YAŞI yetenlerin hatırlayacağı bir oyunu vardı Devekuşu Kabare’nin: Astronot Niyazi. Niyazi diye bir dolmuş şoförü var İstanbul’da, Ay’a gidip gelmiş. Modern dünya ile Türkiye ve İstanbul özelinde bizim dünyamızı kıyaslayıp eleştiren, her Devekuşu Kabare oyunu gibi izleyiciyi gülmekten yerlere yatıran bir oyundu. Plağı da yapılmıştı. Çocukluğumda dinlemiştim. Keşke şimdi kaydı piyasada olsa da satın alıp yeniden dinleyebilsek.
İstanbul’da geçen çocukluğumun o dolmuşlarını çok iyi hatırlıyorum. Magirus dolmuşların, bugünkülerde olduğu gibi bir yolcu kapasitesi vardı. Ben diyeyim 12, siz deyin 13 kişi. Ama özellikle iş çıkışı saatlerinde belki 30 kişi girerdi o konserve kutusu gibi dolmuşların içine. Dışarıdan bakanlar, camlara yapışmış, dışarı taşamadığı için camın iç yüzeyinde yamyassı olmuş bir sürü kalça olurdu. Hele mevsim kışsa, insan nefesi ve vücut ısısı ile oluşan buhar, popoların değmediği cam bölümlerini yoğun şekilde kaplardı. Yani bir sürü popo ve buharlı camlardan başka bir şey görünmezdi dışarıdan. Haliyle içeridekilerin de dışarıyı görmek gibi bir lüksleri yoktu. İçerideki havasızlığı anlatmam mümkün değil.
Gün boyu ekmeğinin peşinde koşmuş insanların ter kokuları, henüz serbest olan sigara ile birleşince, nefes almak için belki gaz maskesi gerekirdi ama kimsenin gaz maskesi de yoktu. Bağışıklık sistemimizin herhalde epey bir gelişmiş olması gerekirdi. Bu yazı için araştırırken, plak kaydının 1970 yılında yapıldığını öğrendiğim Oyun, “eller Ay’a giderken bakın bizim halimize” konusunu iyice bir yoğuruyordu sanırım. Her neyse, konumuz o değil. Konumuz, dolmuş şoförü Niyazi’nin astronotluğu.

İNSAN DESEK?

Tanrıça Astarte

Yazının Devamını Oku

yaktın çocukları rahip efendi!

7 Aralık 2019
Ortaçağ’da ortaya çıkan bir mektup, Avrupa’nın Doğu’ya iştahını körükler. Rahip Johannes adlı uydurma kral, herkesin gözünü döndürür!

Uydurma Rahip Johannes sağa sola mektuplar gönderiyor

Malum, bu köşenin takipçileri, Avrupa’nın Doğu’ya olan ilgisi, keşiflerin ardındaki itici güçler ile ilgili sık yazdığımı bilirler. Bugün de onlardan biri. Avrupalı Hıristiyanların Doğu’ya koşa koşa gitmelerini sağlayan unsurlardan birini ele alacağız. Çünkü 12. yüzyılda ortaya çıkan bir haber, Avrupalıların Doğu’da tırım tırım birşeyler aramalarına neden olur ve bu haber, tamamen asparagastır!
Daha önceki bazı yazılarda değindiğimiz gibi Büyük İskender’in MÖ 4. yüzyılda Hindistan’a kadar gitmesi ve oradan Batı’ya durmadan aktarılan yeni bilgiler, hayli yüksek hayal gücü ve bilinmezliklerle harmanlanınca ortaya gerçekten de tüm zamanların en büyük asparagas haberlerinden biri çıkmıştır. Muhtemelen bugün internette kasıtlı yalan haber uyduran ve yayan ‘trol’ dediğimiz tiplerin Ortaçağ versiyonları ortaya çıkarmıştır bu haberi. Anlatalım:

ÖRNEKLERDEN SADECE BİRİ

Zaten Büyük İskender’den beri Doğu’ya dair bir sürü acayiplik konuşulup durmakta, kitaplara konu olmaktadır Avrupa’da. O zamanlar elle çoğaltılan kitaplar, yine de büyük merak sayesinde elden ele dolaşır. Örneğin Sevillalı İsidorus (MS 560 – 636) denen biri, ‘Etimolojiler’ adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Köpekbaşların adı, köpek başlı olmalarından ve havlamalarının insandan çok hayvan olduklarını açığa vurmasından gelir. Kökenleri Hindistan’dır. Aynı Hindistan, Tepegözlerin de doğduğu yerdir; bunların adı, alınlarının ortasında tek bir gözlerinin olduğuna inanılmasından kaynaklanır. ‘Vahşi hayvan yiyiciler’ olarak da adlandırılırlar çünkü yalnızca vahşi hayvan etiyle beslenirler. Bazı kimseler, Libya’da Blemmyaların başsız gövdeler olarak, ağızları ve gözleri göğüslerinin üzerinde doğduklarına inanırlar. Bazı yaratıklar, boyunsuz ve gözleri omuzlarında doğar. Uzak Doğu’da hilkat garibesi milletlerin var olduğu yazılmıştır: Bazılarının burnu yoktur, yüzleri bütünüyle yassı ve şekilsizdir. Bazılarının alt dudağı öylesine öne çıkıktır ki, uyuduklarında güneşin sıcağından korunmak için onunla yüzlerinin tamamını örterler. (.....) Satirler, kanca burunlu ufak tefek insanlardır; alınlarında boynuzları vardır ve ayakla

rı keçilerinki gibidir. Aziz Antonios bunlardan birini çöldeki yalnızlığı sırasında görmüş. (.....) Etiyopya’da Yunanların Gölgeayaklar dedikleri, özel bacakları olan ve çok hızlı bir topluluğun yaşadığı söylenir. Gölgeayaklar olarak adlandırılırlar çünkü güneşin yakıcı sıcağında sırtüstü yere uzanır, dev ayaklarını kendilerine gölge yaparlar.” Aziz Antonios her kimse, çölde epey yalnız kalmış anlaşılan!

Yazının Devamını Oku

SEVDİĞİM MİHRÜMÂHIM

30 Kasım 2019
Sözcüklerle gökyüzünde kürek çekerek dolaşalım bu hafta, ne dersiniz?

“Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık
Sandallarımız neş’e dolar, zevke dalardık
Saz seslerinin sahile aksettiği demler
Etrafı bütün şarkı gazellerle yakardık, zevke kanardık.”
Güftesi ve Sultaniyegâh makamındaki bestesi Yesari Asım Arsoy’a (1900-1992) ait bu şarkıyı bilmeyenimiz var mı? Hem biliriz hem de çok severiz. Arkadaş gruplarının vazgeçilmezlerindendir. Hayatın en güzel anlarından bazılarına eşlik eden bir şarkıdır. Önemli bir adetin altını çizen bu şarkı bize mehtaba çıkmak hakkında bilgi verir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, varlıklı kesim çok keyifli bir adet edinmişti. Ay’ın parladığı gecelerde, eğer rüzgâr ve deniz koşulları da uygunsa, irice bir sandal saz üstatlarına tahsis edilir, bu keyfe eşlik etmek isteyenler de başka sandallara doluşur, kürekle aheste gezilirdi. Giderek neşesi artan bu keyifli grubun, böylesi gecelerde sandallarında sadece su veya şerbet bulundurduklarını da hiç sanmıyorum.

BÜYÜK ZEVKTİR GERÇEKTEN

Ünlü sinema oyuncumuz Göksel Arsoy’un amcası da olan Yesari Asım Arsoy, meslek hayatına Antalya’da bir gemi acentesinde çalışarak başladığı için denize ve denizciliğe hiç yabancı değildi. Belli ki Heybeli’de sahiden de mehtaba çıkmış, belki bizzat kürek çekmişti. Şahsen Heybeli’de kürek çekmiş, adaların arasından yükselen mehtabın denizin üzerindeki ışıltılarına, bahar aylarında küreklerin denizde rüya alemi oluşturmasına neden olan yakamozlara âşık olmuş, yani kısacası Heybeli’de mehtaba çıkmış biri olarak imkân bulabilen herkese bunu deneyimlemesini öneririm. Ömür boyu unutulacak şey değildir Heybeli’de (veya uygun bir yerde) mehtaba çıkmak.

Yazının Devamını Oku

Kâşifin keşfi ya da feryat etmek

23 Kasım 2019
Bir yere ilk giden olmak mıdır keşif, yoksa o yeri herkesin malumu yapmak mı?

Haitililer Kolomb’u çiçeklerle karşılıyor ama gelecekleri çok karanlık.

Zaman zaman karşılaştığım bir soru var: “Keşiflerin ardındaki motivasyon nedir?” Bu soru bana sorulduğunda, belki bir erkek refleksidir tam bilemiyorum ama hemen karşı bir soruyla cevap veriyorum: Keşiflerin ardında bir motivasyon olduğunu kim söyledi ki?
Elbette o kadar da boş bir iş değildi, abartıyorum. Ama zannediyoruz ki, insanlar öylece uslu uslu oturuyorlardı, sonra birden bir motive olasıları geldi ve aniden, ‘Haydi kalkın keşfe çıkıyoruz!’ deyip yola koyuldular. Biz de bu gizemli motivasyonun/sebebin peşine düşüp, “Neydi acaba onları yollara revan eyleyen?” diye düşünüp duruyoruz.

NEDENLER VE SONUÇLAR

Bu mudur keşiflerin ardındaki motivasyon. Değildir.

Keşiflerin ardındakileri, 18 Ekim’de bu köşede çıkan ‘Keşiflerin İstanbul’un fethiyle hiçbir ilgisi yok’ başlıklı yazımda özetle ele almıştım. Bugün ‘keşif’ kavramı üzerinde sohbet edeceğiz biraz. Çünkü konu biraz gölgede kalmış görünüyor. Gölgede kalan her şey gibi bunun da içinde tam olarak ne var, ne yok, görebildiklerimiz ne ifade ediyor, anlamak zor.

Yazının Devamını Oku

Doğu-Batı kavgasının yılanları

16 Kasım 2019
Ne kazananlar kalır geriye, ne kaybedenler; bâki kalan sadece eserlerdir. Sultanahmet’teki Yılanlı Sütun, 2.500 yıldır bize bunu anlatmıyor mu?

Doğu-Batı çatışması, tarihin en uzun soluklu ve belki de hiç bitmeyecek olan bir ihtilafıdır. Tarihin babası kabul edilen, Bodrum doğumlu yurttaşımız Herodotos’un dev eseri Tarih’in ara eksenini de bu ihtilaf oluşturur. Bizim bugünkü algımız, Doğu-Batı çatışmasını, İslâmiyet- Hıristiyanlık çatışması olarak görse de bu ihtilaf, her iki din de henüz dünyada yokken, hatta ortaya çıkmalarına daha yüzyıllar varken ortaya çıkmıştır. Doğuda doğup büyüyen, geçen haftaki yazıda da bir kez daha belirtildiği üzere Akdeniz vasıtasıyla yayılıp genişleyen uygarlık, Doğu kaynaklı bir Batı uygarlığını da semizleştirmeye başladıktan sonra her iki medeniyet kanadının çatışması belki de kaçınılmazdı ama Doğu, uzunca bir süre hep bir adım öndeydi. MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender Babil’e ve Persepolis’e vardığında karşılaştığı uygarlık düzeyi, akıllara durgunluk verecek boyuttaydı ve batıdan gelen Yunanlar, hayallerinde bile göremeyecekleri bir gelişmişliği, doğunun Pers kentlerinde gördüler. Evet, çatışma, Yunan-Pers savaşlarıyla ortaya çıkmıştı. MÖ 5. yüzyıl, bu çatışmanın başlangıç dönemiydi.

PERSLER ANADOLU’DA

MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında, tarihin ilk büyük imparatorluğu Assurluların tahtına kurulan Perslerin lideri Kyros, saldırgan tavrıyla batıya yönelmiş, Urartuları ve Lidyalıları da boyunduruğu altına alarak Anadolu’nun neredeyse tamamını ele geçirmişti. Ege Denizi kıyısında durup karşıya geçmeyen Persler, Anadolu’nun Ege kıyısındaki Yunan uygarlığına bağlı kentlere, Pers tahtına sadık yöneticiler (satraplar) atayarak, bu kentlerin Pers İmparatorluğuna dâhil olmasını sağladılar.

EGE’NİN ÖBÜR TARAFI

Ancak bu kentlerden bazıları, MÖ 5. yüzyılın ilk yıllarında Atina’daki iktidar tarafından kışkırtılarak (ya da içlerinden öyle geldiği için) Persler aleyhine çalıştılar ve isyan ettiler. Eh, Persler durur mu, elbette bu girişimi cezalandırmak için sefere çıktılar. Ancak bu kez hedef, zaten elinin altında bulunan, ateş olsa bile cürmü kadar yer yakacak olan küçük Ege sahil şehircikleri değil, onları yoldan çıkartan Atina ve Yunan anakarası idi. Yani Ege’nin öte yakası. Yani Batı. Yani Avrupa!

Yazının Devamını Oku

Akdeniz’e dokunmak

9 Kasım 2019
Denizi hiç görmemiş insanların bile neredeyse her gün ona bir şekilde temas ettiğini söylesem, inanır mısınız? İnanın lütfen.

Bergama. En yakındaki bina Zeus Sunağı, bugün Berlin’de. Sağ olsun II. Abdülhamit, Osmanlı’da taş mı yok diyerek göndermiş 1800’lerin sonunda.

Geçen hafta şiirle dolu sayfa için sizlerden gelen bolca mesaj, böylesi sayfaların daha sık olmasını zorunlu kılıyor. Meğer ne çok özleyeni varmış şiirler arası yolculuğun. Aradan biraz zaman geçsin, yeniden özleyelim, yine güzel şiir ve temalarla buluşuruz.
Biz yine ilgimizi çeken, merak uyandıran, ilk duyduğumuzda ‘hadi canım’ dedirten, ucundan kıyısından denize de temas eden konularımıza, tarihe, sözcüklere dönelim. Zaten aslında tarih de, şiir de, edebiyat da, sözcükler de, yani yazı da, teknoloji de, mutfak da, kısacası aklımıza gelen her şey bir şekilde zaten denizle ilintili. Hayatında deniz görmemiş milyonlarca insanın hayatı da bir şekilde denize dokunuyor veya tam tersi, deniz onların hayatına bir şekilde mutlaka dokunuyor. Bunu size şimdi (bir kez daha) ispatlayacağım.

AKDENİZ ÇOK ŞEYDİR

Dedik ya her şey denizle ilgili diye... İşte uygarlığın yayıldığı, geliştiği en önemli platform, hiç kuşku yok ki Akdeniz. Mezopotamya’da doğan uygarlığın Fenikeli denizciler yoluyla tüm Akdeniz çanağına yayılması, yayıldıkça dillerin ve alfabelerin gelişmesi, geliştikçe bilimin, sanatın, kültürel unsurların filizlenmesi, filizlendikçe ticaretle gelişen kentlerin yükselmesi, yükseldikçe insanın çok üstün bir uygarlık seviyesine gelmesi... Akdeniz deyince bunları ve çok daha fazlasını anlamak lazım.

BİR DÜZİNE KENT

Yazının Devamını Oku