İZMİR’in 100 yıl öncesine kadar kendi içinde dengesini sürdüren çok renkli ve çeşitli demografik bir yapısı vardı.
Ancak 19. ve 20. yüzyılda tüm dünyayı, özellikle de coğrafyamızı saran milliyetçilik akımları, görünürde “etnisite” ama özde “din” üzerinden, ulus devlet ölçeğinde bir homojenleşme oluşturttu.
İzmir de bu gelişmelerden nasibini aldı.
Geçen yüzyılın başlarında 2/3 nüfusu gayrimüslimlerden oluşan kent bugünlere geldiğinizde, sınırlı sayıda Lavanten, 1000-1200 kişilik bir Yahudi cemaati, yok denecek kadar Rum ve Ermeni nüfusla çok kültürlü yapısını sürdürebilir kılma imkanını kaybetti.
Ancak o kültürün izlerini hala yaşıyor.
Bugün bu kentte yaşayanlar, yemek kültüründen Türkçeleşmiş kelimelerine, çok kültürlü bir hazinenin varisleri konumundalar.
İşte bu varislerden biri de hayatın kendisini olgunlaştırarak adeta insan odaklı bir Anadolu milliyetçisi yaptığını söyleyen Hasan Tahsin Kocabaş.
İzmir, Kordonboyu denince, zihinlerde ilk önce Pasaport iskelesi belirir.
Eski limanın tozu gelir genzimize, kartpostallardan hatırladığımız.
İzmirli için ana rahmi mekanlardır, dizi dizi sıralanmış kahvehaneler.
Kuru kalabalıkları boş verin, asıl sahipleri müdavimleridir bu kahvehanelerin.
Oradadırlar hep ve hemen anlaşılmayan bir eksikliğin acısını kıraat ederler günler boyu.
Pasaport, liman, ne bir eksik, ne bir fazla, sahici bir dekordur aslında.
RECEP Tayyip Erdoğan, kim ne derse desin “Yenilmez Armada” olduğunu bir kere daha gösterdi. Her türlü tebriki hak ediyor.
Milletin duyarlıklılarına hitap etmekten, ekonomide sağlanan başarıya kadar bu sonucun bir dizi sebebi var.
Geriye doğru 15 yıl önceyle bugünü mukayese ettiğinizde esasında “çok sesli bir toplum” olma yolunda bilgi toplumu olmanın avantajları ile epey mesafe aldığımızı görüyoruz.
Tamam, AK Parti son dönemlerde hepimizin şikayet ettiği gibi, otoriterleşme eğilimini artırmıştır. Ama kim ne söylemek istiyorsa her biçimde kendini ifade edebilecek mecrayı bulabildiği de bir vakadır.
Belirtelim ki özgür toplum 21’nci yüzyılda siyasi iktidarların lütfu değildir.
Şayet refah ve mutluluk talebimiz varsa bir başka türlüsü olamayacağı için demokrasi giderek derinleşecektir.
AK Parti iktidarı muhafazakar kitlelerin temsilcisi olarak statükoyu zorlayan ilk işaret fişeğiydi.
BAHAR ayları, derken haziran hatta temmuz, içinizdeki diri uçuk mavinin hüküm sürdürdüğü zamanlardır.
Fakat heyhat, kaçınılmaz olarak ağustos gelir.
Sizin hiç güneşin sapsarısının esmerleştiğini hissettiğiniz olmuş mudur?
Sıcak yaz başlamıştır artık ta ki ekim sonlarına kadar.
Şimdi, bastırılmış hüzünlerin, “biz daha bitmediklerin”, gecikmiş ısrarların, dermansız bayat heyecanların, kaçıp gidene hasetlenmenin, katı gerçeklerle yüzleşmeye hazırlığın, bir “orada” bir “burada” olmaların vakti saatleri gelmiştir sanki.
Hülasa, sevmem, sevmemişimdir her nedense ağustosu.
Ağustos çıkmazı
MEVZU madem ağustos ayından açıldı. Yanı sıra seçim yasakları da var. O halde bu minval üzere devam edelim.
ZEKA doğuştan geliyor. Diğer canlılardan farkımız dil. Dil algıladıklarımızı kodlamamıza imkan sağlıyor. Kodlanmış bilgi birikimin, birikim de düşünebilmenin önünü açıyor. Düşünce, akıl yürütmek demek. Akıl dağınık bilgiyi tasnifliyerek bir önceki tespitin tekrarını yaşamadan duvarlarını yükseltiyor. Duvara eklenen her tuğla bir yönüyle yaşamı kolaylaştırırken, diğer yönüyle kurallar oluşturuyor, kısıtlamalar koyuyor. Süreç on bin yıllık insanlık tarihinde hep bu şekilde işliyor.
Yabancılaşma olgusu
Arada soluklanıyorsunuz, bir de bakmışsınız yaşama dair her şey, adına toplumsal değerlerimiz denilen yapay bir biçimlemeye dönüşmüş. Akıl, zekayı adeta esareti altına alıp mütemadiyen kirletmiş. Bu “beşer kendi yapar kendi tapar” halleri. Felsefik planda bu olguya “yabancılaşma” deniyor.
Kendi özüne yabancılaşan insanoğlu akıl ve mantığın üzerine inşa edilmiş “erdem” yüklemesiyle kendini giderek çarkın dişlisi gibi algılamaya başlıyor. Gün geliyor, bu noktada duyarlılık oluşmaya başlıyor. “Oldurtulmuş kimlik” içimizdeki isyanı tetikliyor. Özgürlük arayışlarına yelken açmaya çalışıyoruz. Akıl ve mantıkla mesafe alınamayacağı belli olduğundan vicdan ve sezgilerimizi devreye sokmaya çalışıyoruz. Ancak bu yol çok maliyetli. Alışılmışın dışına çıkmaya kalkışmak, huysuz, uyumsuz, itaatsiz bir tavra sürüklüyor insanı.
Arınma başka bahara
Kimileri dozajı ayarlanmış aykırılığın prim yaptığını fark ediyor. Akıl bu defa vicdan ve sezgiyi esir alıyor.
“Önemli” olmak “değerli” olmaya tercih ediliyor. “Önde giden” yerine “önde gelen” olmak ahlaksız bir rant sağlıyor.
HAFTA içinde cumhurbaşkanı adayı Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nu İzmir’de bir toplantıda dinleme fırsatını bulduk.
Açık söyleyeyim. Sayın İhsanoğlu ve “Beyefendilik” sözcüğü, birbirini olağanüstü tamamlıyor.
Sayın İhsanoğlu bir “sakin güç” prototipi.
Huzurlu, dingin, kalitelerinin keşfedilmesi konusunda telaş göstermeyen, donanımlı bir kişilik.
Ancak cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması, o makama, Anayasa’da ne yazarsa yazsın, yasal çerçevesini aşan özel bir anlam yüklüyor.
Dolayısıyla bu seçim son derece siyasi bir özellik taşıyor. Bağlı olarak yarışanların da siyasetçi olmaları icap ediyor.
Hani, Sayın İhsanoğlu, “ben beyefendilik sopası ile rakipleri döver, yenerim” diye umut ediyorsa onu yaşayıp göreceğiz.
AK Parti’nin en önemli avantajı, onlarla ekonominin iyi gittiği inancıdır.
Her seviyeden insanla konuşuyoruz.
Öyle ya da böyle 12 yıllık iktidarları müddetince kendilerinden kaynaklanan bir hata nedeniyle derin bir ekonomik çalkantı yaşanmadı, yaşattırmadılar.
Dolayısıyla, olası bir iktidar değişikliği, ekonomik istikrar yüzünden “risk” telakki ediliyor.
Yerel seçim öncesi çok önemli bir finans yöneticisi, “bir yönüm beyaz Türk, AK Parti’ye oy vermiyor, diğer yönümün ödü kopuyor, yüzde 40’tan daha az oy alacaklar diye” görüşünü bizimle paylaşmıştı.
Muhalefet sanki ülkeyi yönetme pratiğinden de uzak kaldıkça, onlara yönelik soru işaretleri çoğalıyor.
CHP ve MHP yöneticilerine baktığımızda, “bundan kötüsü olmaz” hissiyatı ile kendilerine yönelmemizi bekliyorlar, ancak seçmen sağduyusu pek çok faktörden etkilenerek oluşuyor.
CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminde, şayet ikinci tur söz konusu olursa, Kürtler kimi destekler? İlk anda akla gelen yanıt, “tabii ki, AK parti adayı” şeklindedir.
Zira cumhuriyetimiz “irtica ve bölünme” sendromları oluşturarak kendisini kurumsallaştırmaya çalışmış, bağlı olarak muhafazakarlar ve Kürtler rejimin mağdurları olmuşlardır.
Dolayısıyla, “kuyudan ilk önce çıkan” muhafazakarlar, geç de olsa güç de olsa Kürtlere yönelik “ipi” uzatan bir siyasi anlayış içinde olmayı sürdürüyor. Bu sebepten muhafazakarlarla Kürtler ister konjoktürel deyin, ister başka bir çerçevede yorumlayın “müttefik” konumundadır.
Kimse bilemez
Ancak diğer bir cepheden baktığımızda da Kürt siyasi hareketinin, Marksist bir kültürden geliyor olması, Mustafa Kemal’in anti emperyalist ve laik kimliğinin rol model olması, Doğu ve Güneydoğu’da zaten siyasi rakiplerinin sadece AK Parti ya da benzer muhafazakarlar olması, bu nedenle ödünç oyların geri dönüşünün tehlike arz etmesi, Aleviler gibi en az kendileri kadar mağdur kitlenin karşı tarafın adayının yanında olmasının getirdiği akıl karışıklığı, CHP’nin son dönemlerde Kürtlere yönelik söylemlerinin “çiçek atar” hale gelmesi gibi sebeplerle bu ‘oy’lar nereye gider, kimse bilemez.
İşleri hayli zor
Kaldı ki Sayın Başbakan’ın lafını esirgemeyen, incitmeyi pek önemsemeyen tarzı da zamanla bir negatif birikime yol açmış olabilir.