O koca koca direkler, tek başlarına öyle dimdik durabilirler mi? Aman efendim, ne mümkün!
Bir limana veya marinaya gittiğimizde, yelkenli teknelerin direkleri dikkatimizi çeker. Uzun uzun direkler, görkemli bir şekilde göğe yükselmektedirler. Hepsi uzundur, kimi daha uzundur, kimileri çok uzundur, kimileri ise upuzun. Direkler, teknelere görkem katarlar. Uzaktan bakınca çok büyüleyicidirler.
‘HAYLİ AĞIRDIRLAR’
Ama -bilenler bilir- hiçbir direk tek başına öyle dimdik duramaz teknenin üzerinde. Direkler, çoğu alüminyumdan üretilen donanımlardır (başka malzemelerden de üretilenleri vardır), tabanlarını teknenin bir tarafına yaslarlar. Ne kadar hafif malzemeden üretilmiş olurlarsa olsunlar, tekne boyundan uzun oldukları için hayli ağırdırlar. Onca ağırlığın, fiber gibi esneyebilen, hatta kırılabilen bir malzemenin içinde öylece eğilip bükülmeden durması olanaksızdır. Ne kadar görkemli görünürlerse görünsünler, ne kadar ihtişamlı olurlarsa olsunlar, direkler, o göğe yükselişlerini boylarına ama endamlarını başka yardımcı donanıma borçludurlar.
DESTEK OLUR
Direkleri, düşmesin, eğilip bükülmesin diye çelik halatlar tutar. Biri baş taraftan (baş ıstralya denir), bir başkası kıç taraftan (kıç ıstralya denir) çekelerken, yanlardan da en az iki tel, ki bu tel adedi direk boyuna göre artar, bu endamı sürekli ve sağlam olması için destek olur.
“Denizci şöyledir”, “denizci böyledir” diye atıp tutarız. Hiç gerek yok, çünkü tarihimizin en büyük denizcilik eserini vermiş olan Pîrî Reis 5 asır önce tanımlamış zaten denizciyi. Bize söz etmek değil, edilmiş sözü dinlemek düşer.
Elbette temsili bir Pîrî Reis çizimi. Gerçek görünüşünü ne yazık ki bilmiyoruz.
TÜRK denizcilik tarihinden Pîrî Reis’i çıkartırsak geriye kaç kişi kalır? Zor bir soru değil, oldukça yalın ve basit. Saymaya başlarız tek tek Barbaros Hayreddin, Uluç (Kılıç) Ali Reis, Turgut Reis (Turgutça) diye; ardından bir duraklarız, devamını nasıl getirelim diye. İmdadımıza deniz otobüsü isimleri yetişir. Kemal Reis, Burak Reis, Salih Reis, Murat Reis, Mehmet Reis, Sinan Paşa, Sarıca Bey, Temel Reis, Piyale Paşa (ki aslında ne zaman yaşadıklarını, ne yaptıklarını genellikle pek bilmiyoruzdur)… Yine duraklarız. Çevremizdekilerin “Vay be, ne bilgili biri” diye düşündüğünü sezip, kendi kendimizi gaza getirerek sallamaya da başlayabiliriz: (Mutlaka vardır öyle isimler.) “Ahmet Reis, İbrahim Reis, Osman Reis…” Eğer kılavuzumuz ve kopya kaynağımız deniz otobüsleri ve feribotlar ise ve denizcilik tarihiyle pek işimiz yoksa (ki niye olsun, kimse mecbur değil), iyice zıvanadan çıkıp saymaya devam edebiliriz: Ertuğrul Gazi, Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet, Turgut Özal, Adnan Menderes…
EN BÜYÜK ESER
İster bilerek listeleyelim, ister bilmeyerek, bütün bu isimler (gerçek olanları) içinde eser vermiş tek kişi Pîrî Reis’tir. Eser derken, Barbaros Hayrettin’inki gibi anılardan değil, denizcilik hakkında, bilgi içeren, sonraki nesillere yol gösterici olan, aydınlatıcı, bilimsel eserden söz ediyorum. Barbaros’un hatıratı da önemlidir ve elbette değerlidir ancak Pîrî Reis’in yazdığı dört ciltlik Kitab-ı Bahriye ile kıyaslanabilecek bir bilgi kaynağı değildir. Zaten bizim bütün tarihimizde bir denizci tarafından yazılmış, Kitab-ı Bahriye’ye benzer, o değerde başka eser yoktur. Tarihimizin en önemli entelektüellerinden olan Kâtip Çelebi’nin Tuhfetü’l-Kibâr Fî Esfari’l-Bihâr adlı eseri de çok değerlidir, denizcilik tarihimizden önemli olayları aktardığı gibi iyi denizci olmak isteyenlere öğütleri de çok ünlüdür (başka bir yazıda onu da aktarmaya niyetliyim) ama Kâtip Çelebi’nin denizci olmayışı, kriterlerimizi karşılamaz. Yani, denizcilik ilmini bilen ve yazan bir tek Pîrî Reis’tir, başka kimse yoktur.
Çanakkale’deki Pîrî Reis heykeli
Ada sanılıp üstüne çıkılan balık. Tasvir 16. yüzyıl ürünü.
GÜNÜMÜZ teknolojisine uygun düşünüp geçmişi kavramaya çalıştığımızda oldukça zorlanıyoruz. Açıkçası, kavrayamıyoruz. O kadar hızlı gelişti ki her şey, hayatımızın 10 yıl gibi kısacık bir süresinin öncesi bile “eski” geliyor artık. Hepimizin ağzındadır şu cümleler: “Cep telefonu yokken ne yapıyorduk?”, “İnternet yokken nasıl yaşıyorduk?”
Geçenlerde bir videoda gördüm, iki gencin önüne bizim eski çevirmeli telefondan koyuyorlar ve falanca numarayı arayıp görüşmelerini istiyorlar. Gençler numarayı, o yuvarlak kadranla bir türlü arayamıyorlar! Çocukların bir suçu yok, her şey çok hızlı gelişti. 25 yılı aşkın süredir hayatımızda olmayan bir telefon tipinin, henüz ergenlik dönemindeki gençlere bir şey ifade etmemesi son derece normal. Korkutucu olan, değişimin hızı. İşte bu hızlı değişim içinde bizim tutup, örneğin 500 yıl öncenin denizciliğini, keşif ruhunu, korkularını, endişelerini anlamamız hayli zor. Olanaksız değil tabii, biraz konuya eğilip okumak gerek.
BİLENLER-BİLMEYENLER
Okyanuslara “ilk” kez yelken açan, bilinmeyene giden insanların neler hissettiğini, neler düşündüğünü anlamaya çalışmak zorlu bir uğraş. Bilen (bilgiye ve değişime açık) insanların elinde giderek biçim ve anlam kazanan dünyanın, bilmeyenlerin (bilgiye ve değişime kapalı) hayal gücüyle ne hallere girdiğini, batıl inanışların, insanlığın ne kadar çok zaman kaybetmesine neden olduğunu gördükçe insan üzülüyor.
Örneğin Dünya’nın yuvarlak olduğu bilgisi, milattan önce 6. yüzyıldan beri var aslında. Fakat tersine inananların sayısı da az değil. Çünkü onlara göre kanıt yok! Bir de işin başka bir tarafı var: Bilimin kazanması işlerine gelmiyor. Çünkü bilim kazanırsa, hayatı kendi kafalarından uydurdukları kurallara göre idare etmeye çalışanların otoriteleri sarsılır! Ortaçağ boyunca Dünya’nın düz olduğuna inanıldığını sanmak, artık modası geçmiş bir düşünce. Öyle değil. Ortaçağ’da da Dünya’nın yuvarlak olduğu biliniyor. Ama bazı topluluklar, bu konuyu dillendirmek istemiyor, kimi kıt akıllılar da düz olduğunda ısrar ediyor. Çünkü Kilise ve belki de yanlış yorumlanan eski kutsal metinler, ancak bu saçma düşünce ile beslenebileceklerini, bilimsel bilginin yayılmasının kendi çıkarlarına aykırı olduğunu, otoritelerinin sarsılma tehlikesi altında bulunduğunu ısrarla dile getiriyorlar.
En berbat laneti yendi. O bir kahraman. Milyonlarca denizcinin hayatını kurtaran. O, lahana turşusu.
Mucizevi lahananın turşusu da bambaşka.
OKYANUSLARA açılmak, yani kıyıdan yola çıkıp ufka doğru yol almak, hep korkutucu olmuştur. Çünkü bilmediğimiz şey korkutur bizi. Ufkun ötesinde ne olduğunu bilmiyorsak, hele bir de oralara dair korkutucu hikayeler, canavar masalları, dünyanın sonuyla ilgili kurgular ağızdan ağıza dolaşıyorsa, korkumuz delirtici olabilir. Elbette cehalettir korkuyu besleyen. Her zaman ve her yerde böyle olmuştur, olacaktır. Ama sözünü ettiğimiz çağ, 15’inci yüzyılın başları, yani 1400’ler. Cehalet, korku, dogmalar, Kilisenin neredeyse vahşete dayalı egemenliği, hiç kuşkusuz bu döneme damga vurmuş ruh halinin ana unsurları.
BÖYLE Mİ OLDU?
Kolomb bir sabah uyandı ve “Yahu ben batıya doğru gideyim de yeni bir kıta bulayım” dedi; giyindi, gemiye bindi, yelken açtı ve Amerika’yı buldu! Ertesi sabah da Portekizliler uyanıp, “Vay adiler! Biz de doğuya gidip Hindistan’a ulaşırız” dediler ve hemen yola çıkıp Hint Okyanusu’na vardılar!
Tabii ki böyle olmadı ama böyle zannedenler yok değil. Bu okyanus seyirlerinin ardında birkaç yüzyıllık bilgi birikimi, merak ve yanılgıyla sonuçlanmış denemeler var. Hele, “Biz İstanbul’u fethettik de onların Doğu’ya giden yolları kapandı, onun için okyanuslara açıldılar” düşüncesinin konuyla hiç ilgisi yok!
Eğer bir meteoroloji taşımız yoksa, atadan kalma tekerleme ya da bilgileri öğrenerek, kendi çapımızda meteoroloji sihirbazı olabiliriz. Sadece biraz emek gerek.
HANGİ taş değerli, hangi taş değersiz? Bir taşı değerli kılan nedir? Elmas, yakut, safir, yeşim gibi güzelliklerinin ve nadirliklerinin dışında pek fazla işe yaramayan dünya hediyelerinin uğruna neden bazen kıyametler koptuğunu anlamak her zaman kolay olmayabilir. Anlaşılan bir taşı değerli kılan, güzel görünmesi ve nadir bulunması. Peki ya işlevi olan taşlar? Mesela tarih içinde karşımıza çok çıkan felsefe taşı diye bir taş var; ne olduğunu ben de bilmiyorum ama Harry Potter bile peşine düşüğüne göre önemli bir şey olmalı. İstanbul’daki Dikilitaş, Çemberlitaş, Nişantaşı, Beşiktaş da çok güzel görünmeyen ama işlevsel olan taşlardan sanırım.
METEOROLOJİ TAŞI
Bir de bizim buralarda değil ama Batı’da sıkça görülen bir meteoroloji taşı var. İnternette bolca örneğine rastlamak, farklı isimlerle görmek mümkün. Hava tahminlerimizi kolaylaştıran bir unsur olduğu için sizlerle paylaşmak istedim. İnce, esnek ve sağlam bir sicim ya da telle evin dışına, açık havada uygun bir yere asılan taş, bize hava durumu hakkında çok net bilgiler veriyor. (!) İster inanın, ister inanmayın! Resimde detaylarıyla görülmekte zaten. Bilgileri şöyle tablolaştıralım:
KUŞKU yok ki deniz dendiğinde akla ilk gelen şeylerdendir gemiler. Belki de bu yüzden denizcilikle gemicilik birbirine karıştırılır, kavramlar birbirine girer. Ama bunun için kimseyi suçlayamayız ki. Deniz de çok gördüğümüz ama buna karşılık üzerinde az kafa yorduğumuz pek çok şeyden biri sadece. Bu nedenle hayıflanmayı bırakıp, gemilere dönmek en iyisi.
Nuh’un Gemisi’ni arama sevdası asırlardır bitmiyor. Öyle ki, yeryüzü şekilleri bile Gemi’ye benzetilerek spekülasyonlar yapılıyor.
Dünyanın en ünlü gemisi hangisidir? Adını herkesin bildiği, nerede zikredilse hemen anlaşılan gemi? Üstelik öyle bir gemi ki bu, adını herkes biliyor ama kimse bir kez olsun görmemiş! Elbette Nuh’un Gemisi’nden bahsediyorum. Bütün kültürlerde yeri olan o meşhur tufan öyküsü ve buna bağlı inşa edilerek insanlığın ve diğer canlıların geleceğini kurtarmış gemi, Nuh’un Gemisi. (Geminin, bildiğimiz anlamda bir adı yok. Çünkü balıkçılık, ticaret, askerlik veya gezinti için değil, “kurtarmak” için, biraz da aceleyle yapıldı. Bu yüzden kimsenin aklına gemiye isim koymak gelmemiş ve aynı nedenle yazı boyunca ondan “Nuh’un Gemisi” olarak söz edeceğiz.)
ÇOK ESKİ BİR HİKÂYE
Nuh’un Gemisi, kutsal metinlerde tarif edilir. Ama metinlerin en eskisi, Sümerlerin Gılgamış Destanı’dır. Mezopotamya’nın bereketi, yalnızca tarımda değil, tarihin derinliklerinden günümüze, kültürlerin, dinlerin ve dolayısıyla tarihin doğduğu ve fışkırdığı yer olmasından da gelir. Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarının en eskisi Tevrat’tır kuşkusuz. Tevrat, Yahudiler’in Tora dedikleri ilk beş kitaptan oluşur. Eski Ahit’in takip eden kitapları, sonraki peygamberlere dair metinlerdir. Tora’nın MÖ 14 ve 13. yüzyıllar arasında yazıldığı söylenir. Oysa Gılgamış Destanı’nın bilinen ilk yazmaları MÖ 2000’lere kadar gider ve Destan’ın, çok daha eskileri anlattığı bilinir. Yani en eski yazılı metinde bile öykü “çok eski” bir öyküdür. Kelimenin tam anlamıyla, “evvel zaman içinde”dir.
Simon de Myle’nin Ağrı Dağı’ndaki Nuh’un Gemisi tablosu.
ASLINDA mitolojik öyküler sandığının kapağını açıp içinde ne var ne yoksa ortaya saçmaya başlayacak olsak, denizle ilgili çok fazla şeyle karşılaşırız. Dünyanın tüm mitolojilerinde deniz önemli bir yer alır çünkü deniz, besleyiciliği ve güzelliğinin yanında gizemin de temsilcisidir aynı zamanda. Nasıl olmasın? Mitolojik öyküler, insan hayal gücünün ürünü ve henüz insanlar ufkun ötesine pek gidemedikleri dönemlere aitler. Düşünün ki, tüm karaların çevresini tek bir denizin sardığına inanılıyor binlerce yıl. Konu tam bir gizem. “Sonuna gidilse ne olur acaba? Aşağı mı düşeriz? Yanar mıyız? Canavarlar bizi yutar mı? Ne olur?” Tabii sonra akıl ve bilimle gördük ki dünyanın sonu diye bir şey yokmuş, boşuna heyecanlanıp durmuşuz.
YUNAN PANTEONUNDAN ÖRNEKLER
Bugün size mitolojinin doğrudan denizle ilgili ilahlarını anlatmak niyetindeyim. Zaman zaman diğer unsurlarını da ele alırız birlikte. Her ne kadar Yunan mitolojisi, panteonunun (tanrılar grubu) önemli kısmını Mısır’dan ve Yakın Doğu’dan aldıysa da, verdikleri eserlerin ve kültürel yayılımlarının etkisiyle en çok onlarınkini biliyoruz. Sağ olsun, Hollywood da döne döne Yunan tanrılarının filmlerini çekiyor, haliyle kültür hayatımızda en çok bu anlatılar etkili oluyor. Bu nedenle bir başlangıç noktası olarak Yunan-Roma geleneğindeki mitolojik ana unsurlara bakacağız bu yazıda.
YER VE GÖK
Yunan tanrıları yaratılmıştır. Titan adı verilen daha büyük, daha güçlü, daha etkin bir grubun çocuklarıdırlar. Ama durun hele, bu Titanlar da yaratılmıştır çünkü gökyüzü Ouranos ile Toprak Ana Gaia’nın çocuklarıdır onlar da. Yani yer ve göğün çocuklarıdırlar. (Türklerin de İslâmiyet öncesi Gök Tanrı -köktengri- ve Toprak Ana inançları olduğunu hatırlayalım.) Titanlar arasında zamanı temsil eden Kronos’u (kronometre adını bundan alır. Mesela Zeus, bunun oğludur) ve Okeanos sayılabilir. Okeanos, dünyanın çevresini saran denizlerin efendisidir ki fark edildiği üzere “okyanus” sözcüğüne adını veren hayal ürünü zattır. Bu arada, bizim dilimizde ve Yakın Doğu kültüründe, Arapça gayya kuyusu vardır, bilirsiniz. Cehennemin en derin kuyusudur o. Gayyanın Gaia ile bir ilgisi var mı, bilmiyorum. Bazen böyle isim benzerliklerinin arkasından çok ilginç öyküler çıkabiliyor. Öğrenirsem hepinizle paylaşacağım.
CEHENNEMİN DİBİ
Poseidon ise daha popüler bir tiptir. Az önce bahsettiğimiz Kronos ile Hera’nın çocuğudur. Bolca kavga-gürültünün ardından Kronos tahttan indirilince üç oğlu dünyayı aralarında bölüşürler. Zeus gökyüzünü, Hades yeraltını, Poseidon da denizleri alır. Garibim Hades, ölüler diyarının ve cehennemin efendisidir. Nedense cehennem, yerin altındadır. İyilerin öldükten sonra “yukarı” yükselmesi, kötülerin ise yeraltına inmesi, başka deyişle “cehennemin dibine” gitmesi, insan zihninde çok eski bir kalıptır yani.
Dolap deyince ne anlıyoruz? Çok şey. Bir sürü anlamı var. Ve hem denizcilerin hayatında, hem de insanlık tarihinde önemli bir yere sahip bu dolap denen şey.
Dolap dümen. Foto, Joseph Barrientos.
Giysilerimizi koyarız, adına dolap deriz, yiyeceklerimizi saklarız, adına dolap deriz, kap kacağımızı istifleriz, adına dolap deriz, ayakkabılarımızı kaldırırız, adına dolap deriz, sonra da dalavere içindeki birine sorarız: “Ne dolaplar çeviriyorsun bakalım?” Biri atılır ortaya, “Ben burada ne dolaplar döndüğünü biliyorum.” İçine giysilerimi koyduğum mobilya ile dalaverenin ne ilgisi var ki?
Dünyanın en etkileyici dönme dolaplarından, Londra’daki London Eye.
UZAYAN BİR ANLAMLAR BÜTÜNÜ
Hayır, bu nasıl bir laftır ki, en olmadık yerlere kadar uzanıyor? Dolap beygiri diye bir şey varsa, garibim dalavere mi çeviriyor, yoksa başka işlerin mi peşinde? Dönüp duran birilerine ne diye “dolap beygiri gibi dönme” deriz o zaman? Bu dolap denen şeyin, beygirle bir ilişkisi varsa, lunaparklardaki dönme dolap nedir o zaman? Adından belli ki dönüyor, peki onu da bir beygir mi döndürüyor?