Moderniteyi temsil eden bir renklilik içerisinde, yaşam biçimlerine dair “öteki” Türkiye’ye mesaj vermeye çalıştılar.
Bu gösteri, kendi içimizde beğeni ve takdir topladı.
Belirtmek gerekir ki, bu neviden gösteriler bugünün kutuplaşan Türkiye ortamında her kesim tarafından sempati ile karşılanmıyor.
Esasında eylemi yapan insanlarda bu durumun farkında.
Buna rağmen niçin bu gösteriye ihtiyaç duyulduğunu anlamaya çalışmamız gerekiyor.
Hiç şüphesiz, “farklılığımız zenginliğimizdir” düşüncesi ile yapılan bir eylem değil bu.
Görünürde neşeli, hayat dolu bir topluluğun, arka planlarındaki; endişeli, ürkek, tedirgin, hesap soran, isyan eden, “siz orada çoğunluk olsanız da burada da biz varız” demek isteyen bir ruh halini tespit edebilmek için sosyal psikolog olmaya gerek yok.
Fuar deyince, bu kentte geçmişi olan herkes heyecanlanır.
Fuar, 1970’li yıllarda kişi başı gelirin bin 500 dolarlar olduğu bir ülkenin, kent yaşamını renklendiren bir panayırıydı.
Tamam, ilk ürünlerin teşhir edildiği uluslararası katılımlar da önemliydi, ama bizleri ilgilendiren daha ziyade yaz sonuna doğru yaşattığı hareketlilikti.
O günleri sevgiyle hatırlayamayanımız yoktur.
Ama, gerçekçi bir bakış açısıyla fuar, düşük tüketim kalıbımıza hitap eden, fakir üçüncü dünya eğlencesiydi.
Hani ağustos sıcağında ılık Tariş şıraları, lezzetini düşünmeden yediğimiz salçalı makarna, sıcak, hijyen olmayan ortam, pis tuvaletler, kalabalık, hiçbir güvenliğin, nizam ve intizamın olmadığı lunapark, birkaç temel sanatçı dışında, alt kadronun “olmayan sahne tecrübeleri” ile Yeşilçam eskileri tarafından işgali...
Yani, bu fuarı “ışınlayın” günümüze, kimse yüzüne bakmaz.
Biz Tayyip Erdoğan’ı çok, ama çok güçlü zannederdik.
Esasında, nerede ise, “Yalnız Adam”mış.
Yüzde 50’ler seviyesinde muazzam bir halk desteğine sahip olmasına rağmen, devlete o ölçüde hakim değilmiş.
Diyeceksiniz; kim, hangi zamanda devlete tam hakim oldu ki?
Ne Demirel, ne de Ecevit, herkes, askeri ve sivil bürokrasinin sınırları içinde davranmak zorundaydılar.
Ama, en azından onların söz geçiremediği bürokrasi FETÖ gibi bilinmezlikler, sürprizler içermiyordu.
Daha doğrusu, bu denli sinsi kuşatma yoktu.
Sabit bir sahne ve sürekli aynı oyuncular bir müddet sonra seyircide bıkkınlık yaratır.
Esasında “özgür insan” bir yönü itibariyle “sıkılan insan”dır.
Beşeri hayatımızın idamesine yönelik hiçbir olgu vazgeçilmezimiz değildir.
Bu sebepten, önceleri çok sevdiğimiz bazı insanlara, gün gelir tahammül bile etmekte zorlanırız.
Bu durum söz konusu kişilerin performansları ile de ilgili bir şey değildir.
Bizim kuşak, bir ara Halit Kıvanç’la yatar, Halit Kıvanç’la kalkardı. Yine Cem Özer’den Okan Bayülgen’e, spor ve medyanın parlayan yıldızları vardı.
Ama, nasıl oldu bilmiyoruz, “bayatladılar”.
Bu kent geçen yüzyılın başlarında ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin yaşadığı bir yerdi.
Binlerce yıllık tarihi içerisinde pek çok medeniyeti kucakladı.
Bizler ezelden ebede bu kent bizimdi zannediyoruz.
Bırakın uzun çağları, yakın geçmişimize dair bile fazla bilgi sahibi değiliz.
Hani, biz merak etmeyince başkalarına yansıtabileceğimiz ve övünerek paylaşacağımız bir değerimiz de olmaz.
Oysa İzmir’in imajını bambaşka boyutlarda yeniden tanımlayabileceğimiz pek çok materyale sahibiz.
Örneğin, aşağıda ismini zikredeceğim bir uzman arkadaşım, İzmir’in yakın geçmişi ile ilgili Avrupalı gezginlerin yazdığı pek çok kitabın tercüme bile edilmeden beklediğini söyledi.
Tamam, Türkiye üzerinde, onun toprak bütünlüğünü hedef alan bir oyun oynanıyor.
Hepsini kabul ediyoruz.
Hatta, olayların bu hale gelmesinde kendi hata paylarımızı da şu aşamada bir kenara koyuyoruz.
Peki, bu “üst akıl”ın somut planı ne?
Hani daha evvel “Ilımlı İslam, BOP” gibi Amerikan Neo Con stratejileri vardı, Sünnî kuşaklar falan oluşturulmaya çalışılıyordu.
Şimdi bunlar yok.
Amaç bir bağımsız Kürt Devleti mi oluşturmak?
Kemalizm bir “gerçekçilik” ideolojisidir aslında.
Haddini ve gücünü iyi tespit eden, az demokrasi planlayan, farklılıklara özgürlük tanımanın sakıncalarını bilen, ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ diyerek, özellikle Ortadoğu’ya bulaşmak istemeyen, “kapalı” bir toplum olmayı esas alıp, karınca temposu ile yürüyüşünü “batıya” çevirmeye çalışan, asker eliyle “laikliği” benimseyip, bu yolla tarikat hiyerarşisine girmemeyi temin eden...
Özetle, kendi doğrusunu netleştiren, ama dünya ölçeğinde geçerli standartları kendi toplumu için erteleyen ve hedefine koyan, her şeyden evvel dengeli, öngörülebilir profil çizerek, tarifli bir devlet yapısı ile düşük standartlı otokratik İsviçre modeliyle kendisini konumlamak isteyen, çizilen çerçeveye uyumlu hareket edenin kendini huzurlu hissedeceği...
Bir düzendir Mustafa Kemal Cumhuriyeti.
Hayat belirtilen esaslar üzerinden akıp giderken, 1950’lerden itibaren ağırlıklı “dış” etkilerle yönetim anlayışının “çeşitlendirilmesi”ne karar verildi.
Şüphesiz böylesi bir “çeşitlendirme” de olmadan “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak mümkün değildi.
Bu beklentiyle muhafazakar iktidarlara, özellikle AK Parti’ye fazla direnilmedi. Askeri vesayetin geriletilmesi normal addedildi, Kürtlerin taleplerine anlayışla yaklaşılmaya çalışıldı, Ortadoğu’da siyasi ağırlığımız arttırılmak istendi.
Bu hafta dört günümü İstanbul’da geçirdim.
Bu kent kendi içinde kaynayan, sinerjisi ile fıkır fıkır bir yerdir. Daha doğrusu “yerdi” demek durumundayız.
Sanki “hayat” birkaç kademe volümünü azaltmış gibi.
İstanbul hizmetler sektörü üç ayrı cepheden beslenir.
Birincisi; Anadolu’dan insanlar buraya hem ticaret hem ziyaret için gelir. Diğer deyişle, İstanbul’a gelmişken bu güzel yerin keyfini çıkartmak farzdır.
İkincisi; Gerek yabancı gerek yerli turistlerin yoğun ilgi gösterdiği gözde bir kenttir.