Tayfun Timoçin

Avcıdan uykuya: Yat

7 Eylül 2019
Gezi ve spor amaçlı teknelere neden yat deniyor? Yatıp uyumakla bir ilgisi var mı gerçekten?

Yatlar limanda sessizce yatıyor. Foto Matt Thornhill.

 Geçenlerde liman çevresinde dolaşırken şöyle bir şey duydum:
- Çocuk: Baba, neden bu teknelere yat deniyor?
- Baba: İçinde yatacak yeri olana yat denir. Yatacak yeri olmayanlara kayık falan deniyor.
Bilgi çağında olduğumuz söyleniyor ya, bu tanım herkesin her şeyi biliyormuş gibi yapmasından kaynaklıyor olsa gerek! O sayın babanın bu “bilgi”ye nereden ulaştığını hiç bilmiyorum ama dönüp çocuğunun yanında babasının yanlış bildiğini, doğrusunun başka bir şey olduğunu anlatmaya yüreğim el vermedi. Bir süre kararsız kaldım gerçi, ama sonunda çocuğun gözündeki bilen baba imajını fena sarsacağımı düşünerek sessiz kalmayı seçtim. Umarım çocuk bir gün doğrusunu öğrenir.

GOTLARA DOĞRU

Yat sözcüğü, köken itibarıyla ortaçağ başlarında kuzeyden güneye inerek Roma imparatorluğunun çöküşüne neden olan Got kavimlerine kadar gider. Bu kavimlerin konuştuğu dillere Germanik diller denir ve evet tahmin ettiğiniz gibi Almanca (German) da bu dilden, kuşkusuz Latince, Yunanca ve Hint-Avrupa ailesinin tüm fertleri ile kaynaşarak ortaya çıkmıştır. Hollanda’da konuşulan Felemenkçe de bu dil grubundandır. Her iki dili de bilmeyen biri, karşısında Felemenkçe ve Almanca aynı anda konuşulduğunda aradaki farkı anlamakta çok zorlanır ve sanki aynı dil konuşuluyormuş gibi algılayabilir. O kadar yakındırlar yani.

Yazının Devamını Oku

Limanın sütünü kaynatalım

24 Ağustos 2019
Sütliman sözcüğünü biliriz. Liman tamam da bu süt nereden çıktı?

Sütliman körfezde fermuar gibi iz bırakan teknenin dümensuyu. Fotoğraf: Zbysiu Rodak

SÜTLİMAN lafını bilmeyenimiz neredeyse yoktur. Sakin, yani kıpırtısız ve dalgasız deniz için söyleriz. “Deniz bugün sütliman” denir mesela. Bazen de şunu duyabiliriz eski denizcilerden: “Deniz bugün limanlık”. İkisi de aynı anlama gelir.
Anlaşılan, anlamdan yana sıkıntımız yok. Fakat bir soru gündeme gelebilir: Bu “süt” nereden çıktı? Süt, durgunluğu, sükûneti çağrıştıran bir şey midir ki? Dilimizde sütün yeri hayli geniş. Bazı örnekler ele alalım, bakalım buradaki anlama yakın bir şey var mı?

DİLİMİZDEN ÖRNEKLER

“Sütten çıkmış ak kaşık” denir mesela. Günahsız, hatasız, yanlış yapmamış kişiler için kullanılır. Ama genellikle başına bir “sanki” yerleştirilir ki kinayeden bir adım öteye geçip taş olsun!
“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” atasözümüz, ihtiyatsız davranışlarıyla çok zarar gören kimsenin benzer durumlar karşısında çok dikkatli olmaya başlaması ile ilgilidir malumumuz olduğu üzere.

Yazının Devamını Oku

Mezopotamya’dan Roma’ya köpükler içinde Afrodit

17 Ağustos 2019
O bir ikona. Aşk, bereket ve güzelliğin sembolü. Köpüklerden doğdu. Biz onu Yunan biliriz ama aslında Fırat ve Dicle’nin suladığı topraklarda can buldu.

AfrodIt’i duymayanımız yok. Hayır bizim Banu Alkan’dan söz etmiyorum, mitolojilerdeki Afrodit konumuz. Aşk ve güzellik tanrıçasıdır Afrodit Yunan mitolojisinde ama aynı zamanda bereketten de sorumludur. Üstelik, burada adı geçen aşk, sadece karşı cinse duyulan aşk değildir, Afrodit aynı zamanda toplumsal dengeyi, sosyal hayatın ayakta kalmasını sağlayan kitlesel bağlılığı da kontrol eder.

Afrodit’in pek çok tasviri yapılmıştır binlerce yıldır. Onu heykellerinde somutlaştıran veya tablolarında resmeden sanatçıların hayal güçleri ve becerileri doğrultusunda şekillenmiştir haliyle ama bütün bu sanatsal çalışmaların ortak yanı, ‘olası en güzel’ kadını betimlemeye çalışmış olmalarıdır. Çünkü aşk ve güzellik tanrıçasından daha âşık olunabilir ve daha güzel kim olabilir ki?

YERLE GÖK ARASINDA BİR YERDE...

Afrodit’i Yunan mitolojisinin bir ürünü olarak tanırız ama aslında çok daha geniş bir coğrafyada saygı gösterilen, tarih içinde çok daha uzak yerlerde tapınılan bir tanrıçadır. Bu noktaya birazdan geleceğiz ama oraya gelmeden önce Afrodit’in Yunan mitolojisinde nasıl ortaya çıktığına bakalım. Hesiodos derler bir adamcağız var, MÖ 700’lerde yaşamış.
Şairdir ve yazdığı eserlerle günümüze çok değerli tanıklıklar bırakmıştır. Bu Hesiodos Efendi ‘Tanrıların Doğuşu’ adlı eserinde, Afrodit’in doğuşunu da anlatır. Başka bazı kaynaklar da bu anlatıları destekler.
Hemen küçük bir parantez açıp belirtelim ki, bilinen hemen tüm mitolojilerde (ki bugün mitoloji dediğimiz anlatılar, onlara inananların olduğu zamanlarda ‘din’ idiler) bir yer ve bir de gök tanrısı (ilahı) vardır. İslâmiyet öncesi Türklerde de vardır elbette ama bu daha sonra ele alacağımız bir konu. Demem o ki, her toplumun antik kültüründe illa ki vardır bunlar.

Yazının Devamını Oku

Türkiye dünyaya denizden açılmıştı

13 Ağustos 2019
Dünyanın ilk yüzer sergisinin Türkiye’ye ait olduğunu, üstelik bu fikrin Atatürk’e ait olduğunu biliyor muyuz? Bilmeliyiz.

Karadeniz Gemisi

DENİZDEN faydalanmak konusunda ülkemiz pek başarılı ve etkin değil. Bereket versin uluslararası politik platform bazen fazla zorlayıcı olabiliyor da hiç olmazsa Doğu Akdeniz’de petrol, gaz vs. arayan gemilerimiz oldu. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde var olan “posta” gemileri artık yoklar ama. Mesela İstanbul’da gemiye binip İzmir’de inemiyorsun, veya Mudanya’dan binip Çanakkale’ye gidemiyorsun. Ben o gemileri gördüğüme ve hatta bindiğime göre, demek son 30 yılda olmuş neler olduysa. Sahip çıkılmamış, kimsesiz bırakılmış bir alandır bu. Oysa her yıl kutlanan 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramımız var. Yağlı kazığa tırmanmak değildir kabotaj.Oysa yakın tarihimizde pek çok önemli “gemi” vardır. Nusrat Çanakkale’yi mühürlemiştir mesela. Kurtuluş Savaşı’nın direniş hareketini örgütleyen “Samsun’a çıkış”, Bandırma Vapuru ile olmadı mı? İşte pek azımızın bildiği, ya da diyelim “hatırladığı”, yeni nesle öğretilmeyen bir başka mücadelenin kahramanı da bir gemidir. Karadeniz Vapuru. Bakın anlatayım.

Karadeniz Tophane'de - Harizan 1926

TİCARETİN BAŞLAMASI GEREK!

Bandırma Vapuru, Mustafa Kemal’i Samsun’a çıkarttıktan sadece 6 yıl sonra, 1925’te, Türkiye Cumhuriyeti taptaze bir devlettir. Asırların kültürel mirasını (ve borcunu) omuzlamış, ezik kullar devrini kapatıp özgür bireyler devrini başlatmıştır. Ama sadece 2 yaşında olan Cumhuriyet’in dünyaya tanıtılması, ticari olarak etkinliğin başlatılması, dünya ülkeleri ile alışverişe başlanması gerekmektedir de nasıl olacaktır bu işler? Şunun şurasında sadece 3 yıl önce savaştığımız toplumlara (hesapta Yunan ordusu ile savaştık ama alem biliyorki arkasında koca Avrupa kıtası vardı komşunun) nasıl mal satacaktık, ne satacaktık, hakkımızda ne biliyorlardı da ne alacaklardı bizden?  Daha ne Sümerbank var, ne Merinos, ne Etibank…

Yazının Devamını Oku

Robınson gerçekti ama...

10 Ağustos 2019
Bir adam sahiden de bir adada tek başına yıllarca yaşadı. Ama adı Robinson Crusoe değildi.


Kitabın 1835 baskısı

1703 Mayıs’ında İngiltere’den bir gemi Atlantik’e yelken açar. Doksan altı tonluk, on sekiz toplu Cinque Ports adlı gemide altmış üç kişi vardır. Geminin kaptanı Charles Pickering, yardımcısı Thomas Stradling ve lostromosu da Alexander Selkirk adlı denizcidir. Selkirk, 1676’da bir ayakkabı tamircisinin oğlu olarak, Lower Largo, Fife, İskoçya’da dünyaya gelmiştir. Doğum kaydında adı Alexander Selcraig olarak geçer. Huysuz ve uyumsuz bir çocuktur, gençliği de öyle devam eder. Pek dostu yoktur, istemez de zaten. Denizlere açılmaya ve ömrünü okyanuslarda geçirmeye karar verir. İlk büyük deneyimini, ünlü korsan (İngiltere hesabına çalışan ve düşman ülkelerin gemilerini yağmalayan) ve kâşif William Dampier’in kaptanı olduğu St.George adlı geminin mutfak personeli olarak yaşar. Zamanla kendini geliştirir ve güvertede görev almaya başlar.
İşte Cinque Ports’un lostromoluğu görevi de bundan sonradır. Cinque Ports Brezilya’ya geldiğinde, geminin kaptanı Charles Pickering ölür ve yerine, ikinci kaptan Thomas Stradling geçer. Ama Selkirk’in yıldızı Stradling ile hiç barışmaz, gemide sık sık kavgalar çıkar.
Selkirk, bu anlaşmazlıklara daha fazla dayanamaz ve 1704 Eylül’ünde, yani gemi Horn Burnu’nu döndükten sonra, anlaşamadığı Kaptan Stradling’den, kendisini Şili açıklarındaki ıssız Juan Fernandez adasına bırakmasını ister. Stradling için bunun hiçbir sakıncası yoktur tabii.

DÖRT BUÇUK YILLIK YALNIZ HAYAT

Selkirk, Juan Fernandez adasına, bir kayık, yanında birkaç parça eşya, biraz yetecek kadar su, barut ve gıda ile çıkar. Bu ıssız adaya kimi zaman çeşitli gemiler su almak için uğrar ama Selkirk onlardan kaçar. Yalnızlık hoşuna gitmektedir çünkü. Burada kendisine bir dünya kurmuştur. İki kulübe yapmıştır ağaçlardan. Önceleri adanın içlerinden gelen garip seslerden korkarak sahilde bir hayat kurmuş ama sonraları her sese alışarak hayatını daha normal hale getirmiştir. Kulübelerinde keyifle yaşamaya başlamış, adanın yabani keçilerinden süt ve et elde etmiş, hatta keçileri evcilleştirmeyi bile başarmıştır.

Yazının Devamını Oku

Huzurun anahtarı uyum

3 Ağustos 2019
Nasıl nefes alıyorsunuz şu an? Hızlı mı? Yoksa yavaş mı? Sanıyorum ben soruyu sorana kadar farkında bile değildiniz. Çünkü ‘evlerden ırak’ bir rahatsızlığınız yoksa, vücudunuzun bir ritmi vardı. Kendi içinizde uyum içindeydiniz. Sorarak, bu ritmi bozmuş olabilirim.


Evrenin/doğanın uyumunu bozduğmuzda başımıza gelmedik kalmıyor. Denizde de bu böyle. Fotoğraf: Kristel Hayes

Şimdi, sırf ben sordum diye durup dururken daha hızlı nefes almaya çalışsanız kalp ritminiz de hızlanacak, ardından başka sorunlar belirmeye başlayacak vs. Daha yavaş nefes almak da ayrı dert. Yani aslında uyumun dışına çıkmak her zaman sorun. Doğanın/evrenin her zerresi için geçerli bu. İnsan, ağaç, ‘cansız’ dediğimiz gezegen ve yıldızların devinimleri, her şey ama her şey uyum içinde. Bu uyum bozulduğunda, zincirleme olarak bozulmalar da başlıyor. Mesela insan, fabrika bacalarıyla, egzozlarla, klorofolorokarbon (CFC) gazlarıyla, lüzumsuz tüketimi ile atmosfere ısıyı pompalayıp durdu (halen de duruyor), dünyayı sarmalamış olan atmosferimiz ısınmaya başladı, doğal denge ve uyumun mükemmel birer parçası olan buzullar başladı erimeye, deniz seviyesi başladı yükselmeye, okyanus akıntılarının ısısı değişmeye başladı ki okyanus akıntılarıdır atmosfer olaylarının ana aktörlerinden biri, haliyle ‘havalar bir tuhaf oldu’ dememize yol açacak pek çok olayla karşılaşır olduk. İki hafta önce Fransa 45 dereceyi gördü vs. vs. vs. Neden? Uyumu bozduk da ondan.

HEP DAHA FAZLASI...

Evrenin ve doğanın (ki özde ikisi de aynı şey aslında) içindeki uyum, ‘sorunsuz’ hayatın belki de tek anahtarı. İnsan dışında hiçbir varlığın bu uyumu bozmakla ilgili bir derdi yok. Peki insan ne diye bozuyor bunu? Farkında değil mi bindiği her dalı tek tek kestiğinin? Farkında elbette ama kendine engel olamıyor çünkü insanın önemli bir kusuru var: ‘Hep daha fazlasını istemek.’ Ormanları yok edip tarla açmak açlık korkusundan değil, daha fazla para kazanma isteğinden mesela. Açılan tarlalara uyduruk plan değişiklikleri ile imar çıkartıp oraları beton ormanına çevirmek de öyle. Her şeyin daha fazlası için yapamayacağımız yok neredeyse. Afrika’ya gidip bir aslan öldürdükten sonra kafasını doldurtup duvara asmak nedir örneğin? Eline tüfek alıp hayvan öldürmek çok mu cesur yaptı seni? Cesaretinle övünmek, duvarındaki doldurulmuş aslan kafasıyla ‘daha fazlasını’ kazanmaya yeltendiğin prestij için daha iyisini yapmak istiyorsan tüfeksiz çıksana aslanın karşısına! Hani, doğanın aslanı senin karşına çıkarttığı gibi yani. Adil olsun karşılaşmanız. Bak o zaman o kafa belki bir şey ifade edebilir. ‘Daha fazla’ petrol için binlerce kilometre öteden savaş çıkartmak, buna da ‘demokrasi getirme’ kılıfı uydurmak nedir? Kargalar bile gülmeyi bıraktı da ‘Ya sabır!’ çekiyorlar artık böyle laflar karşısında. Hep daha fazlası, hep daha fazlası... Böyle böyle yitiriyoruz uyumu işte.

Yaklaşıyorsa fırtına, önlem al ve uyum sağla. Fotoğraf: Thomas Lipke

KONUNUN DENİZLE İLGİSİ

Şu uyuma, güzelliğe bakar mısınız lütfen.  Fotoğraf: Aaron Burden

Yazının Devamını Oku

Denizi okumak isteyen için ilk kaynak: Halikarnas Balıkçısı

27 Temmuz 2019
İş, denizi anlatmaya gelince, henüz ondan daha güzel cümleler kuran, denizi daha duya duya anlatan olmadı. Belki de hiç olmaz. Öneri isteyenler için ilk cümledir Halikarnas Balıkçısı.

Akdeniz’e hayran olmamak mümkün değil. Fotoğraf: Clark van der Beken

Bu aralar tatile çıkan çıkana, bir de önümüzde Kurban Bayramı var ilave olarak. Arada dostlar soruyor, “Tatilde ayağımı uzatıp, içinde deniz olan kitaplar okumak istiyorum ama bana bir şey öğretmesin, zevk versin. Ne önerirsin?” diye. Bu soruya verilecek yanıt o kadar uzun ki!.. Türkçedeki deniz kitaplığı teknik anlamda son yıllarda giderek güçleniyor ama 1990’ların sonu, 2000’lerin başında yoğunlaşan bu ‘kitaplığı genişletme’ çabasından önce hayli zayıftı. Ama dikkat çekerim, ‘teknik’ kitap zayıflığı -hatta yokluğu- söz konusuydu. Yoksa, “İçinde deniz olsun, bana bir şey öğretmesin ama zevk versin” faslından çok sayıda kitap vardı zaten. (Onlar da artıyor tabii bu arada, ne mutlu.) Çevirilerden önce bu toprağın öz değerlerinin en başında geleni söyleyelim: Cevat Şakir Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı (1890 -1973). Yazdığı her şey mis gibi okunur, istemeseniz de bir şeyler öğrenirsiniz okurken ve çok ama çok zevk alırsınız. Şöyle ki... 

GEL DE GERİSİNİ SONRASINI ETME

Halikarnas Balıkçısı, en güzel anlatımla süslediği gözlemlerinin ötesinde, dünyanın en güzel deniz öykülerini de anlatır bize. Çünkü Balıkçı, denizciliğin denizcilik, süngerciliğin süngercilik olduğu zamanlarda, güzel insanlarla birlikte yaşamış, onların yaşam kavgalarına, denize karşı verdikleri mücadelelere en yakından tanık olmuştur. Bazen keyfi, bazen felaketi, bazen acıyı, bazen sevinci paylaşmamızı sağlar ‘oradaki’ denizcilerle...
“Mandalya Körfezi’ndeydik.
Dört kaptandılar: Cimri Mahmut, Duba Davut, Çakaloz Veli ve Hovarda Ali; kumsalda yan gelmiş, hoş beş ediyorlardı. Rüzgâr da, şaka değil rüzgârdı ha! Kurumuş devedikenlerini, yabannanelerini, çerçöpü koparıyor ve kayıklarla kıyıdan giden denizcilere çarparak, yüzlerini kan içinde bırakıyordu.
Köylünün biri, ötekine,

Yazının Devamını Oku

Hamurdan havluya tekne

20 Temmuz 2019
Tekne sözcüğüne yakından bakınca ne farklı şeyler çıkıyor ortaya.

Bu teknenin güzelliği, yalaktan ziyade sanatı çağrıştırıyor.
Fotoğraf: Ron Dauphin

“Şafak sökerken o, yalnız bir eski tekneciğindüğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarakilerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak – şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkinsiyah kaburgasını...” der Tevfik Fikret, Balıkçılar adlı ünlü ve hüzünlü şiirinde.

Yıllardır size bu köşede denizdi tekneydi yazıp duruyorum. Fark ettim ki bu ‘tekne’ sözcüğü üzerine hiç sohbet etmemişiz. Kısmet bugüneymiş. Dilimizde tekneyi sıklıkla kullanıyoruz. Ekmek teknesi, duş teknesi, hamur teknesi, tekne kazıntısı... Denizde yüzen bir tekne ile hamur teknesinin, hele ‘kişilerin yaşları ilerlediğinde doğan çocukları’ anlamına gelen tekne kazıntısının ne ilgisi var? Çok ilgisi var çünkü Türk dilinde ‘tekne’, belirli bir şekle sokulmuş nesnelerin genel adı. Orta Asya’dan batıya doğru uzun yürüyüşümüz sırasında yanımızda getirdiğimiz sözcüklerden biri bu. Bu nedenle Kâşgarlı Mahmud’un sözlüğünde (Divânü Lugâti’t Türk) var olan sözcüklerden biri. Anlamı ‘yalak, yemlik’. Kimi aktarma sözlüklerde buna ‘leğen’ sözcüğü de ekleniyor. Yani bir tabana ve içine konan her ne ise yanlardan aşağı dökülmesin diye yüksekçe kenarlara sahip hemen her şeyin genel adı. Atlara ya da diğer hayvanlara yem vermişiz, yemler dökülmesin diye kenarlarını kıvırmışız bu kabın ve ona tekne demişiz. Su koymuşuz içine ‘yalak’ demişiz. Çünkü yalak sözcüğünün karşılığı da ‘hayvanların su içmesi için taştan ve ağaçtan oyulmuş kap’tır. Belki size kaba gelir ama bizim bugün ‘lavabo’ dediğimiz şeyin tam Türkçe karşılığı da yalak. (Tabii tuvalet yerine yanlış olarak kullanılan lavabo sözcüğünden söz etmiyorum. Tuvalet demek ayıp değil ki neden lavabo demek zorunda hissediyor kimileri bilmiyorum. Her insan tuvalete gider yahu!)

AMA KAYIK DEDİK Demem o ki, bugün denizde giden araçlar için kullandığımız tekne ile Orta Asya’da kullandığımız tekne sözcüklerinin tek ortak noktaları, şekilleri. Belki Maveraünnehir’de, bu şekle sahip cisimleri su üzerinde kullanmış olabilir atalarımız ancak bu araçlar için ‘qayguq (kayık)’ sözcüğünü tercih etmişler.

OYULMUŞ AĞAÇDenizde giden ‘muhtemelen’ ilk araçlar olan içi oyulmuş ağaçlar olduğunu hatırlarsak, bunun atların su içmesi için kullanılan bir yalaktan neredeyse hiçbir farkının olmadığını da fark edebiliriz. Bugün bütün dünya bu içi oyulmuş ağaç teknelere ‘kano’ diyor, kano sözcüğü ise Karib dilinden, yani Karayip Denizi’nin yerlileri olan ‘Karib’lerin konuştuğu dilden gelme. Getiren de Kristof Kolomb. Sonra İspanyolca, Fransızca yayılıp gitmiş. Artık bir dünya sözcüğü kano. 

YUNANCADAKİ TEKNE

Yazının Devamını Oku