Halbuki gelişmekte olan ülkelerde eğitim, “yukarı hareketlilik” için en önemli kanallardan biridir. Yoksul ve içedönük mekânlardaki öğrenciler “sınav” kazanarak “yukarı”ya doğru ilerleyebilmelidir.
Böyle merkezi sınavlar hem YÖK Başkanı Prof. Yekta Saraç’ın üniversite sınavları için vurguladığı “sosyal adalet” açısından çok olumludur hem milletin en iyi beyinlerinin mahalli ve iktisadi engelleri aşarak öne geçebilmeleri bakımından son derece gereklidir.
Fakat yeni sistem “mahalle okulu”na gidişi teşvik ediyor!
UZMANLAR ZORLANDI
Milli Eğitim Bakanlığı uzmanları yaz boyu çalıştaylar düzenleyerek TEOG sisteminin nasıl daha iyileştirileceğini tespit etmiş, bu konuda akademik vasıfta bir “Değerlendirme Raporu” hazırlamıştı.
Bilgi yerine yeteneğin ölçülmesini sağlayan “yorumsal sorular”ın sayısı TEOG’da artırılacaktı.
Çok iyi bir gelişmeydi bu.
Fakat bunu açıklamalarından iki gün sonra, 16 Eylül’de Cumhurbaşkanı TEOG’un kaldırılacağını söyledi.
CHP’li Barış Yarkadaş sempozyum davetiyesini reddetmiş. Gerekçesi Kahraman’ın “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile ilgilenmek yerine Sultan Reşad’la ilgili program yaparak Cumhuriyet’i unutturmaya çalışması, yasakçı ve baskıcı padişahların izinden gitmesi” imiş.
Kahraman’ın avukatı da “kişilik haklarımızı ihlal etti” diyerek Yarkadaş’ı mahkemeye vermiş. Yarkadaş’ın “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti devletini, devletin kurum ve organlarını aşağıladığı” iddiasıyla da savcılığa suç duyurusunda bulunmuş.
Kutuplaşmanın trajikomik fotoğrafı...
SEMPOZYUM DAVETİYESİ
İsmail Kahraman’ın tarih romantizmini bu sütunda birkaç defa eleştirdim. Muhafazakârlar Osmanlı modernleşmesine bile tepki duyuyorlar, seçim meydanlarında “ihanet” gibi gösteriyorlar.
Ama aynı madalyonun öbür tarafında bir sempozyum davetiyesini “baskıcı padişahlar” gibi gerekçelerle reddetme ölçüsüzlüğü var.
Hiç olmazsa sempozyum konuşmacılarına bakmak ve bir tarihçiye danışmak gerekmez miydi? Konuşmacıların hepsini tanımıyorum ama tarihe objektif bakan, Abdülhamid’i de İttihatçıları da eleştiren saygın tarihçiler de vardı.
Tarihe duygusal, şabloncu, kutuplaşmacı bakış bizde maalesef çok yaygındır.
Bu yüzden yüz elli yıldır bizde ana akımlar bile muhalefetteyken demokratiktir, özgürlükçüdür... Fakat iktidara iyice yerleşince otoriterleşmeye yöneldi.
İttihat ve Terakki’de böyle olduğu gibi Cumhuriyet’te de böyledir; dün de, bugün de böyle.
İşte, 21. yüzyılda “dünya hukuk devleti indeksi”nde Kenya’nın sadece bir basamak üstündeyiz!
MUHAFAZAKÂR ELEŞTİRİ
Muhafazakârların Tek Parti dönemine yönelik eleştirilerini ve 28 Şubat dönemindeki “özgürlük” ve “demokrasi” taleplerini biliyoruz. Ama bugün bu kavramlar yerine, ellerindeki gücün pekiştirilmesini esas alıyorlar.
Hayrettin Karaman’ın “demokrasi Müslümanların rejimi olamaz” diyen yazılarının özü budur.
Elbette demokrasiyi ve özgürlüğü savunan muhafazakârlar da var.
Karar gazetesinde bu konuları vukufla ele alan Mehmet Ocaktan dünkü yazısında
Milli Mücadele’yi anlamada en önemli olaylardan biri olduğu halde galiba mağlubiyet olduğundan okullarda pek anlatılmaz.
Halbuki çok iyi anlatılmalı.
Düşünün, 30 bin asker elindeki tüfekle ordudan kaçıp köyüne gitmişti.
Türk ordusunun elindeki tüfek sayısı 57 binden 25 bine düşmüştü.
Fevzi Paşa “Meclis’in Kayseri’ye taşınacağını” söylüyordu.
Cepheden dönen milletvekilleri Meclis’e rapor veriyordu: “Askerin çarığı, kaputu, matarası yok, yüzde yirmisinin ayağı çıplak...”
‘YUNAN İMPARATORLUĞU’
28 Temmuz’da Kütahya’da Yunan Kralı Konstantin başkanlığında toplanan harp meclisinde General Xenenophon Stratigos konuşuyor:
Her kimlere verilmiş olursa olsun, bu ödüllerin toplumumuzda okuma, düşünme ve sorgulama eğiliminin gelişmesine katkıda bulunmasını diliyorum.
Sanat konusunda benim bir değerlendirmem olamaz. Ama mesela tarih alanında Mehmet Genç, Engin Akarlı, İlber Ortaylı gibi isimlere ödül verilmesi, çok temenni ederim ki bu değerli tarihçilerin eserlerine ilgi uyandırsın.
Bugünkü yazımda “Vefa Ödülü” verilen Merhum Nurettin Topçu’dan bahsedeceğim.
GÜÇ VE ÖZGÜRLÜK
Elimde Nurettin Topçu’nun 1963’te yayınlanmış “Yarınki Türkiye” kitabı var; lisedeyken ağır geldiği için okuyamamıştım. Üniversite yıllarında okudum, o zaman altını çizdiğim satırlardan birkaçını size aktaracağım:
“Dekart ‘hür olmayan düşünce düşünce değildir’ derken, (bizde) Hırvat devşirmesi Kuyucu Murat Paşa yüz bin Türk’ün kafasını keserek kuyulara dolduruyordu. Luther Wittenber Kilisesi’nin kapısına doksan beş maddelik beyannamesini astığı zaman biz içtihat kapısını kapatıyorduk.”
Topçu’nun bu satırları genç yaşımda zihnime çakıldığı için, “gücün denetlenmesi, dengelenmesi, kuvvetler ayrılığı” gibi ilkeleri çok daha iyi anlayacaktım. Bu kavramlar Batı’da da aşırı güç uygulamalarını önlemek için gelişmişti.
İçtihat kapısının kapanması yani dini düşüncenin dondurulması, başka bir deyişle düşünme hürriyetine son verilmesi...
Arkadaşımız Abdulkadir Selvi, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ü elinde bir dosyayla Beştepe’de gördüğünü belirten dünkü yazısında şöyle diyordu:
“Yargıda önemli değişiklikler oluyor. Tutuklu gazeteciler ve aydınlar konusunda iklim değişiyor, normalleşme yönünde adımlar atılıyor. Şimdilik sadece bu kadarını söyleyebilirim.”
Daha önce de Deniz Zeyrek, Adalet Bakanlığı’na Abdulhamit Gül geldikten sonra “insan hakları ve basın özgürlüğü açısından tartışılan davalarla ilgili önemli, olumlu gelişmeler yaşanmakta” diye yazmış, Almanya ile olan ilişkilere de dikkat çekmişti. (31 Ekim 2017)
ADALET BAKANLIĞI
Evet, Abdulhamit Gül çok hırpalanmış bir yargı yönetimini devraldı; belli ki bazı iyileştirmeler yapmaya çalışıyor. Müsteşarlığa Selahattin Menteş gibi saygın bir hukukçunun getirilmesi de umut verici bir işarettir.
Cumhuriyet Gazetesi davasında maalesef tahliye çıkmadı ama genelde bir normalleşme beklentisi var.
Bunlar “iyi haber”dir.
Adalet Bakanlığı’nın yargıyı siyasallaştıran değil, adaleti siyasetten üstün tutan bir devlet organı olması hepimizin yürekten dileğidir.
“Tahtta Vahdettin yerine Fatih Sultan Mehmet olsaydı, tarihin akışı çok farklı olmaz mıydı?”
Başta falanca lider olsaydı veya yaşasaydı gibi “kişilik kültü”ne bağlı spekülasyonlar bizde yaygındır. Sanki tarih sabit bir tiyatro sahnesidir, kimin gücü yeterse onun piyesi daima oynanabilir!
Bir de şöyle diyenler var: “16. asra kadar Osmanlı Batı’dan üstündü, o vakitler Osmanlı’da demokrasi mi vardı?”
Bu anlayışta, tarihe yön veren sosyoekonomik ve kültürel değişim faktörleri görülmez, tarih “deha” veya “ihanet”e indirgenir!
Demagojiye ve siyasi popülizme de çok elverişlidir.
‘TARİH METODU’
Şimdi “tarih metodu” açısından düşünelim.
Fatih’in büyüklüğünün bir sebebi doğuştan sahip olduğu dehadır. Siyasi ve askeri başarılarındaki temel anahtar ise
Gazi reisicumhur seçildi.
Cumhuriyetin ilanını bu olaya indirgemek iki yüzeysel fakat yaygın yanılgıya yol açıyor:
- Ülke cumhuriyete hazır değildi, Gazi bir imkânını yaratıp cumhuriyeti ilan etmişti; yaşaması için hep sıkı tedbirler gerekecekti.
- Cumhuriyet bir gecelik kararla ilan edilmişti... Bu düşünceye de Osmanlı nostaljisi eşlik ediyor.
EVRİM ÇİZGİSİ
Cumhuriyet bizde de dünyada da bir evrimleşmenin eseridir. Tarihte mutlak krallıkların ağır sorunları yeni arayışlara yol açtı.
Bizde Namık Kemal ve Ziya Paşa ve radikal Ali Suavi anayasayla sınırlanmış, kuvvetler ayrımı yapılmış liberal monarşiyi, yani meşrutiyeti savundular. Fakat cumhuriyeti de anlattılar. Hatta Ziya Paşa, “Cumhuriyet fazilettir, cumhuriyetlerde halkı birleştiren hükümdar değil, vatanseverliktir” diye yazdı!
Fransız İhtilali’nden esinlenen bu görüşleri