İngiltere’nin dünyaya başarıyla pazarladığı uyduruk ama eğlenceli karakter James Bond’un diyaloglarından biliriz: “My name is Bond, James Bond.” (Benim adım Bond, James Bond) Başlık da bu tanıdık lafa öykünüyor elbette. Gerçekten de Sultan III. Murad, kendisini ziyarete gelen İngiliz elçilere böyle mi tanıtmıştır, orasını bilemiyoruz ama varsayalım ki böyle ya değil, ne çıkar bundan? Tarihte bilmediğimiz yerleri kurgulamak zevklidir.
BAŞTAN BAŞLAYALIM
Efendim, hikâyeyi en başından -ama elbette özetle- bilmek zorundayız ki kavrayabilelim. Çünkü tarihteki olaylar hep birbirine bağlı. Genellikle münferit (tek, ayrı, kendi başına) olarak bildiğimiz olayların hiçbiri küt diye ortaya çıkmaz. Onları doğuran sebepler, olayların gelişimi vardır. Kopmayan bir zincirdir bu. Kuşkusuz zinciri ilk halkasına kadar takip edecek değiliz ama en azından birkaç bakla öncesine gitmek gerekiyor.
GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL
Amerika Kıtası’nın keşfini, yani 1492 Kristof Kolomb olayını hepimiz biliriz. Ardından, Portekiz’in 1500’de Vasco da Gama ile birlikte Ümit Burnu’nu dönerek Hindistan’a ulaştığını da biliriz çoğunlukla. Duruma böyle bakınca zannediyoruz ki İspanyollar Hindistan’a batıdan ulaşmak için gidip yeni bir kıta buldu, bunu çekemeyen Portekiz de Afrika’yı dolaşıp Hindistan’a doğudan gitti. Tabii ki gerçek hiç de böyle değil. Portekizliler, Gemici Henrique denen prenslerinin başlattığı emperyal kisveli ama akademik ilgi, coğrafî merak ve çokça sebat gerektiren çalışmaları sonucu Afrika’nın kıyılarını adım adım haritalandırdılar ve bu çalışmaların sonucunda Afrika’nın güney ucu Ümit Burnu’nu dönerek Hindistan’a ulaşabildi. Bu çalışmayı başlatan Gemici Prens Henrique’nin ölüm tarihi 1460! Yani Portekiz, Ümit Burnu’nu dolaştığında, bunun için zaten neredeyse yarım yüzyıldır emek harcıyordu. Demem o ki, “İlk adımı Portekiz atmıştır ve asıl, İspanya buna öykünerek girişimde bulunmuştur” demek bile hatalı. Zira İspanya’nın girişimi, yani batıya, Atlas Okyanusu’nu enlemesine geçerek Hindistan’a ulaşma fikri bile İspanya’nın pek katolik kral ve kraliçelerine ait değildi. Cenovalı Kristof Kolomb ısrar kıyamet, “Valla gidip bulacağım Hindistan’ı” diye tutturmasaydı, belki böyle bir keşif kararı alınmayacaktı, bilemiyoruz.
İSPANYOL-PORTEKİZ KAPIŞMASI
Bandırma’nın replikası
İskoçya’yı hepimiz biliriz. Avcumuzun içi gibi değil elbette ama duymuşluğumuz vardır. Her şey bir yana, “İskoç etek” dendiğinde en azından güzel ülkemin kadınları ne dendiğini bilir. Kırmızı siyah ağırlıklı kareli kumaşlara da İskoç denir bizde zaten. İngiltere’nin kuzeyinde, Birleşik Krallık (United Kingdom)’ı oluşturan ülkelerden biridir İskoçya. Malum, İngiltere’nin kuzeyinde olması, bir de epey dağlık yapısı sayesinde İngilizce’de “Highlands” (yüksek topraklar) olarak isimlendirilmiştir. Game of Thrones (Taht Oyunları – ki doğrusu “tahtların oyunu” olmalı) dizisini seyredenler/bilenler varsa, dizinin bütün hikayesinin İngiltere’nin tarihine öykündüğünü, o dizideki büyük kuzey duvarının, İskoçya bölgesinde yaşayan ve “barbar” olarak nitelenen Keltler gelmesin diye Romalılar tarafından MS 142’de örüldüğünü de biliyor olabilirler.
Canım Atatürk’üm. İyi ki binmişsin o gemiye. Şükranla...
KISA ÖZGEÇMİŞ
Lafı çok uzatmayalım, işte İskoçya’nın başkenti Edinburgh’dan batıya doğru 65 kilometre ilerleyince Glasgow kentine, oradan 15 kilometre daha batıya yol alınca Paisley şehrine varılır. 19. yüzyılda Paisley şehrinde bulunan MacIntyre adlı firma gemiler inşa etmektedir. (Bugün aynı isimde bir firma orada kapı, pencere vs. imal ediyor ama o eski şirketin devamı mı bilemiyorum.) Bu firma, 1878’de Glasgow’da bir yolcu/yük gemisi inşa eder. (Çünkü Glasgow kentinden Clyde Nehri aracılığıyla denize açılmak mümkündür.) 279 grostonluk geminin uzunluğu 48,9 metre, genişliği de 6 metredir. Adını Trocadero koyarlar. Geminin ilk sahipleri olan Dousey & Robinson şirketi, 5 yıl sonra 1883’te Trocadero’yu Yunanlı bir armatör olan H. Psicha’ya satar. Firma Pire limanı merkezlidir. 1885 kayıtlarında geminin adı Kyma olarak görünmektedir. 1890’da gemi yeniden el değiştirir, başka bir Yunanlı firmaya satılır, onlar da İstanbul merkezli Rama Derasimo firmasına satarlar, geminin kaydı İstanbul limanına alınmıştır. Ardından, 1893’te bu gemi Osmanlı İdare-i Mahsusası tarafından satın alınır, adı da Panderma konur. İdare-i Mahsusa, 1910’da Osmanlı Seyrüsefain İdaresi olarak isim değiştirince geminin de Panderma olan ismi Bandırma’ya çevrilir. Bu ismin verilmesinde geminin 1891 yılında Erdek önlerindeki kayalıklara bindirerek batma tehlikesi geçirmesinin etkisi var mı, bilmiyoruz. Talihsiz gibi görünen gemi 1915’te Silivri açıklarında bir de İngiliz denizaltısı tarafından vurulur ama yine batmaz, onarılıp yüzdürülür.
Karayip Korsanları serisini izlediyseniz, oradaki maymun mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Hani Johnny Depp’in canlandırdığı korsan kaptan Jack Sparrow’un elinden sihirli pusulasını çalan, bazen eline tabanca alıp insanlara olur olmaz tehdit oluşturan, sık sık bağırıp çığlıklar atan, üzerinde çoğunlukla kıyafetle gördüğümüz ve kimine göre sevimli, kimine göre de sevimsiz şu meşhur maymun var ya, o işte. Ve eğer, “Maymunun gemide ne işi var canım. Filmi renklendirmek için oynatılmış bir figürdür mutlaka” diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Gemilerde sahiden de maymun vardı ve üstelik maymunların gemilerde ciddi bir “işleri” de vardı!
Karayip Korsanları’nın maymunu Jack. Böyle bağırırdı işte gemi maymunları.
O FİLMLE İLGİSİ YOK
Bu arada, başlıkta geçen ‘maymunlar cehennemi’ lafının, aynı isimli film serisi ile hiçbir ilgisi yok. O filmde, Dünya üzerinde insanın yerine egemenliği ele geçirmiş şempanze, orangutan ve goril gibi primatların, yeryüzünü insanlar için cehenneme çevirmiş olmalarıyla ilgili bir öykü anlatılır. Aslında ilki 1968 yılında çekilen o filmlerin adı, nedense bizim dilimize Maymunlar Cehennemi diye çevrilmiştir, oysa orijinal adın doğru çevirisi “Maymunlar Gezegeni”dir. Bizim öykümüz, insanlar tarafından maymunlar için cehenneme çevrilmiş bir yerden söz edecek. Yani gerçek maymunlar cehenneminden!..
Karayip Korsanları’ndaki maymun.
BUNLAR ŞEBEK
EĞER birileriyle deniz üzerine sohbet ediyorsanız, konu ister istemez bir şekilde Atlantis’e gelir. Şu meşhur kayıp kıta Atlantis’e. Uzak geçmişin gizemlerle dolu olduğu hepimizin malumu ancak insanın hayal gücü öylesine zengin ki küçücük bir bilinmezden ne acayip öyküler yaratabiliyor.
Atlantis hakkında ne çok kitap, film ve hatta şiir vardır. Binlerce yıldır insanın zihnini kurcalayıp duruyor bu Atlantis. Kayıp Kıta Atlantis! İyi de koskoca kıta nasıl olur da kaybolur? Bütün bu anlatılanlar acaba gerçek mi? Nereden çıkıyor nehir gibi çağlayan bunca öykünün pınarı? Gelin bakalım.
Bir Atlantis tasviri
PLATON’UN MARİFETİ
Elimizde, Atlantis’ten bahseden şimdilik en eski belge, ünlü filozof Platon’un iki eseri ya da iki diyaloğu: Timaios ile Kritias. (Platon eserlerinde ustası Sokrates’i konuşturur ve Sokrates’in karşısında konuşan kişi de genellikle o kitabın adı olur. Bunlar da öyle.) Timaios metni, Atlantis’in yerini yurdunu anlatan en “kapsamlı” metindir. Metinde, Atlas Denizi’nin ötelerinden gelen bir kavmin Avrupa ve Asya’ya küstahça saldırdığı, söz konusu kavmin yaşadığı adanın, Herakles Sütunları’nın ötesinde olduğu ve büyüklüğünün de Libya ile Asya’nın toplamından fazla olduğu anlatılıyor.
NEREDE BU SÜTUNLAR?
O zamanlar Afrika’nın tamamına Libya denirdi. Yani söz konusu ada Asya ve Afrika’nın toplamından daha büyükmüş. Fakat metinde inatla “ada” olarak geçiyor. Herakles Sütunları ise hep Cebelitarık Boğazı sanıldı ve fakat son zamanlarda bilim insanları ve tarihçilerin bu konuda başka fikirleri de var. Yani Herakles Sütunları, Cebelitarık yerine örneğin Messina Boğazı olabilir.
Bugün 80 milyonu aşan nüfusumuzun kabaca yüzde 60’tan fazlası da ya doğrudan deniz kıyısında ya da denize çok yakın yaşıyor. Bu da sanırım -yine kabaca- 50 milyona yakın insanın denize epey yakın olduğunu gösteriyor. Peki ya denizciliğimiz ne durumda? Ticaret gemileri, askeri denizcilik ve balıkçılık, birer meslek grubu oldukları için konumun dışında. Üzerinde durduğum, bir ülkeyi “denizci” yapan asıl unsur olan amatör denizcilik. Yani, insanların karşılığında para almadan (parayla iş yapana profesyonel denir), sadece sevdikleri için yaptıkları denizcilik. Kimi vaktini güzel geçirmek için kayıkla çıkar balık tutar, kimi yelken açar, kimi yarışır, kimi kürek çeker, kendine iyilik eder...
BU BİR LÜKS DEĞİL
Gelin görün ki, yukarıda kısaca ve ortalama değerlerle vermeye çalıştığım nüfus dağılımının denizle ilgisi çok az. Ülkemizde bu konuda ciddi istatistik yok. Yine de yapılan son sayım ve tahminlere göre, limanlarda bolca gördüğünüz küçük kayıklar da dâhil olmak üzere 35 bin civarında tekne olduğunu söyleyebiliriz. Haydi 10 bin de benden olsun. Oldu mu 45 bin tekne? Daha 50 bini bulamadık ki bol keseden attığımızdan eminim. Durumu sadece ekonomiye bağlamanın olanaksız olduğunu artık biliyoruz. Birkaç yılda bir araba yenilemek, ikinci, üçüncü ve bilmem kaçıncı evi satın alıp kiraya vermek, arsa almak vb. pek çok huyu olan milyonlarca insan var. “Acaba ‘yatırım aracı’ olarak görmedikleri için mi denize yönelmiyorlar?” diye bir soru ortaya çıkabilir. Buna da, “Bu kadar yatırımperver bir milletsek ekonomi neden sıkıntılı?” diye karşı bir soruyla yanıt vermek pekâlâ mümkün. Sanırım biz, kendine vakit ayırmayan, kendine yatırım yapmayan bir toplumuz. “Şunu yapayım da kendimi iyi hissedeyim. Hayat zaten yeterince sıkıntılı bir şey, bu işle uğraşırsam (yani hobi edinirsem) hayatın sıkıntılarından uzaklaşırım” demek bize savurganlık geliyor sanki. Başka deyişle bir “rahatlatıcı” unsurumuz yok. Bu bir lüks değil oysa. Tam tersine bir ihtiyaç. Herkesin, her insanın rahatlamaya, kendini iyi hissetmeye ihtiyacı var. İnsanı en çok rahatlatan şeylerin başında da hiç kuşkusuz deniz geliyor. Ama denize uzak duruşumuz, amatör olarak denizcilikle uğraşanlara bakış açımız nedeniyle denizin bizi rahatlatmasına izin vermiyoruz. Denizi itiyoruz.
Vazgeçilmez olmanın dayanılmaz tarafları vardır, kabul etmek lazım. İnsanın egosu çok güzel beslenir böylesi durumlarda. Hatta öyle beslenir ki, göbeklenir bile. Göbekli egoları gözümüzle göremeyiz belki ama ses tonundan, satır aralarından kendilerini belli ederler. Fakat sevgiyi, aşkı bunun dışında bırakıyorum izninizle. Çünkü seven insan, “sensiz yaşayamam” klişesini filmlerde çok duyduğu için söylemez, gerçekten öyle hissettiği için söyler. Doğru mudur, yanlış mıdır, üzerinde durmamak lazım, aşk zaten bir çeşit delilik değil midir? Her âşık için sevdiği vazgeçilmezdir. Ama iş hayatında, sosyal hayatta, evde, hele ki denizde vazgeçilmez olmak başka şey. “Bensiz yapamazlar” düşüncesinin çok çekici olduğu kesin. Ama benim dışımdakilerin (işte, ailede, cemiyette vs.) işleri bensiz beceremeyecek olması, sahiden mutlu edici bir şey mi? Bakalım.
Aman merdiven unutulmaya.
DENİZDEN ÖĞRENECEKLERİMİZ
Elbette bakacağımız yer deniz ve denizcilik. Ondan öğrenecek çok şeyimiz var. Diyelim bir aile babasısınız, diyelim parayı da nihayet denkleştirdiniz ve küçük ya da büyük bir tekne sahibi oldunuz. Biraz uğraştınız, tekneyi bir güzel kullanmayı öğrendiniz, amatör denizci belgesini de aldınız. Ama ailenizi bu sürecin dışında tuttunuz. Yaz geldi, okullar kapandı. Eşiniz ve çocuklarınızı tekneye doldurup “Ver elini Ege’nin masmavi suları!” diyerek coşkuyla halatları çözüverdiniz. Yolunuz uzunca. Örneğin Çanakkale Boğazı’ndan güneye inerken, tam da Boğaz’ın orta yerinde, yani önünüzde bir şilep, ardınızda bir konteyner gemisi, karşıdan da gelmekte olan bir tanker varken başınıza bir iş geldi! Ne bileyim, başınıza güneş geçti, kalbiniz tekledi, bilinciniz kapandı vs. Yani belki can verdiniz, vermediyseniz de ağzınızı açıp kimselere talimat verecek haliniz yok. İşte böylesi kötü bir anda, aileniz ne yapacak? Neden onlara da öğretmediniz bu nesnenin nasıl kullanılacağını? Ne yapacaklar şimdi?
Niyetim can sıkmak değil. Ama iyi plan, “ya kötü bir şey olursa?” sorusuna yanıt arayan maddeleri de barındıran, alternatif taşıyan, başarıyı bir tek kişiye veya duruma bağlamayan plandır. Özellikle denizcilikte çok önemlidir ama aslında hayatın her alanında önemlidir. (Kim bilir, belki de hayat öyle alanlara ayrılacak bir şey değildir.)
En güzeli her şeyi birlikte yapmak. Foto: Maarten van den heuvel-Unsplash
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız yaklaşırken, hele yaza da girmeye hazırlanıyorsak, çocuklarımızın kişisel gelişimi üzerinde çok büyük olumlu katkısı olacak denizi bir de bu açıdan görelim.
Biraz kalabalıklar ama olsun, eğlendikleri ve o günü hiç unutamayacakları kesin.
Çocuklarımızın kararlı, kendi ayakları üzerinde durabilen, karmaşık ve zor durumlarda doğru kararlar verebilen, yılmayan, çok net bir tarifi olmasa da başarılı bireyler olmasını istemez miyiz? Kim istemez ki? Bu isteğimizi gerçekleştirebilmek konusunda her zaman başarılı olmadığımız ayrı bir gerçektir ama zaten konu da bu: Ebeveynler de bir zamanlar çocuktular ve acaba kaç ebeveyn, yetiştirmek istediği gibi bir çocuk idi?
Bahsettiğimiz gibi çocuklar yetiştirmenin pek çok yolu olabilir, pedagog değilim; sadece bildiğimi anlatabilirim size. Yani denizi. Doğrusunu söylemek gerekirse bu yaşıma kadar denizden daha iyi bir öğretmen görmedim. Tabii onun dilinden anlayana, söylemeye çalıştığını duyana...
Türlü oyunlarla denizin efendisi olur çocuklar. Tabii işi bilenlerin gözetiminde.
MÜCADELEYİ ÖĞRENDİĞİM AN
Astrolojiden astronomiye geçişimiz binlerce yıl sürdü. Lojisini nomisini bir yana bırakırsak, astro ne peki?
Hangi burçtansınız? Herkes için farklı anlamı var burçların. Kimi tutkundur, tüm burçları adı gibi bilir, kimi hangi burçtan olduğunu bile bilmez. Kimse burcunu bilmek zorunda değil tabii, kimlik bilgisi değil sonuçta. Hatta günümüzde burcun ne bilgisi olduğu üzerinde tartışmalar sertleşiyor. Ben oralara hiç girmeyeceğim, bugünkü yazımın derdi başka.
TAKIMYILDIZLAR
Efendim, biliyorsunuz gökyüzünde yalnız gezen yıldızlara binlerce yıl önce anlam vermiş, onları bir şeylere benzetmişiz. Mesela aslana benzetmişiz bir grup yıldızı, bir başka grubu ayıya benzetmişiz, sonra bir bakmışız bu ayının bir büyüğü bir de küçüğü var yukarıda, öylece ayırmışız onları, başka bir grubun tipi için kovayı uygun bulmuşuz falan. Elbette herkes artık biliyor ki bir araya geldiklerinde mesela ayıyı oluşturan yıldızlar, aslında birbirlerine milyarlar kere milyarlarca kilometre uzaklar; yani ayının sırtına denk gelen bir yıldızla burnuna denk gelen yıldız arasında gidip gelmeye bir değil birkaç ömür yetmez. Ortada ayı mayı yok, sadece benzetmişiz, hepsi bu.
YILDIZLARDAN ANLAM ÇIKARTMAK
Peki bunu niye yapmışız? Takdir etmek gerekir ki bundan 5 bin yıl önce Netflix de yoktu, Zuhal Topal’la yemek yiyen de. Güneş battıktan sonra insanların bakabilecekleri tek yer gökyüzü idi. (Tabii güvendelerse.) Elektrik, sokak lambası, fabrika gibi şeyler de olmadığı için gökyüzünü her yerden pırıl pırıl görmek mümkündü, gece görüşünü kısıtlayan lüzumsuz ışık kaynaklarından çok uzaktı gökler.