Tayfun Timoçin

Şiir denizinin kahramanları

2 Kasım 2019
Her tekne bir şiirin kahramanıdır. Bugün o kahramanlara kısaca bakacağız.

Her tekne bir şiirin kahramanıdır. Foto Katherine McCormack

Uzun süredir tarihten sayfalarla keyifli bilgiler paylaşıyoruz bu köşede. Fark ettim ki şiire epey ara vermişiz, bilimsel bir sempozyum havasına bürünmüş köşe. Bu arada sempozyum sözcüğünün kökenini bilenlerimiz vardır belki, bilimle falan hiç ilgisi yok. Antik Yunan’da birlikte yemek ve bolca içmek için bir araya gelme etkinliğinin adıdır sempozyum. Sonradan Platon tarafından bugünkü anlamına kavuşturulmuştur elbette. Bunu da bir kenara not edelim. Hem, madem sempozyumun yeni anlamına büründürmüşüz köşemizi, o halde biraz ilk anlamına yelken açmaktan, biraz rahatlamaktan zarar gelmez değil mi? Gelin bu hafta hep birlikte şiir denizine çekelim kürekleri. (Bu arada, buraya alacağım şiirlerin çoğu bestelendiği için, sanırım okumanız bittikten sonra epey bir süre mırıldanırsınız gibi geliyor. Bir de küçük not: Şiirlerin orijinallerinin içindeki bugüne göre yazım hatalarını düzeltmedim.)

HER TEKNE BİR ŞİİRİN KAHRAMANIDIR

Bugünkü şiir denizimizin ana dokusu tekneler. Her türlü tekne, balıkçı kayığı, sandal, yelkenli, vapur, yük gemisi, taka, mavna, çekdiri, kalyon ne ararsanız... Hepsi, tüm tekneler. Sonuçta boyu posu ne olursa olsun denizde giden her aracın bir teknesi var. (bkz. 19 Temmuz tarihli bu köşe). Ve tekne ne kadar büyük olursa olsun, deniz çok ama çok büyüktür ve tekne yalnızdır.
Her tekne bir şiirin kahramanıdır. İnanın her tekne. Bir limana gidip usulca izleyin orada sakince yatan kayıkları ve diğer tekneleri. Tıpkı uyurken nefes alıp veren bir insanın göğsü gibi nazik hareketlerle suyun üzerinde yükselip alçalmalarına dikkat edin. Hepsinin ama istisnasız hepsinin bir öyküsü var. Her öykü başlı başına bir şiirdir zaten ama teknelerinki en şiirsel öyküdür belki de.

Bülent Ecevit

Yazının Devamını Oku

Damat kılıcıyla katledilen büyük denizci: Çaka Bey

26 Ekim 2019
Çaka Bey’in büyük Türk denizcisi olduğunu biliriz de, damadı olan Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan tarafından öldürüldüğünü bilir miyiz?

Çaka Bey’i duyduğunuzdan eminim. İlk büyük Türk denizcisi Çaka Bey. Daha Malazgirt Zaferi’nden birkaç yıl sonra Batı Anadolu’ya gelip kendisine filo kuran, Bizans’a kök söktüren, yaman bir lider, muazzam bir girişimci. Bunlar bilinen şeyler. Bilinmeyen değil ama nedense üzerinde hiç durulmayan bir tarafını da size ben anlatayım; Çaka Bey’in hayatıyla, daha doğrusu Anadolu’daki (hatta belki de dünyadaki) Türk varlığıyla ilgili.

CEHENNEM FIKRASI

Ama önce bir fıkra araya giriyor ister istemez. Sanırım şu fıkrayı çoğumuz biliriz:
Bu dünyayı terk edip diğerine geçen biri, geçici cezasını çekmek üzere cehenneme gitmiş. Baş zebani, adet olduğu üzere adamı şöyle bir gezdirmiş cehennemde. Her yerde koca koca kazanlar var harlı ateşle ısıtılan. Kazanların üzerinde milletler yazıyor. Şu kazan Almanların, bu kazan Mısırlıların, diğeri İtalyanların vs. Her kazanın başında da bir zebani. Kafasını kaynayan sudan çıkartanı, elindeki büyük sopayla aşağı bastırıyor kazan görevlisi zebani. Bir kazanın yanına gelmişler, üzerinde “Türkler” yazıyor ama başında zebani yok. Adam merak edip sormuş baş zebaniye, “Niye Türklerin kazanının başında kimse yok?” diye. Baş zebani yanıtlamış: “Gerek yok ki. Birisi kafasını çıkartmaya kalktığında aşağıdan birisi nasıl olsa çekiyor. Elemandan tasarruf ediyoruz!”

ŞAKA DEĞİL GERÇEK FASIL

Belki bu bir fıkra ama malum ya, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Ne yazık ki bu fıkrayı haklı çıkartan pek çok olay var tarihimizde. Bunlardan biri de Çaka Bey’in başına gelenler.
Malum, 1071’den sonra (aslında öncesi de var) Türklerle Bizanslılar, sanıldığı gibi durmadan savaşan iki toplum değil. Elbette savaş da var ama aralarında çok iyi ilişkiler de kuruluyor. Birbirlerine yardım ediyorlar, asker veriyorlar, gemi alıyorlar... Hatta karşılıklı evlenip akraba oluyorlar falan. Yani birbirine hiç karışmayan, temas etmeyen, kaynaşmayan iki grup kesinlikle yok ortada.

YUNANCA VE LATİNCE BİLEN TÜRK BEYİ

Yazının Devamını Oku

Keşiflerin İstanbul’un fethiyle hiçbir ilgisi yok

19 Ekim 2019
Keşifler, Sultan II. Mehmed (Fatih) daha dünyaya gelmeden başlamıştı zaten. Hatta Batı, Doğu’yla teması binlerce yıl önce kurmuştu.

İstanbul’un fethi

Keşifler dönemini bilirsiniz. Hani şu Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a gitmeler, Kolomb’un Amerika’ya gitmesi, sonrasında Atlantik’ti, Pasifik’ti, Hint Okyanusu’ydu derken okyanusların adım adım keşfedilmesi, geçen haftaki ‘Zordu ve Pisti’ başlıklı yazımda belirttiğim gibi denizcilerin bin bir zahmetle haritaların eksik yerlerini tamamlaması... O keşiflerden söz ediyorum evet. Bunları yapan, hepimizin bildiği gibi Batı. Avrupalılar yani. Peki Avrupalılar neden keşfe çıktılar? Neden o kadar zorluğa katlanıp okyanuslarda öle öle, hayatları pahasına bilinmeyene yelken açtılar? Doğu’ya ulaşma fikri neden bu kadar önemliydi?

YOK ÖYLE ŞEY!

Eskiden konuşulan ve artık çoktan unutulmuş olması gereken bir düşünce, -son zamanlarda gençlerin/çocukların ağzından duyduğum için söylüyorum- meğer eskimemiş, halen yaşıyor!
Batı neden okyanuslara açıldı?
Osmanlı İstanbul’u fethetti de ondan!

Yazının Devamını Oku

Zordu ve pisti

12 Ekim 2019
On sekizinci yüzyılda İngilizler dünya haritasının eksik yerlerini tamamlarken, denizciler apayrı bir çile çekiyorlardı.

18’inci yüzyıl İngiliz denizciliğini yansıtan bir tablo

Bugün size on sekizinci yüzyılın denizcilik şartlarından söz etmek istiyorum. Yani, 1700’lerden. Hani bizim Karayip Korsanları film serisi ile masalsı da olsa biraz görme olanağı bulduğumuz devirlerden...

EMPERYAL-İST NEDİR?

Daha önce birkaç kez değinmiştim, o dönemlerde gemilerde hayat hiç kolay değildi. Hatta o kadar zordu ki, “kolay değildi” derken bile hafifletmiş oluyoruz. Malum, o devir, İngiltere’nin, başka deyişle Britanya İmparatorluğu’nun denizlere hükmettiği dönemler. İngilizler, dünyanın bütün denizlerine yelken açmışlar, haritaların eksik kısımlarını tamamlamakla, orada burada yeni koloniler kurmakla uğraşıyorlar. Koloni kurmak, bir yeri fethetmekten çok daha ötesi. Koloni kuran ülke, oraya dilini, inancını, kültürünü, alışkanlıklarını götürüyor, oradan da en üst düzeyde faydalanıyor. Tüm kaynaklarından. Başta insan olmak üzere, yeraltı ve yerüstü kaynakları, koloni kuran ülkenin oluyor ya da onun yararına kullanıma açılıyor. Bugün bütün dünyanın ortak dil olarak İngilizceyi kullanması bir tesadüf değil, o yılların doğal sonucu. ‘Emperyal’, ‘imparatorlukla ilgili’ demektir. Emperyalist de, bu işi savunan, tutan, destekleyen gibi anlamları içeriyor. Üzerinde çok daha fazla durulabilir ama konumuz değil. Bütün imparatorluklar, doğal olarak emperyalisttir, aksi halde imparatorluk olmazlar. Persler de öyleydi, Romalılar da, Osmanlılar da...

ADMIRALTY VE PÎRÎ REİS’İMİZ

Böyle rahat ortamlara nadiren rastlanırdı.

Her neyse, biz İngilizlere dönelim. Pasifik’ten Hint Okyanusu’na, Atlantik’ten Uzakdoğu’ya, Karayip Denizi’nden Kuzey Buz Denizi’ne kadar her yerde İngiliz bayraklı gemiler dolaşıyordu o vakitler. Bu durumu sadece “Altın-gümüş vs. aramak”la açıklamak olanaksız. Her gemide birkaç bilim insanı vardı. Doğabilimci, gökbilimci, zoolog, botanikçi, haritacı, filolog (dilbilimci) vs. ayrıca vakanüvisler ve ressamlar da görülen; yaşanan her şeyi kayıt altına almak için hazırlardı. İngiltere’de adı ‘Kraliyet’ ile başlayan bir sürü cemiyetin kuruluş dönemleridir o zamanlar ayrıca. Kraliyet Botanik Cemiyeti, Kraliyet Harita Cemiyeti, Kraliyet Jeoloji Cemiyeti vs. Yani Londra’da oturup, ‘Hadi gidip şu dünyanın nesi var nesi yoksa sömürelim’ diye karar almış değiller, sürekli öğreniyorlar. Geçen hafta size Kraliyet Donanması’nın Haritacılık Dairesi Başkanlığını yapan Francis Beaufort’tan söz etmiştim. Günümüzde o kurumun (Admiralty) ürettiği haritaların dünyanın en güvenilir haritaları olması boşuna değil elbette. Yerküreyi karış karış dolaşıp her şeyi öğrenmeye çalışmış, bunu da büyük oranda başarmışlar. O haritaların boş yerlerini milim milim doldurmuşlar. Bu bir hayranlık değil, tespit. Bizim de muhteşem adamımız Pîrî Reis’imiz bir dünya haritası çizmiş, zavallı haritanın ancak bir parçası, yapılışından dört yüz yıl sonra, Atatürk’ün talimatı doğrultusunda Topkapı Sarayı’nda yapılan araştırmada ‘tesadüfen’ ortaya çıkmış! Ne ikinci bir nüshası var ne diğer parçaları. Çok üzücü.

Yazının Devamını Oku

Kasığında Türk kurşunu ile bilim

5 Ekim 2019
Francis Beaufort’u sadece rüzgâr ölçeği ile değil, yaptığı diğer işlerle de tanımalıyız.

Televizyonlarda, radyolarda hava tahminlerini takip ederken mutlaka duymuşsunuzdur: “Yarın Marmara’da rüzgâr kuzey yönlerden 3 ila 5 kuvvetinde esecek” benzeri cümleler kurulur. Bu rüzgâr tahminlerinde kullanılan ‘kuvvet’ nedir? Birimi nedir, neye göredir? Bu kuvvet denen şeyi ortaya adam adamın Adana’nın Yumurtalık ilçesiyle nasıl bir ilişkisi var?

MEZHEP SAVAŞINDAN BİLİME

Efendim, biliyorsunuz mezhep çatışmaları Hıristiyanlık içinde de çokça oldu ve hatta dünyadaki tüm diğer din ve mezheplerin ötesinde, çok daha kanlı geçti. Bizim coğrafyamızda genellikle Alevilik-Sünnilik çatışmasını ‘kardeş kavgası’ olarak nitelemeye alışkınızdır ama Avrupa’nın göbeğinde de asırlarca bu kardeş kavgası, bizim bu tarafa oranla çok daha fazla can aldı. On altıncı yüzyılda, Fransa’da fena patlak veren Katolik-Protestan (Huguenot) kavgası, 1562-1598 arasında yaklaşık 8 milyon insanın canına mal oldu. 8 milyon! Aynı Tanrıya ve peygambere inanan insanların detaylar yüzünden birbirlerini boğazlaması ne yazık ki insanlığın geçmişinin kara bir lekesi.

ORTAOKUL TERK

İşte Fransa’daki bu korkunç kavga ve terör ortamından kaçan pek çok aile var. Başka ülkelere sığınmışlar. Bunlardan biri de bizim olayın kahramanının ailesi. Protestan oldukları için canlarını kurtarmak istemişler ve İngiltere’ye gitmişler. Önce Londra’ya yerleşmişler ama hayat şartları, Protestan bir din adamı olan Daniel Augustus Beaufort’u, ailesiyle birlikte İrlanda’ya taşınmaya zorlamış. Ailenin 7 çocuğu olmuş. İkisi erkek beşi kız. Bu iki erkekten 27 Mayıs 1774’te doğanının adını Francis koymuşlar. Francis, daha küçücükken bilime merak salmış, geceleri gökyüzüne bakıp yıldızları seyretmiş, gök cisimlerinin hareketlerine hayran kalmış. Francis daha 13 yaşındayken Dublin’deki Ordu ve Denizcilik Akademisi’ne girmiş. Burada, birkaç ay Trinity Koleji’nde astronomi derslerini takip etmiş. Ama bütün eğitim hayatı bununla sınırlı kalmış ve çocuk, Dublin’e vardıktan bir yıl sonra İngiliz Donanması’nda acemi tayfa olarak denize açılmış. Bugün biz böyle durumlara ‘ortaokul terk’ diyoruz.

KİŞİSEL GELİŞİM BÖYLE OLUR

Francis, Uzakdoğu seyahatinden sonra asteğmen olmuş. Batı Akdeniz’e gidip antik yerleşim kalıntılarını görünce hayran kalmış, ayrı bir tutkusu daha gelişmiş. Bir yandan da sürekli okuyor, kendi kendisini yetiştirip geliştiriyor, astronomi ve denizcilik konularında durmadan kendisini eğitiyormuş. Kitaplardan elbette. Edebiyata da meraklı ama yerimiz dar, kütüphanesini burada sayıp dökmeyelim.

TÜRKİYE GÖREVİ                                                                                                                                                                                                                          

Yazının Devamını Oku

Mil pardon mösyö

28 Eylül 2019
Denizde kullanılan mil nereden geliyor? Pîrî Reis’in kitabında kullandığı mille bugünkü mil arasında nasıl bir fark var? Peki ya ‘mil pardon’ diyen biri ne demek istiyor?

Eski Türk filmlerinde görmüş olabilirsiniz. Kibarcık biri, birinden af dileyeceği zaman, ‘Mil pardon mösyö’ der. Fransızcaya öykünmenin moda olduğu dönemlerin özenti söylemidir bu elbette. Çevirisini bilmesek de anlarız ki ‘kusura bakmayın beyefendi’ gibi bir şey söyleniyor.
Evet bu söyleyişte laflar Fransızca. Pardonu biliyoruz, özür ve af bildiriyor. Mösyö ise haliyle ‘monsieur’ yazılan ‘beyefendi ya da bay’ anlamındaki sözcüğün okunuşu. Peki ‘mil’ ne? Mil de Fransızca ‘mille’ diye yazılıyor, anlamı ise ‘bin’. Yani ‘mil pardon mösyö’ diyen biri, ‘bin özür beyefendi’ demiş oluyor. TÜRKÇE

ÇOĞULLAŞTIRMA HUYU

Roma ordusu çok büyük mesafeleri ciddi organizasyonla kat ederdi.

Tabii böylesi küt diye bir çeviri pek doğru değil, bunu Türkçe söyleseydik herhalde ‘Binlerce özür dilerim beyefendi’ derdik. Dilimizde nedense her şeyi çoğul kullanıyoruz zira. Hiç fark ettiniz mi? (Küçük bir Türkçe parantezi açalım sırası gelmişken.) Batı dillerinde, mesela İngilizcede (diğerlerinde de böyle) ‘iyi geceler’, ‘good night’ diye söylenir, gece tekildir. Yani İngilizce konuşanlar birbirlerine ‘iyi gece’ derler. Biz hep çoğul yaparız bu işi. ‘İyi yolculuklar’, ‘iyi akşamlar’, ‘hayırlı sabahlar’, ‘hayırlı cumalar’, ‘sıhhatler olsun’… Bir de olanı çoğaltma huyumuz vardır: Uykusu gelen biri ‘uykum geldi’ demez. ‘çok uykum geldi’ der. Ya da ‘çok acıktım’, ‘çok başım ağrıyor’, ‘çok susadım’, ‘çok özledim’, ‘çok sıkıldım’, ‘çok yoruldum’… Neden böyle acaba? Araştırmak lazım. Bir gün araştırınca sizinle paylaşırım, söz. Dönelim konumuza.
Mil okunan ‘mille’, Latince kökenli ve Latincede de aynen ‘mille’ diye yazılıyor. Elbette yine ‘bin’ demek. Uzunluk ölçüsü olarak kullandığımız ‘mil’ de buradan geliyor. İyi ama mil ne diye ‘bin’ demek olsun ki? Bir deniz mili 1.852 metreye eşit. Neyin bini bu?

MARE NOSTRUM

Yazının Devamını Oku

Tufan’ın arka planı

21 Eylül 2019
Küresel soğumalar ve ısınmalar sonucu suyun hâl ve yer değiştirmesi insanı öyle bir korkuttu ki, her kadim kültürde bir tufan öyküsü mutlaka yer aldı.

Tufan. Ressam Francis Danby. 1840 (The Deluge)

Bütün kültürlerde ve dinlerde bir şekilde anlatılan ve bugün ‘yazı’ sayesinde tüm dünyanın bildiği ünlü ‘Tufan’ öyküsüne biraz yakından ve biraz da dışarıdan bakacağız bugün. Daha önce (4 Ocak 2019 tarihli Denizciler Lokali) Nuh’un Gemisi üzerinde biraz durmuş, gemi özelinde konuya yaklaşmıştık. Bugün ise Tufan olayına bakalım ki eksiğimiz kalmasın.

HER KÜLTÜRDE VAR

Amerika kıtası yerlileri dâhil dünyanın her kültüründe bir tufan anlatısının olmasını, insanın yeryüzünde gördüğünü anlamaya başladığından bu yana aslında bir değil birkaç tane büyük tufan yaşanmış olmasına bağlamak akıllıca olur. Çok basit bir fizik kuralından söz edelim. Dünyada var olan suyun miktarı değişmez. Çünkü bildiğimiz gibi fiziksel olarak bir şey yoktan var edilemez, vardan yok edilemez. Su, katı, sıvı veya gaz halinde olabilir ama mutlaka bu formların birinde varlığını korur. İnsanlığın zihninde Tufan olarak varlığını koruyan olay da, bu formların şiddetli bir şekilde değişmesinden başka bir şey değildir. Dedik ya, birkaç tane tufan oldu diye... İşte bu tufanlar ya da çok büyük taşkınlar, iklimin soğuması ile suyun buz olmasının (çok fazla suyun çok fazla buz olmasından söz ediyoruz), ardından da ‘küresel ısınma’ ile buzların eriyerek çok fazla suyun ortalığı kaplamasından başka bir şey değil. Bugün bilim bize artık bunun hangi tarihlerde, hangi şartlarda gerçekleştiğini gayet güzel anlatıyor.

Birkaç gün içinde doldu Boğaziçi

YÜZ YİRMİ BİN YIL!

Yazının Devamını Oku

Burnumuzun dibindeki servet

14 Eylül 2019
Roma’daki ünlü Kolezyum, her yıl tek başına 4 milyon turisti ağırlıyor. Peki o Kolezyum’un neredeyse aynısının bizim burnumuzun dibinde olduğunu kaçımız biliyoruz?

Kyzikos amfiteatrının bugün ayakta kalan duvar kalıntıları.

Günümüz teknolojisi ile gerçek olmayan şeyleri gerçekmiş gibi beyaz perdeye aktarabiliyorlar. Örneğin dinozorlar insanları kovalayıp yiyor, türlü yaratıkların kumanda ettiği uzay gemileri birbirleriyle savaşabiliyorlar. Bu açıdan teknolojiyi sevmemek zor. Hayal gücümüzün bile ötesine geçip hayatımıza renk katıyor. 

Teknoloji, sahne sanatlarında da artık önemli bir role sahip. Işık oyunları, yansıtmalar ve daha kim bilir nelerle sahnelerde çok farklı etkiler yaratılabiliyor. Örneğin bir gemiyi sahnede yüzdürmek, onun fırtınalara tutulmasını, koltuğunda oturan tiyatro izleyicisine hissettirerek göstermek mümkün. (Elbette maliyetler konumuz değil.)

Kolezyumda temsili deniz savaşları.

İKİ BİN YIL ÖNCE?

Peki ya bu cicili biçili teknolojik olanakların olmadığı, olmak bir yana hayal bile edilmediği bir zamanda, günümüzden iki bin yıl önce sahnede gemilerin savaştığını, izleyicilerin rahat ve kuru koltuklarında oturup sahnede bir deniz muharebesini canlandıran gemileri heyecanla seyrettiklerini söylersem inanır mısınız? İnanın lütfen. Aynen oldu bu. Peki neredeydi bu büyülü temsil? Gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklardan birinin kalbinde, yani Roma’da, ünlü Kolezyum’da. (Bir başka yerde daha aynı şey oldu, ona birazdan değineceğiz.)

Yazının Devamını Oku